Ana sayfa » Tarih » İdam Edildikten Sonra Tekrar Canlandırılmak İstenen Matthew Clydesdale’in Şok Edici Hikayesi
İdam Edildikten Sonra Tekrar Canlandırılmak İstenen Matthew Clydesdale’in Şok Edici Hikayesi
Mary Shelley’in efsanevi romanı Frankenstein'ı yazarken sadece hayal gücünden mi yararlandı, yoksa döneminin sınırlarını zorlayan, ürkütücü bilimsel çabaların gölgesinde mi yazdı? İşte Matthew Clydesdale’in hikayesi…
Bugün Frankenstein deyince aklımıza dikiş izleriyle dolu, şimşekle canlanmış bir yaratık gelir. Oysa 19. yüzyılın başında bir adam, bu kurgunun neredeyse gerçeğe dönüşmesini sağlamıştı. 1818 yılında, Glasgow Üniversitesi’nin soğuk taş duvarları arasında bir kalabalık, nefeslerini tutarak sahnedeki cesede bakıyordu. Jeolog Andrew Ure, idam edilmiş bir katilin bedenini elektrikle hayata döndürmeye hazırlanıyordu. O gece yaşananlar, bilimle deliliğin birbirine ne kadar yakın olduğunu tüm çıplaklığıyla gösterdi ve tarihe gerçek Frankenstein operasyonu olarak geçti. İşte gerçek Frankenstein Matthew Clydesdale’in hikâyesi…
4 Kasım 1818 gecesi, Glasgow Üniversitesi’nin tıp bölümü normalden çok daha kalabalıktı
Tuhaf bir sessizlik içinde, herkes aynı şeyi bekliyordu: idam edilmiş bir katilin yeniden canlandırılma denemesi. Bilim insanı Andrew Ure, elinde kablolar ve pillerle sahneye çıktı. Seyirciler arasında merak, korku ve biraz da iğrenme vardı. Çünkü bu akşam bir jeolog ve doktor, ölü bir bedeni elektrikle hayata döndürmeyi planlıyordu.
Deneyin merkezinde Matthew Clydesdale adında bir adam vardı. Yaklaşık iki ay önce 70 yaşındaki bir adamı öldürmekten dolayı idama mahkûm edilmişti. O dönemin yasalarına göre, idam edilen katillerin cesetleri hem caydırıcı bir unsur hem de anatomi eğitiminde kullanılacak bir kaynak olarak kabul ediliyordu. Fakat bu defa olay biraz farklıydı Clydesdale’in bedeni yalnızca tıp öğrencilerine değil, meraklı bir kalabalığa da gösteri olacaktı.
Andrew Ure sıradan bir bilim insanı değildi. Jeoloji alanındaki çalışmalarıyla tanınsa da kimya, fizyoloji ve işletme teorisi gibi alanlara da meraklıydı
18. ve 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da galvanizm adında yeni bir heyecan vardı, o da elektrik akımının kasları harekete geçirebilme gücü. Kurbağaların bacaklarının elektrik verildiğinde zıplaması, dönemin bilim insanları arasında “ölümün sınırlarını aşabilir miyiz?” sorusunu doğurmuştu.
Ure, önceki denemelerden farklı olarak sadece kas kasılmalarını gözlemlemekle yetinmek istemedi. O, elektriğin doğru şekilde ve yeterince uzun süre uygulanması hâlinde bir insanı yeniden canlandırabileceğine inanıyordu.
Yani Mary Shelley’nin Frankenstein romanını yazdığı yıllarda, aynı düşünce gerçek bir deney masasında hayat bulmak üzereydi
Gerçek Frankenstein olarak bilinen Clydesdale’in cezası kamuya açık şekilde infaz edildi. Ancak hikâye darağacında bitmedi. Cesedi, bir arabayla Glasgow Üniversitesi’ne taşındı. Yolda, deneyin konuşulduğu söylentiler şehrin dört bir yanına yayılmıştı. “Bir katil elektrikle diriltilecekmiş!” cümlesi, merak ve dehşet uyandırıyordu.
Üniversitede, o gece salona sadece öğrenciler değil, soylular, meraklı vatandaşlar ve gazeteciler de doluşmuştu. Elektriğin mucizevi bir güç olduğuna inananlar, Clydesdale’in gözlerini açmasını gerçekten bekliyordu. Bazıları için bu bir bilim gösterisiydi, bazıları içinse kutsal sınırların ihlali.
Andrew Ure önce cesedin kanını boşalttı. Ardından omuriliği ve boynunu dikkatlice açarak elektrotları yerleştirdi
Kalabalık nefesini tutmuştu. Pil sistemi devreye girdiğinde, gerçek Frankenstein olarak bilinen Clydesdale’in vücudu birden titremeye başladı. Kaslar kasıldı, kollar kıvrıldı, bacaklar sarsıldı. Ure’un notlarına göre, cesedin bir bacağı öyle şiddetle fırladı ki, neredeyse asistanlardan biri yere devriliyordu.
Bir anda seyirciler arasında fısıldaşmalar başladı. Bazıları heyecanla ayağa kalktı, bazıları ise dehşetle yüzünü kapattı. Ure deneyine devam etti; akımı farklı noktalardan geçirerek kasların tepkilerini gözlemliyordu. Sonra sıra yüze geldi. Elektrotlar bağlandığında, Clydesdale’in yüz kasları korkunç bir biçimde hareket etti. Kimi anlarda öfke, kimi anlarda acı, kimi anlarda ise korkunç bir gülümseme belirdi. Seyircilerin bir kısmı çığlık atarak salonu terk etti ve bir adam bayıldı.
Ure, deneyin en kritik aşamasına geldiğinde akciğerleri uyarma kararı aldı. Elektriği göğüs kaslarına yönlendirdiğinde, cesedin göğsü inip kalkmaya başladı. Sanki biri nefes alıyordu
Bu, salondaki herkesi sessizliğe gömdü. Ure daha sonra bu anı gerçekten olağanüstü bir başarı olarak tanımladı. Deneyin sonunda, jeolog şunu savundu: Eğer Clydesdale’in kanını boşaltmamış olsaydı, onu geri döndürebilirdi. Bu düşünce o dönemde hayranlık ve tiksintiyle karşılandı. Çünkü tanrının işine karışmak fikri, halk arasında ürkütücü bir tabu olarak görülüyordu.
Mary Shelley’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus romanı tam da o yıl yayımlandı. Elbette Shelley’nin hikâyesi doğrudan bu deneyi anlatmıyordu; ama aynı dönemin ruhu, aynı korkular ve aynı merakla örülmüştü. İnsanlık artık doğa yasalarını sorguluyordu: “Hayatı yaratan güç gerçekten bilimle taklit edilebilir mi?”
Andrew Ure’un Glasgow’daki deneyi, ne bir canavar yarattı ne de ölüyü diriltti. Ama insanlığın bilime bakışını sonsuza dek değiştirdi. Çünkü o gece, elektriğin bir yaşam kıvılcımı olabileceği düşüncesi ilk kez kalabalığın gözleri önünde parladı.
Andrew Ure, belki de bilimin sınırlarını zorlamanın bedelini, seyircilerin baygınlıkları arasında ödedi. Fakat tarihe, ölümü elektrikle kandırmaya çalışan adam olarak geçti. Bugün geriye dönüp baktığımızda, bu deneyin bilim tarihinin en çarpıcı örneklerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.