“Geçen otuz yıllık geçmişe doğru ne zaman başımı çevirsem, o tepeyi bir türlü gözden kaybedemem. Öne gelir, geriye gider, yana kaçar, öyle olur ki ondan başka bir şey görünmez, o kadar kaplayıcıdır. Olur ki hiç olmazsa ta uzaktan gölgesi vurur, fakat hatıralarımı o tepenin hükmü veya etkisi altından kurtaramam. Onun için bu kitabın adını ‘Çankaya’ koydum.” Diyor Falih Rıfkı Atay.
Cumhuriyet döneminin en etkin gazetecilerinden olan Falih Rıfkı, İzmir’in kurtuluşundan sonra Mustafa Kemal ile tanışıp dostluğunu kazanmış, özellikle Atatürk’ü yakından tanıtan anılarıyla ünlenmiştir. 1923-1950 yılları arasında milletvekili olarak siyasette de yer alan yazar, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e yakınlığı nedeniyle çok önemli olaylara tanıklık etmiş ve kişisel tarihi cumhuriyet tarihi ile özdeşleşmiştir.
Biz de Atatürk’ün sonsuzluğa göç edişinin 78. yıl dönümünde onun Çankaya adlı eserinde Atatürk’le ilgili anlattıklarından bir demet derledik.
Atamızı saygı, sevgi ve özlemle anıyoruz…
1. Bunlar yazılmazsa ben anlaşılmam
Sözlü, oyunlu ve kadınlı toplantılardan biri idi. Sofranın iki türlü dağılışı vardı. Ya Atatürk’e iyice uyku ve yorgunluk basar, arkadaşlarına izin verir ve yatak odasına çıkar yahut yabancı ve yarı bildiklerle vedalaşıp, birkaç yakın arkadaşını alıkoyardı. Yemek odasında veya eğer bahar ve yaz günleri ise, köşkün bahçesinde kalanlarla biraz daha vakit geçirdikten sonra, hafifler ve ayrılırdı.
O gece gülüşe oynaşa sabahladık. Atatürk benimle birkaç kişiyi sona bıraktı. Gece üstüne bir hayli dedikodu yaptık. Çıkıp gideceğimiz sıra kendisine dedim ki:
— Şimdiye kadar sizin için yalnız yabancılar yazdı. Biz yanınızdayız. Sizi ve eserinizi daha iyi tanıyoruz. İzin verir misiniz, Yakup Kadri ile sizin için bir kitap hazırlasak…
Ferah ve uyanık bir bakışla beni süzdü:
— Dün geceyi yazacak mısınız?
— Canım efendim, bu kadar hususiyetlerinize girmeye ne lüzum var?
— Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılmam ki… Siz de başkalarının yazdıklarını tekrarlamış olursunuz
2. En yakınlarına bile farklı davranmazdı
Atatürk’ün devlet ve halk işlerinde hiç lâubalîliği yoktu. Bir zamanlar akrabasından birini Nafia Vekilliğine (Bayındırlık Bakanlığı) tavsiye etmişti. Bir müddet sonra bir akşam:
— Ben de onu su mühendisi sanırdım, meğer sudan bir mühendismiş, demişti.
En yakın münasebette olduklarının bile devlet hizmetlerinden uzaklaştırılmasına hiç ses çıkarmamıştır.
3. Kendi kendine vefalı bir liderdi
Atatürk ne yaptığını, nasıl yapacağını, kimlere ne yaptıracağını, kimleri nasıl ve nerede kullanacağını bilir pek hesaplı bir adamdı. Yapmış oldukları üzerinde istediğiniz tenkitlerde bulunabilirsiniz. Fakat kendi varmak istediğine ulaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, dostluklarının, yakınlıklarının, sözde sırdaşlıklarının üstünde bilhassa ‘’kendi kendine vefalı’’ bir lider olduğu söz götürmez.
4. Bal almasını bilen bir arı gibiydi
Tarih boyunca bütün kendi gibi olanlara benzerdi. O da bal veren bir çiçek değil, her çiçeğin kendine göre balını almasını bilen bir arı idi. Her çiçeğin kovan peteklerinde şüphesiz bir payı vardır. Fakat çiçeklerden hiçbiri, eğer arı olmasaydı, petekteki balı yapabileceğini söyleyerek övünemez. Ama bu balı zehir sayanlar da bulunabilir.
5. Devlet sırlarını sofrasına taşımazdı
Kuvay-ı Milliye ve devrim yıllarının birçok şöhretlerini, gerçek veya iğreti şahsiyetleri ile, Çankaya meclislerinde tanıdım. Atatürk’ün devlet sırlarını sofrasının üstüne döktüğü sanılmamalıdır. Resmî işlerini sorumlu hükûmet adamları ile görüşürdü. Akşam meclislerinde dostları ile buluşmak, olaylar ve şahıslar üzerine hatıralarını anlatmak, tartışmalarda bulunmak da eski âdeti idi.
6. O son büyük Makedonyalıydı
Onun herkesi fikir ve karakter değeri kadar sırlarına yaklaştıran, devamlı bir telkin sanatının inceliklerini pek iyi kavrayan yaman bir politikacı olduğu unutulmamalıdır. Son büyük Makedonyalı idi. Sofrasında bulunanlar onu
kendi kafalarının iki kulağı ile dinlemişler, çok defa yanılmışlardır.
Bir ‘’emir’’ ve ‘’nehiy’’ zorbası değil de inandırıcı, bağlayıcı bir lider olmayı istediği ve sevdiği için bazen yorucu, pek zeki olmayanları şaşırtıcı, dolaşık yollar seçmiştir.
7. Ne senin arkadaşların korkaktırlar ne de sen korkunçsun
Atatürk’ün davasına ölesiye bağlı, fakat içini dökmekten hiç çekinmeyen fikir arkadaşlarından biri Recep Peker’di. Hatıralarım arasında şöyle bir not var: Âdeta şakalı bir konuşmadan sonra bahis bilmem neden bu korku meselesine geldi. Atatürk, yanında oturan Recep’e:
— Sen benden korkmaz mısın? diye sordu.
Recep güldü. Atatürk:
— Karşıma geç! dedi.
Geçti:
— Korkar mısın, korkmaz mısın, söyle, dedi.
— Hayır, dedi… Ne senin arkadaşların korkaktırlar ne de sen korkunçsun. Biz inanarak senin ideallerine bağlıyız. Sen sevilen adamsın, korkunç olamazsın.
Atatürk:
— Gel gene yanıma otur, dedi.
8. Gönül tellerine dokunan büyülü bir sesi vardı
Atatürk’ün anlatışı ne nutuk söylemesine ne de yazı yazmasına benzerdi. Ara sıra Rumeli ağzına kayan tatlı bir şivesi, gönül tellerine dokunan büyülü bir sesi, hiç bezginlik vermeyen renkli bir hikâye üslubu vardı. İnsanlarda beğenecek pek az şey bulmayı belki süs edinen nice titiz tenkitçiler, sohbet cazibesine kolayca kapılmışlardır.
9. Halktan hiçbir şeyini saklamazdı
Atatürk İzmir’e bir gidişinde Kordon boyundaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini seyrettiğini istemeyen vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki:
— Vali Bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden şüphesi yok. Fakat şimdi masa üstünde kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız.
10. Riyakarlığı sevmezdi
Yaptığını saklamak riyakârlığından, kendi gibi, halkı da kurtarmaya çalıştı. Bir yaz ikindisi Dolmabahçe Sarayından bir motorla Kalamış Körfezine kadar uzanmıştık. Koy sandal dolu idi. Ortalarına sokulduk. Herkesin gözü Atatürk’te ve hepsi put. Ses yok, kımıldanış yok. Atatürk garsona:
— Bize bira getiriniz, dedi.
Getirdiler. Kadehini kaldırarak:
— Şerefinize vatandaşlar… deyince kimi yanı başında, kimi oturduğu yerin altında sakladığı içki kadehlerini:
— Şerefine paşam… diye kaldırıp içtiler. Bütün koy neşe içinde çalkalanıp durdu.
Hatıralarımdan gizleme çabasına düşmeyişim, yalnız Atatürk’ün o sabahki öğüdünü tutmak için değildir. Atatürk kadar iç ve dış, özel ve resmî yaşayışı birbirine karışan, iç içe giren, hatta birbirinden ayrılmayan belki pek az tarih adamı vardır.
11. Halk çocuğu olmakla övünürdü
Mustafa pek küçük yaşta öksüz kaldı. Ailenin geçineceği olmadığı için anası oğlunu okuldan alarak Lankaya taraflarında ağabeyi Hüseyin ağanın çiftliğine gittiler. Dayısı Mustafa’yı çiftlik işlerinde yetiştirmeğe karar verdi. Atatürk kız kardeşi ile beraber karga kovmak için bakla tarlası bekçiliği ettiğini hiç unutmamıştır. Devlet başkanlığı zamanında bir misafirin bu tarla bekçiliği hikâyesine:
— Aman efendimiz… yollu, estağfurullaha benzer, bir inanmazlık göstermesi üzerine:
— Evet öyledir. Ben de herkes gibi doğdum, büyüdüm. Doğuşumda bir ayrılık varsa Türk oluşumdan ibarettir, demişti. Bir halk çocuğu olmakla övünürdü.
12. Her zaman şık ve zarifti
Çocukluk arkadaşlarının anlattığına göre rüştiyede iken Kulekapı Mahallesi’nde bir kızla bir aşk hikâyesi olmuştur. Akşamları okuldan çıkar çıkmaz eve koşar, esvaplarını ütületir, zıpzıp oynayan çocukları seyretmek bahanesi ile kızı pencereden görmeğe gidermiş. Ölüm yatağına kadar süren iyi giyinmek titizliği bu aşk günlerinden kalmıştır, derler.
13. Şiiri, edebiyatı bırak; sen iyi bir asker olmalısın
Arkadaşları arasında güzel konuşan ve şiir yazan Ömer Naci vardı: ‘’Bir gün benden okumak için kitap istedi. Verdiklerimden hiçbirini beğenmemesi pek gücüme gitti. Edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Şiire heves ettim. Eğer kitabet hocam alay emini Mehmet Asım Efendi imdadıma yetişmeseydi şair olup çıkacaktım. Asım Efendi bir gün beni çağırdı, bak oğlum, dedi, şiiri, edebiyatı bırak, sen iyi bir asker olmalısın, öteki hocaların da benim fikrimde. Sen Naci’ye bakma, hayalperest bir çocuk o. İlerde iyi bir şair ve kâtip olabilir, fakat iyi asker olamaz, dedi. Gerçekten de hocamın dediği çıktı. Ömer Naci çok istediği halde kurmay olamadı.
14. Çok onurluydu
Mustafa Kemal’in çok onurlu olduğunu söyleyelim. Mahallesinde sokak oyunlarını seyreder, fakat katılmazdı. O zamanki arkadaşlarından birinin anlattığına göre bir gün komşu çocukları birdirbir oynuyorlarmış. Kendisini de çağırmışlar:
— Gel, sen de oyna, demişler.
Mustafa:
— Peki, demiş ve olduğu yerde ayakta durmuş.
— Ama eğil ki atlayalım, demişler.
Mustafa başını sallayarak:
— Ben eğilmem. Üstümden böyle atlayabilirseniz atlayın, diye cevap vermiş.
15. Hürriyete tutkundu
Sınıf arkadaşı ve eski Genelkurmay Başkanı Asım Gündüz bana:
— Mustafa Kemal okulda iken Fransızcasını ilerletmek için bir yabancı hanımdan ders alırdı. Sonra Paris’teki hürriyetçilerin gazeteleri ile, Fransızca gazeteler getirir, kapalı gizli odada bizlere anlatırdı. Namık Kemal’in ‘’Vaveylâ’’sı ile ‘’Hürriyet Kasidesi’’ni ben ondan dinlemiştim.
16. İnsanın şair olası geliyor
Manastır idadisini bitiren Mustafa Kemal, 13 Mart 1889’da Pangaltı’da Harp Okuluna girdi. O yıllarda genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul’a gelinceye kadar biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad’la (Cebesoy) beraber Büyükada’ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek ne de otelde geceleyebilecek paraları yok. Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş alıp çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir şişe birayı bitirince:
— Şimdi ne yapacağım? demiş.
İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:
— Fuad, demiş, ne iyi içki imiş bu… İnsanın şair de olası geliyor.
Bu ağır ve sert içki bir daha yakasını bırakmamıştı.
17. Bir kurmay dans etmesini de bilmelidir
Mustafa Kemal yalnız Rumeli folklor türkülerini mat sesi ile güzel ve tatlı söylemekle kalmaz, klâsik alaturka musiki makamlarını da bilirdi. Kafaca Batı musikisine inanmış, zevkçe Alaturkaya bağlı kalmıştı. Devrimciliği yıllarında her işte olduğu gibi zevkince değil, kafasınca giderek, millî eğitimde yalnız Batı musikisi öğretimi yaptırmıştır. Gene bu tatil gidişlerinde Selânik’te vals etmeği de öğrenmişti. ‘’Bir kurmay dans etmesini de bilmelidir,’’ derdi.