Kısa öykücülüğün ustası, roman yazarı, boksör ve savaş muhabiri Ernest Hemingway, yirminci yüzyılın en etkileyici yazarlarından biri. Ustaca uyguladığı sade yazma tekniğiyle devrin diğer yazarlarını da etkilemiş bir isim. Aynı zamanda yaman bir adam; yer yer öfkeli, hırslı ve rekabetçi. Yazı hayatına bir gazeteci olarak başlayan Hemingway, 1920’de şubatın ortalarına doğru Toronto’ya gider. Burada Toronto Star’da muhabir olarak görev alır. Toronto’nun yanı sıra Paris’te de 1924 yılına kadar aynı işi yapmaya devam eder. Bu görevi onu Milli Mücadele yıllarındaki Türkiye’ye, İstanbul’a getirir. Türk İstiklal Savaşı’nı gözlemlemek için görevlendirilen Hemingway, 1922 – 1923 dönemlerinde Toronto gazetesi tarafından ülkemize gönderilir. Yazılarının çoğunluğunu İstanbul’dan gönderen Hemingway, Atatürk’e, İstanbul’a, savaşa ve daha pek çok konuya dair önemli bilgiler aktarır.
1. Doğu’nun sihri
Sabah uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda Doğu’nun sihrine eriyorsunuz. Pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına Doğu’da buluyorsunuz. Pierre Loti’nin hikâyelerindeki Doğu’yla, günlük yaşantının Doğu’su arasında gerçekten mutlu bir orta yol bulunabilir. Ama bunu ancak gözkapakları yarı aralıkla bakan biri görebilir. Ayrıca yediklerine aldırmaması, sinek lokmalarına dayanıklı olması şartıyla, tabii.
2. Beyoğlu
İstanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse doğru dürüst bilmiyor. Şimdiye kadar sayım mayım yapılmamış. Bu kentte 1,5 milyon insanın yaşadığı sanılıyor. Yağmur yağmadığı zaman İstanbul’da o kadar çok toz oluyor ki, Pera’ya (Beyoğlu) paralel tepelerin üzerindeki sokaklardan geçen köpeklerin ayaklarından sanki havaya bir toz bulutu yükseliyor. İnsanlar da ayak bileklerine kadar toza batıyorlar ve rüzgâr esti mi, arada tam ve yoğun bir bulut oluşuyor.
3. Türkler ve rakı
Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyorlar, bir yandan da insanların midesini yakıp kavuran rakılarıyla yudum yudum demleniyorlar. Bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek olanaksız gibi bir şey.
4. İstanbul
İstanbul, filmlerden anımsadığımız bir karmaşa ve gizem kenti değildi kuşkusuz. Fotoğraflardan ve tablolardan anımsadığımız kent de değildi. Yaklaşan tren penceresinden uzanan kıvrımlı bir doğrultuda, güneşin kavurduğu ağaçsız bölümlere yayılmış bir evrendi İstanbul. Dört bir yanı denize çıkan bu kentte, denize giren küçük çocukların kıvancını izliyordum. Mavi suların hemen ötesinde kahverengi görünümlü Asya’yla birleşen bir kentti İstanbul. Dev duvarların arasında gürüldeyen bölümlerde, ahşap, derme – çatma yapılarla örgülü boyutsal bir tabloydu İstanbul. Yanımda, pencereden dışarıyı izleyen Fransız, “İşte Stambul” diye tanımlamıyordu görüntüyü. Benim bildiğim adıyla bu “Konstantinopl”, filmlerden anımsadığım kadarınca, beyaz, ışıltılı ve günahlarla örgülü o düşsel kente benzemiyordu. Küçücük pencerelerin belirlediği binlerce evin hemen hepsi, ünlü bir Amerikalı ressamın yapıtlarını andırıyor; kupkuru, kararmış ve rüzgârın bitimsizce dövdüğü çizgide minareler yükseliyordu. Topraktan fışkıran, gri renkli şamdanları andırıyordu minareler.
5. Pera ya da Beyoğlu
Türk şoför “soldakiler” diye devam etti. “Soldaki vapurlar Boğaziçi’ne, sağdakiler ise Adalar’a gider.” Yokuş benzeri bir caddenin üst bölümüne doğru, mağazaları, bankaları ve lokantaları geçerek ilerliyorduk. Dört yabancı dilde yazılı bar ve gazino tabelalarına adeta dokunur gibi yol alan tramvaylar vardı önümüzde. Askeri otoları dolduran İngiliz ve Fransız askerlerinin durmadan klakson çaldığı caddede, işadamı giysili ve fesli adamlar görünüyordu. Bir kitaplığı andıran Amerikan Büyükelçiliği binasını geride bırakarak, işgal güçlerinin merkezi olan bir yapıya ulaştık. Sarı renkli İngiliz Büyükelçiliği’nin de yer aldığı bu bölüm, Pera ya da Beyoğlu denilen bir bölümüydü İstanbul’un. Kaldırım taşlarıyla kaplı Pera, İstanbul’un Avrupa kesimiydi. Resmi yapıların hemen hepsi, küçük Amerikan kentlerindeki postane binalarının kesin bir benzeriydi. Romanya ve Ermenistan konsoloslukları önünde, pasaportlarına vize almaya girişenler, uzun kuyruklar oluşturmuştu. Ermeniler, Yahudiler, Romanyalılar, İstanbul’dan kaçmaya hazırdılar. M. Kemal ordularının kente çok yaklaştığı rivayetleri, her yerde duyulan korkulu bir söylentiydi.
6. İşgal güçleri
İşgal güçlerinin, biz savaş muhabirlerine olan davranışı, ayrıcalıklarla ve özel tercihlerle iç içe bir davranıştı. Örneğin, İngiliz Amirali Jellcoe, kendisinin filo başkomutanlığına karşı çıkan Daily Mail muhabirinden haz etmediği için, bu gazeteciye sürekli engeller çıkarıyordu. Amiralin kızgınlığını önceden kestiren ve bu tepkinin güçlüklerini sınırlamak isteyen Daily Mail muhabiri, Deniz Gücü Kurmay Başkanı’ndan “Bu gazeteciye her kolaylığı gösterin” emri çıkarttığı için, hiçbir kaygı duymuyordu. Gazeteciye verilen özel emri, can sıkıntısı içinde okuyan Amiral, “Bu adamı gitmek istediği her yere götürün” dedikten sonra, gazeteciye şunları anımsattı: “Bu emirde, sana sadece ulaşım kolaylığından söz ediliyor. Konfor ve yiyecekten bahsedilmediğine göre, kıyıya gidip, bir bakkal dükkânı bul ya da kendi oltanla balık avla.”
7. İngiliz deniz filosunun Mustafa Kemal korkusu
İstanbul’a demir atan İngiliz deniz filosunun en büyük kaygısı, Mustafa Kemal’in tek denizaltısıydı. Lenin’in, Mustafa Kemal’e armağanı olan bu denizaltının Rus kaptanı, Mustafa Kemal’in buyruğunda savaşmayı pek uygun bulmayınca, kaptanın Bolşevik komutanı “Odesa’ya geri döndüğünü duyarsam, seni ipe çekerim” diye denizaltı kaptanını hizaya getirecekti. Mustafa Kemal’in denizaltısına büyük tepki gösteren İngiliz filosu, “denizaltının, görüldüğü yerde hemen batırılması” emrini aldı. Karadeniz’e açılan dört İngiliz savaş gemisi, Mustafa Kemal’in denizaltısını aramaya koyuldu, ama bir görünüp bir kaybolan denizaltı, izini kaybettirmeyi başardı. Daha sonraları, Mustafa Kemal’in denizaltısının, Trabzon açıklarına geldiği duyulmuştu. Tam bir korsan gemi görevini üstlenen denizaltı, geçen yolcu ve ticaret gemilerini durduruyor, özellikle Rus kaptan ve mürettebat, refah içinde bir emeklilik için, denizaltıyı ganimetle dolduruyordu. İngilizler, bu ele avuca sığmaz denizaltıyı yok etmek için altı büyük destroyere görev verdiler. Mudanya Konferansı’nın sürdüğü o sıralarda, Mustafa Kemal’in denizaltısının Boğaz’a geldiği haberini değerlendiren bir İngiliz savaş gemisi, denizin Asya kıyısını denetlerken, içi silahlı Türklerle dolu ve İstanbul’a yol alan birçok motoru ele geçirdi. Savaş gemisi komutanı, daha sonra gece karanlığında kıyıya yanaşan büyük bir motora ateş açacaktı. Ortalık sessizliğe kavuşunca, kıyıya bir komando ekibi yollayan İngilizler, kumlara çıkış yapan büyük motorun içinden, karaya çıkan bir atlı gördüler. Projektörlerini motora yönelten İngilizler, Fransızca konuşan bir Türk subayından şu sözleri duydu: “Beyler, biz Kemalist güçlerden bir süvari kıtasıyız ve buraya, size, Mustafa Kemal ordusunun gücünü göstermek için geldik.” Mustafa Kemal’in askerleri “tarafsız bölge” içinde olduklarını hatırlattıkları için, İngilizlerin yapacakları başka bir şey kalmamıştı. O sıralar, tüm İngiliz ordusu, Mustafa Kemal’i kışkırtmamak ve savaşı uzatmamak için özel bir çaba gösteriyordu. Tüm basına uygulanan sansür kaldırıldığı için gazeteciler sevinçten dans ediyorlardı. Kemalistler, her bölümde İstanbul’a sızmayı korkusuzca sürdürdüler.
8. Atatürk’ten sert ültimatom
“Tarafsız bölge” diye anılan yörede, İngiliz ve Türk askerlerini savaşa zorlayacak gerilimin arttığını izliyoruz. Mustafa Kemal’e, “Askerini çek” diye mesaj yollayan İngiliz başkomutan, çok sert bir yanıt aldı. Çanakkale’den ayrılmasını isteyen İngiliz komutana, sert dille yazılmış bir ültimatom yollayan Mustafa Kemal, “Asya kesimindeki tüm İngiliz askerlerinin hemen geri çekilmesini” istiyordu. Ortalıkta savaş olasılığının arttığını söyleyenler çoğalıyordu.
9. Gerilim kenti
İstanbul, tanımsız bir gerilim kenti oldu artık. Toronto’da sık sık uğradığım Woodbine semtindeki at yarışlarında, bu tür bir heyecan duyduğumu anımsıyorum. Bir hastane koridorunda, yoğun bakıma alınmış bir sevdiğinin akıbetini bekleyenler gibi, ürperti ve kaygı içindeydi İstanbul. Bağdat’tan Batum’a uzanan çizgide, İstanbul kavşağında, Levantenlerin, açıkgözlerin, hırsız ve haydutların çemberlediği bir evrenden geliyordum. Toronto, Singapur, Paris ve Şikago’dan algıladığım bir serüven duyusu içinde, İstanbul’u dinliyordum gecede. Mustafa Kemal’in ordusunu bekleyen kentte, patlamaya hazır bir şenlik, patlamaya hazır bir acımasızlık köşelerde pusu kurmuştu.
10. Korku
Mustafa Kemal’in İstanbul’a girişi, tarihin en görkemli şölenlerine başlangıç olacaktı. Tanımı zor bir başarıydı bu. Ama bu onurlu sonun bir bölümünde aç gözlerle bekleyenler de vardı. Aslanın son pençesini attığı anda, payını bekleyen sömürgen ve sürüngenlerin de beklentisiydi bu. Rumları, Ermenileri ve Makedonyalıları saran ürpertiyi yüzlerden okuyorduk. Kaldığım Londra Oteli’nin Rum sahibi, yaşamı boyunca biriktirdiği paralarla aldığı otelde, tek müşterisinin ben olduğumu fısıldadı bana. Otel sahibi Rum, kaderci gözlerle, “Buradan benim ölüm çıkacak” diyordu. “Tepeden tırnağa silahlandık, tüm Hıristiyanlar savaşa hazırız” diyordu. Siyah gözlerini, gözlerime diken otelci, şöyle devam etti sonra: “Fransa, İstanbul’u Mustafa Kemal’e vermeye karar verdiği için mi buraları terk etmeye zorlanacağız? Yunanlılar ve Rumlar daima Müttefikler yanında savaştık, ödülümüz terk edilmek mi olacaktı?” Böyle kızgın konuşan bir yığın Rum’a rastladım İstanbul’da. Karmaşa ve kıyım tehlikesi her yanı sarmıştı. Mustafa Kemal’ini kutlamaya girişen bir Türk’ün uğrayacağı saldırı, tüm kenti kana boğacak ilk belirti olabilirdi. Lenin’in devriminden kaçan Ruslar, Mustafa Kemal’in gelişini kaygıyla bekleyenler arasındaydı. Birçoğu gıyaplarında komünistlerce ölüme mahkûm edilen bu Rus mültecilerinin bazıları, Çarlık üniformalarıyla dolaşıyordu kentte. Sovyet gizli polisi Çeka’nın bu mülteciler için Mustafa Kemal’e neler önereceğini kestirmek çok zordu kuşkusuz. Tüm mazlum ülkeler, tüm Doğu, “Mustafa Kemal çok büyük adam” diyordu. Başarılı önderin İstanbul’a girişi, alacağı olumlu tavırla, kazandığı tüm zaferleri çok daha değerli kılabilecekti.
11. Mudanya
Mudanya, Türk İstiklal Savaşı’nda ağır yaralar alan bir Marmara kentiydi. Doğu ile Batı’nın barış İçin toplandığı konferansa ev sahipliği eden Mudanya, Mustafa Kemal’le İsmet Paşa’nın müttefiklere kabul ettirdiği bir haysiyet zaferini de simgeliyor. Batılılar, masaya oturdukları zaman İsmet Paşa’ya dikte ettirmek ya da ona buyruk vermek durumunda değildiler. Batı sadece barış için gelmişti Mudanya’ya. Hep dikte ettiren Batı için, artık yönlendirme ve baskı döneminin geçtiği apaçıktı.
12. Türkiye ve İstanbullular
Ulusal yemeği hindi olan Türkiye’de, neredeyse at büyüklüğünde olan bu tür hindilerin Anadolu bozkırlarındaki etli çekirgelerle beslendiğini öğrendim. Lokantada ısmarladığım biftek, sertliğiyle çene kemiklerimi felce uğrattı. Ama balık yemeklerine diyecek yoktu. Bu kentte, 168 resmi tatil günü olduğunu söylediler. Müslümanlar cumayı tatil seçerken, Yahudiler cumartesi ve Hıristiyanlar da pazar günleri tatil yapıyorlar. Bol resmi tatil olanağını hatırdan çıkarmayan genç İstanbulluların ya devlet dairelerine ya da bankalara kapak attığını söylediler. Akşam dokuzdan önce kimse sofraya oturmuyor bu kentte. Sabahlara kadar açık olan gece kulüpleri, egzotik sürprizlerle dopdolu. Sokak köşelerini dolduran köfteciler, patates kızartma büfeleri, bar kapılarında kuyruk olan taksiler, gece gündüz kıpırdayan bir kent yaşamını muştuluyor.
13. İsmet Paşa
Aralık gecesinde ayrıldım İstanbul’dan. Artık savaş bitmişti. Bu gizem kentinde bir çağın başlangıcında, yepyeni sürprizler başlar gibiydi. İstanbul, o unutulmaz Pera’dan, Haliç’le örgülenen bir anılar kümesine kayıyordu artık. Lozan Konferansı’nı izlemek, sonun başlangıcını izlemek için İsviçre’ye yöneldim. Lozan kentinin belki de en çirkin yapısı olan Chateau de Ouchy’de toplanacaktı liderler. Herkes, İsmet Paşa’yı görmek istiyordu burada. Yüzü hafızalardan kolay kolay çıkmayan, Mustafa Kemal’in sağ kolu olan bu seçkin general, küçümen, sessiz ve gösterişsiz bir kimliği sergiliyordu. Fotoğraflardakinin aksine, sıcak ve yumuşak yüzlü bir adam izlenimini veriyordu İsmet Paşa. Düzinelerce gazetecinin izlediği İsmet Paşa’ya bir toplantı sonrası yaklaşma fırsatı buldum. Kendisine yaklaşıp selam verdiğim sırada, gazeteci kalabalığını aşmaya çabalayan Türk komutan, “Randevu al, bol bol görüşürüz” diye konuştu. Tebessümler saçan İsmet Paşa, asansöre yönelip gözden uzaklaşıverdi. Röportaj randevusu için buluştuğumuzda, çok iyi anlaştım İsmet Paşa’yla. İkimiz de fena düzeydeki Fransızcamıza karşın güçlük çekmedik. İsmet Paşa sık sık mütevazı bir anlatımla, Fransızcasının hiç de iyi olmadığını vurguluyordu. Daha sonra Paşa’yı Montreux kentinde caz müziği çalınan bir dansingde, gösteri yapan dans sanatçılarını izlerken gördüm.
14. İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar
Daily Star ve Toronto Star gazetelerinde çalışan Hemingway’in Türkiye ve dünyadaki savaşların öykülerini anlattığı eser. Yazar bu sıralarda yirmili yaşlarındadır. Benim de yer yer kaynak olarak kullandığım kitapta İstanbul ve savaş daha da derinlemesine anlatılıyor.