Gözünüzü bir an gökyüzüne kaldırın… O sonsuz boşluk, o parlayan yıldızlar, geceye fısıldanan binlerce yıllık bir merakı barındırıyor içinde: “Orada bir yerde yalnız mıyız?” İşte bu sorunun peşine düşen insanlar, yüzyıllardır teleskoplara, radyolara, hatta bazen sadece kalplerinin sezgilerine güvenerek evrenin derinliklerine kulak kesiliyorlar. Uzayın derinliklerinden gelen esrarengiz sinyaller, açıklanamayan göksel olaylar ve hayal gücünü zorlayan iddialar zaman zaman gündeme bomba gibi düşüyor. Fakat işin aslı şu: Bu olayların çoğu, uzaylılar yerine bildiğiniz insan hatası, doğanın pek de tanımadığımız sırları ya da teknolojik karışıklıklar yüzünden yaşanıyor. Yani çoğu zaman, “Buldum!” diye sevinilen anlar, “Yanılmışız” diye geri çekiliyor. Ama bu, insanlığın hayalini söndürmüyor, tam tersine daha da körüklüyor! İşte geçmişte dünya dışı yaşam bulduğumuzu sandığımız olaylar!
1. 1976: Mars’ta uzaylı yaşamına ilişkin ilk tartışmalı ipucu
Uzayda yaşam var mı sorusuna ilk ciddi cevap aldığımız yıl 1976’ydı. O dönemde NASA, Mars’a gönderdiği Viking uzay araçlarıyla büyük bir bilimsel heyecana kapıldı. İkiz iniş araçları, Mars toprağında canlılık olup olmadığını araştırmak üzere özel deneylerle donatılmıştı. Ve işte o deneylerden biri, bilim dünyasını adeta ayağa kaldırdı!
Deneyin mantığı basitti: Mars toprağına besin maddeleri eklendi ve ortaya çıkan gaz salınımları gözlemlendi. Sonuç? Topraktan gaz çıkışı gözlendi! Bu da, bazı bilim insanlarının, “Acaba Mars toprağında minik mikroorganizmalar mı var?” diye düşünmesine yol açtı.
Ancak bu umut kısa sürdü. Aynı görevde kullanılan başka bir cihaz, organik molekül tespit edemedi. Bu da birçok uzmanın, “Yok ya, bu gaz çıkışı sadece reaktif kimyasalların (mesela hidrojen peroksit gibi) yaptığı bir tepki olabilir” diyerek işin ucunu bırakmasına sebep oldu. Ama herkes öyle yapmadı.
Bu deneyin başındaki isim Gilbert Levin, 97 yaşına kadar bu durumun bir yaşam belirtisi olduğunu savundu. Hatta Slovakya’dan astrobiyolog Musilova bile öğrencilik yıllarında bu deneyin verilerini incelemeyi hiç unutamadığını söylüyor. Ona göre bu görev, başka bir gezegende yaşam arayışında atılmış en somut ilk adımlardan biriydi.
2. 15 Ağustos 1977: Uzaylılardan haber almış olabileceğimiz gece
Şimdi sizi 1977 yazına götürüyoruz. Bir yaz akşamı, astronom Jerry Ehman evinde, Ohio’daki Big Ear Radyo Teleskobu’ndan gelen verileri inceliyordu. Derken bir sayfada garip bir şey fark etti: 6EQUJ5. Bu, teleskopun kaydettiği bir radyo sinyalinin şiddetini temsil eden bir diziydi ama öyle sıradan bir sinyal değildi bu.
Ehman bu olağandışı veriyi görünce kalemi kaptı ve bu altı karakterlik diziyi kırmızıyla daire içine alıp yanına tek bir kelime yazdı: “Wow!”
Evet, gerçekten de “Vay canına!” denecek türden bir sinyaldi bu. Tam 72 saniye boyunca sürdü ve normal uzay radyo sinyallerinden tam 30 kat daha güçlüydü. İnsan teknolojisi tarafından yaygın olarak kullanılan bir frekans aralığına denk geliyordu. Dahası, hidrojenin yaydığı frekansla aynı aralıktaydı. Bilim insanları uzun zamandır zeki bir medeniyetin bu frekansı kozmik bir kartvizit olarak kullanabileceğini tahmin ediyorlardı.
Ehman, yıllar sonra yaptığı bir açıklamada, “Bu sinyalin, dünya dışı zeki bir uygarlıktan gelmiş olabileceği ihtimalinden başka hiçbir açıklama getiremiyorum,” demişti.
Ama işin en ilginç tarafı şu: Bu sinyal bir daha hiç duyulmadı. Ne tekrarı oldu, ne benzeri… Sanki birileri gökyüzünde el sallayıp kaybolmuş gibi. Bilim insanları sinyalin geldiği yönü incelediklerinde, Yay takımyıldızında oldukça boş bir bölgeye işaret ettiğini fark ettiler. Ne bir yıldız, ne bir gezegen vardı orada.
Yıllar içinde farklı teoriler ortaya atıldı: Belki bir kuyruklu yıldızdı, belki de nadir bir kozmik olay. Ama kimse kesin bir şey söyleyemedi. “Wow! Sinyali” hâlâ açıklanamamış en büyük uzay gizemlerinden biri olarak kaldı. Belki de o gece gerçekten birileri bize seslendi… Kim bilir?
Hayal edin, 1800’lü yılların sonları… Teleskoplar henüz bugünkü kadar güçlü değil ama gökyüzü merakı sınır tanımıyor. O dönemlerde birçok gökbilimci, Mars’ı hayranlıkla izliyor ve bu kırmızı gezegenin yüzeyinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. İşte tam da bu dönemde, İtalyan astronom Giovanni Schiaparelli teleskopunu Mars’a çevirdi… Ve gördüğü şey, tarihi bir yanlış anlamanın fitilini ateşledi!
Schiaparelli, Mars’ın yüzeyinde doğrusal ve karanlık bazı çizgiler fark etti. Bunlara “canali” adını verdi. İtalyancada bu kelime aslında “kanallar” ya da “geçitler” anlamına geliyor. Ancak İngilizceye çevrilirken işler karıştı. “Canali”, doğrudan “canals” olarak çevrildi ve bu da insan eliyle yapılmış su yollarını çağrıştırıyordu. İşte o andan itibaren insanların kafasında yepyeni bir fikir şekillendi: Mars’ta zeki varlıklar vardı ve bu varlıklar gezegenlerine su taşımak için kanallar inşa etmişti!
Bu fikir öylesine büyüleyiciydi ki, Amerikalı zengin astronom Percival Lowell adeta bu teorinin en büyük savunucusu haline geldi. Üç ciltlik kitabında Marslıların teknolojik ama ölmekte olan bir uygarlık olduğunu, suyu kutuplardan ekvatora taşımak için dev su yolları yaptıklarını savundu. Hatta bu “kanalların” bir mühendislik harikası olduğunu söyledi! Tabii bu iddialar yalnızca bilim çevrelerinde değil, halk arasında da büyük yankı uyandırdı. HG Wells’in “Dünyalar Savaşı” romanı gibi klasik bilim kurgu eserler bile bu düşünceden ilham aldı. Mars, o andan itibaren yaşam olasılığı taşıyan gizemli bir dünya olarak zihinlere kazındı.
Ama bilim ilerlerdi, değil mi? Teleskoplar gelişti, sonra uzay araçları Mars’a gönderildi. 1960’larda NASA’nın Mariner görevleri sayesinde Mars’ın yüzeyi net bir şekilde görüntülendi. Ve ne çıktı biliyor musunuz? “Kanallar” dedikleri şey aslında birer optik yanılsamaydı!
Mars’ta ne dev su yolları vardı ne de zeki canlılar. Kırmızı gezegen, çukurlarla dolu, sert bir çöl gibiydi.
Ama bu hikâye burada bitmiyor…
Onlarca yıl sonra, bilim dünyası yine Mars’ta yaşam olasılığına dair heyecan verici bir gelişmeyle çalkalandı. 1996 yılında, ALH84001 adlı bir Mars meteoru Antarktika’da bulundu. Bilim insanları bu taşın içinde mikroskobik yapılara rastladı. Kimilerine göre bu yapılar, çok çok eski mikroskobik canlıların kalıntılarıydı. Hatta bazı kimyasal izler de yaşam belirtisi olarak yorumlandı.
Ancak bu sefer bilim dünyası çok daha temkinliydi. Bazı uzmanlar bu yapıların biyolojik değil, jeolojik süreçlerle de oluşabileceğini savundu. Tartışma hâlâ sürüyor, ama şu bir gerçek: Bu taş sayesinde astrobiyoloji adında yepyeni bir bilim dalı doğdu. Artık bilim insanları yalnızca “Dünya dışı yaşam var mı?” demiyor, aynı zamanda “Varsa, nasıl tespit ederiz?” sorusunun da peşine düşüyorlar.
Carnegie Bilim Enstitüsü’nden astrobiyolog Andrew Steele bu konuyla ilgili şöyle diyor:
“Eğer bu meteor olmasaydı, bugün astrobiyoloji diye bir alan belki de hiç olmayacaktı.” Dünya dışı yaşam bulduğumuzu sandığımız olaylar yazımıza devam ediyoruz.
4. Tabby Yıldızı’nın gizemi
2015 yılına geldiğimizde, Kepler Uzay Teleskobu’ndan gelen verilerle bilim dünyası bir kez daha şaşkınlığa uğradı. Gözlemlenen yıldızlardan biri, yani KIC 8462852 ya da diğer adıyla Tabby Yıldızı, alışılmadık davranışlar sergiliyordu. Bu yıldız, zaman zaman parlaklığını %20 oranında kaybediyor, sonra tekrar eski haline dönüyordu. Hem de düzensiz bir şekilde! Bu olay günlerce, bazen haftalarca sürüyordu.
Bilinen hiçbir doğal fenomen böyle bir ışık değişimini açıklamıyordu. Hal böyle olunca, “acaba bu yıldızın çevresinde gelişmiş bir uygarlık mı var?” sorusu gündeme geldi. Hatta bazıları, yıldızın enerjisini toplayan devasa bir Dyson küresi – yani uzaylılar tarafından yapılmış bir mega yapı – tarafından kapatıldığını öne sürdü!
Ancak bilimsel yöntem neyi gerektirir? Elbette alternatif açıklamalar aramayı. Sonraki gözlemler ve geniş katılımlı çalışmalar, yıldızın ışığını engelleyen şeyin büyük ihtimalle kozmik toz bulutları olduğunu gösterdi. Yani muhtemelen uzaylılar değil… Ama o tozun nereden geldiği de tam bir gizem!
Bu da bizlere şunu hatırlatıyor: Uzayda bazen cevaplar sorulardan bile daha karmaşık olabilir.
Dünya dışı yaşam bulduğumuzu sandığımız olaylar yazımızın sonuna geldik. 2020 yılında, Venüs’ün üst atmosferinde fosfin gazı bulunduğu açıklandı. Bu gaz, Dünya’da genellikle bakteriler tarafından ya da çürüyen organik maddelerden oluşur. Zehirli ve keskin kokuludur. İşin ilginç tarafı, fosfinin bilinmeyen jeolojik süreçlerle değil, yaşamla bağlantılı olarak ortaya çıkması çok daha yaygın!
MIT’den bilim insanı Clara Sousa-Silva o günlerde şöyle demişti:
“Bilim insanlarının fosfini yaşam olmadan açıklamak için her yolu düşünmesini isterim çünkü biz artık tükenmiş durumdayız.”
Ama sonra işler yine karmaşıklaştı. Bazı araştırmalar gazın, fosfin yerine kükürt dioksit olabileceğini savundu. Diğerleri ise ölçüm hatası olduğunu iddia etti. Fosfin sinyali bir anda netlikten şüpheye dönüştü. Ve bugün hâlâ şu sorular yanıtsız:
Venüs’te gerçekten fosfin mi vardı? Eğer varsa, bu neyin sonucu? Yaşam mı, başka bir kimyasal mı?