Yine bir dönem filmiyle, bir biyografi filmiyle karşı karşıyayız. Ön yargılarımızı göz ardı edip izledik ve çok beğendik. Zamanında sektörü kasıp kavuran Mel Gibson ve Sean Penn yıllar sonra dahi unutulmayacak performanslarıyla adete büyüledi. Şimdi biraz daha detaylarına inelim.
Mel Gibson 20 sene beklemiş !
1999’da yazar Simon Winchester’ın aynı adlı kitabının (The Professor and The Madman) haklarını satın alan Mel Gibson bu projeyi hayata geçirmek için 20 sene beklemiş. Sürekli dönüşüm halinde olan bu sektörde 20 yıl bir hayli uzun bir zaman. Peki beklemesine değmiş mi? Burada insanlar iki farklı görüşe ayrılıyor. İlki “keşke daha önce çekilseydi çünkü erkek egemen film daha sert anlatılmalıydı” diğeri ise “değmiş çünkü kadınların da böyle gösterilmesi gayet güzel durmuş”. Biz açıkçası ikinci görüşteyiz.
“Yapacak bir şey bulamadık sözlük yapalım”
Filmin konusundan çok kısada bahsedecek olursak İngiltere en sağlam yıllarını yaşarken ( ortalama 1800’ler) “Dünyanın her yerinde konuşulan dilimizin bir sözlüğe ihtiyacı var, haydi yapalım” derler ve böylece dahimiz James Murray ile delimiz Dr. William abilerimiz gelmiş geçmiş en büyük sözlüğü yapmaya başlarlar. Fragmanını da izleyebilirsiniz.
Deli ve dahinin yolları nasıl kesişti ?
Üniversite mezunu olmayan ama Oxford’un bu sözlük için hazırladığı heyetin başına geçen (10’dan fazla dili kökenine kadar bildiği için) James Murray gönüllülük esaslı bir posta ağı kuruyor ve aynı zaman diliminde eski subay ve doktor olan William deliler hastanesinde kaldığı odasında bu işe gönüllü olmaya karar veriyor.
Sözlük içinde sözlük
Dr William gönüllü olmaya karar veriyor ama bu gönül işi o kadar ayrı bir boyuta taşınıyor ki James Murray “Bunu biz yaptık” diyor. Peki bu boyut nasıl bir boyut ? Şöyle: Dr. William bu işe o kadar kendisini kaptırıyor ki yardım amaçlı 10 bin kelimelik bir sözlük oluşturuyor hatta sadece James Murray’ın takdirini kazanmakla kalmıyor aralarında bir de dostluk başlıyor.
Aşk olmazsa olmaz
Özellikle güzel filmlerde en ufak bir spoiler tadımızı çok kaçırır o yüzden aşk hikayesinin konusunu anlatmayalım başka bir taraftan bakalım olaya. Öyle bir aşk hikayesi yaşanıyor ki öyle kefaletler ödeniyor ki bu aşk hikayesine gözlerimize inanamıyoruz. Normalde gerçek olaylardan esinlenilmiş filmlerde abartı olur ama bu sefer tam tersi olmuş. Sadece bu aşk hikayesindeki felsefe için bile izlenir.
Oyunculuklar üst düzey
Hangisini anlatmaya başlayacağımıza karar veremedik. Başrolünden figüranına her biri birbirinden olağanüstü hayat vermiş karakterlere. Game of Thrones’ten alışık olduğumuz Natalie Dormer 6 çocuklu bir anneyi oynamış , oynamış demek ayıp olur resmen yaşamış. Zaten Mel Gibson ve özellikle Sean Penn yıllar sonra dahi hatırlanacak bir işe imza atmışlar. Ama gönlümüzü bir gardiyana kaptırdık. Muncie karakteri daha iyi nasıl oynanır sorusuna cevabı bulamadık. Eddie Marsan’ın ellerine sağlık…
2 saat 4 dakikalığına 19. Yüzyıl İngiltere’sine gidiş bileti
Kostümler, dekorlar, yaratılan havalar o kadar birbiriyle uyum içindeydi ki resmen o yıllara eşlik ettik. Bazen gerçek görüntü koyma amacı taşısalar da (böyle bir amaca hiç gerek yoktu aslında…) adeta 19. Yüzyılın ortasında bulduk kendimizi.
Vizyona teşekkür
Bir önceki yazımızda filmi beğenmediğimiz için vizyona sitem etmiştik. Ama bu seferde de bir teşekkürü borç biliriz. Uyarlama filmlere senaryonun özgünlüğü açısından son derece karşı çıksak da bu film bütün bu ön yargılarımızı alıp götürdü hissettirdiği felsefe sayesinde. Bir filmi iyi yapanın neler olduğunu gösteren ve bizi mest eden bu yapımı izlettirdiği için vizyona teşekkürler…