Bugün dünyadan efsanevi bir rock starın ayrıldığı gün olarak tarihe geçecek: 11 Ocak 2016’da David Bowie hayata gözlerini yumdu diyerek bitecek onun hakkında yazılmış yazılar. Sonuç olarak insanların çoğu için bu dünyaya kendi isimlerini kazıdıkları hep iki tarih vardır: doğum tarihleri ve ölüm tarihleri (Bkz: Mezar taşları). Lakin 16 Ocak, David Bowie’nin tarihe ismini kazıdığı tarihlerden sonuncusu.
Evet, bugün kaybettiğimiz ve ülkemiz de dahil küresel olarak tüm dünyanın haber bültenlerinde uzun uzun haberi verilen David Bowie yaptıklarıyla o kadar çok kez ismini tarihe kazıdı ki: Glam Rock’ı keşfeden adam, pop kültürüne alter ego kavramını getiren adam, Ziggy Stardust’ı yazan adam, Life on Mars’ı söyleyen adam, punk akımına ilham olan adam, elektronik müzikle ilgilenen ilk mainstream adam, neredeyse her albümüyle yeniden doğan adam, adam gibi adam. Eh koskoca Nick Cave bile boşuna söylemiyor herhalde: “O her seferinde kendisiyle birlikte pop müzik kavramını da değiştirdi. Benim için O popun İsa’sıdır ve dolayısıyla da pop müzik ikiye ayrılır: David Bowie’den öncesi / David Bowie’den sonrası”.
O zaman bu şanlı tarihe (hepsini buraya sığdıramayacak olsak bile) biz de şöyle bir göz atalım:
Tanrıyı duymuş tek gözlü çocuk
David Bowie, David Robert Jones ismiyle 8 Ocak 1947 yılında dünyaya geldi. Daha çocukken müziğe olan kabiliyeti ile hem ailesinin hem de öğretmenlerinin dikkatini çekmişti. Kendisi de daha o yaştan sıkı bir rock’n’roll dinleyicisiydi. ABD’den çıkan bu yeni akıma dair ne varsa kafasında biriktiriyordu genç Bowie. En sevdiği isim ise Little Richard’tı. Onun Tutti Frutti şarkısı için şöyle der: Şarkıyı ilk dinlediğimde tanrıyı duydum.
Bu dönemden kalan en üzücü durum ise ilkokul da bir kız mevzuu yüzünden bir arkadaşıyla kavga eden David, sol gözüne gelen bir darbe sonucunda görme yetisini kaybeder. Bu yüzden artık dünyaya sadece tek bir sağlıklı göz ile bakacaktır. David için bu durum dünyaya küsme nedeni olmaz. Hatta diyebiliriz ki bu olaydan sonra, hasar alan gözün renginin değişmesiyle artık iki farklı göz rengi vardır ve bu görüntü onun ileride yaratacağı alter ego kimliklerle de birebir örtüşür. Zaten ona kör bir göz armağan eden kavgacı arkadaşı George Underwood ile sıkı fıkı dost olurlar. Hatta Underwood ilk dönem Bowie albümlerinin görsel dizaynlarını bile yapar.
Uzayda yapayalnız bir astronot
David artık büyümüş ve hayatının geri kalan döneminde ne yapacağına karar vermiştir: Şarkıcı olacakır. Tüm hayatını yönlendirmiş olan rock starlar gibi o da kendi şarkılarını yazacak ve söyleyecektir. Tabi her şey o kadar da kolay olmaz. Pek çok grup kurar, kendi solo albümler çıkarır, şarkılarını radyolara yollar ama bir türlü istediği başarıyı elde edemez. Pek çok farklı sahne ismi de kullanmıştır bu arada ama en sonunda çok sevdiği Mick Jagger’ın soy isminden de ilham alarak bir dönem İngiltere’de çok moda olmuş bir bıçak markasını kendi soyadı yapar ve artık o David Bowie’dir. İlk başarısı da çok kısa bir süre sonra gelir: Uzayda kaybolan bir astronotu anlattığı (Astronotumuzun ismi Major Tom –ki yıllar sonra Ashes to Ashes şarkısında bu astronota yeniden bir dokunuşta bulur: ashes to ashes / funk to funkie, we know Major Tom is a junkie) şarkısı Space Oddity hem ilgileri ona çeker hem de listelerde iyi bir başarı sağlar. Gerisi de çorap söküğü gibi gelir.
Dünyayı satan adam
1970 yılında iyi albümler serisinin ilki çıkar: The Man Who Sold The World. Albümün şizofreni, paranoya, delilik, yalnızlık ve yabancılaşma temalı şarkıları dinleyicinin tüylerini diken diken eder. İlk müzikal değişim de bu albümle gelmiş olur. O ana kadar çıkarmış olduğu iki albümde genel olarak klasik rock’n’roll ve country temaları kullanan Bowie, birden o ana kadar duyulmamış hard rock iksiriyle piyasalara dalar. Aslında bu hem müziğin içeriği hem de Bowie’nin görüntüsü itibariyle yeni bir akımın doğuludur: Glam Rock! 60lardan yeni çıkmış sevgi, çiçek, mutluluk ve barış hülyalarında olan toplumun suratına da atılmış bir tokat gibidir albümün şarkıları. Aslında Bowie yeni bir on yılın çizgisini de böylece belirlemiş olur: Çiçek devrimi sona erdi. Albümün en akılda kalıcı olan yanlarından biri Bowie’nin albüm kapağında kadın kıyafetleri giyerek vermiş olduğu pozu ve ikincisi de yıllar sonra bir diğer efsane Kurt Cobain tarafından yeniden bestelenip günümüze kadar yine popüler ettiği The Man Who Sold The World şarkısıdır. İki ayrı yorum; ikisi de şahane.
Mars’ta yaşam var mı?
Hazır Glam Rock’ı keşfettin hele biraz takıl, parasını çıkar, tadına var değil mi? Yok olmaz. Bowie bir sonraki albümüyle hemen değişivermiştir bile: Hunk Dory. Albüm Pretty Things ve Life on Mars? Gibi şarkılarıyla akıllara kazınmıştır. Bowie bu albümde iki önemli isme desaygı duruşunda bulunur: Andy Warhol ve Bob Dylan. Albümün iki şarkısı bu iki usta için yazılmıştır.
Ve Ziggy gitar çalar…
Ama David Bowie asıl büyük patlamasını Ziggy Stardust ile yapar. Sahneye David Bowie olarak değil, yarattığı ilk alter ego Ziggy Stardust ile yapar. Grubunun ismi ise Spiders From Mars’tır. Ziggy Stardust sözüm ona dünya dışı bir varlıktır, insan formunda dünyaya iner ve şarkılarıyla sadece beş senesi kalmış dünyalılara barış ve sevgi dolu mesajlar verirken, dünyalılarca tanrılaştırılır ve kendi hayranları tarafından yok edilir. Onun için geriye tek bir seçenek kalmıştır: Rock’n’Roll Suicide. The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders From Mars albümü içeriği, müziği, tüm şarkıların tek bir hikaye anlattığı gerçek bir konsept albüm olması ve Bowie’nin sahne kıyafetleri ve alter egosuyla öyle bir etki yaratmıştır, etkisi yıllar boyunca silinmemiş ve onlarca sanatçıyı etkileyip ilham kaynağı olmuştur.
İstasyondan istasyona, bir karakterden diğerine
Ziggy sonrasında Bowie birbirinden başarılı albümler yapıp Aladdin Sane ve Thin White Duke gibi farklı alter egolarla ve Diamond Dogs, Station to Station gibi albümlerle müzik kariyerine devam eder. Bu dönemden The Jean Genie, Rebel Rebel, Diamond Dogs, Golden Years gibi şarkılarıyla da listelerde hep en üst sıralardadır. Bu arada yine değişimin geldiğini hisseden Bowie, gitarını neredeyse bir kenara bırakıp biraz daha soul biraz daha funk takılmaya başlar. Hiç kimseyi beğenmeyen John Lennon bile seve seve David Bowie ile birlikte çalışır ve ikilinin yaptıkları Fame şarkısı büyük başarı kazanır. Bu dönemde çıkmış olan Young Americans albümü de yine büyük başarı kazanmıştır.
Berlin’de bir kahraman yeniden doğuyor
Kendini tekrar etmekten ölesiye korkan David Bowie, tüm başarıların ardından bir turneye çıkıp milyonlarca dolar kazanabilecekken o zamanlar kimsenin kapısını bile çalmadığı Almanya’ya taşınır ve yine o sıralar kimsenin ilgisini çekmeyen Alman elektronik müziği ile ilgilenmeye başlar. Bu sefer ki değişim oldukça radikaldir. Hani şimdiki nesil için bir örnel vermek gerekirse, Radiohead’in OK Computer sonrasında Kid A gibi bir albüm yapması gibidir David Bowie’nin 76 yılında çıkardığı Low albümü. Tüm hayranlarını ve eleştirmenleri ne düşüneceklerini bilemedikleri bir albümle baş başa bırakan David Bowie en büyük övgüyü ünlü klasik müzik bestecisi Philip Glass’tan alır. Low ona göre başlı başına bir başyapıttır hatta kendisi yıllar sonra yazdığı 4. Senfonisi de bu albüme ve Bowie’ye ithaf eder. Berlin döneminden üç albümle döner Bowie: Low, Heroes ve Lodger. Peki burada asıl dikkat edilmesi nedir: The Man Who Sold The World ile Ziggy Stardust ile punk’ın kapısını aralamış olan Bowie, İngiltere punk ile yıkılırken bu sefer de ambient, minimalist akımlarla süslü yeni bir türün kapısını aralamaktadır. Zira bu üç albümden sonra seksenli yıllarda punk bir kenara bırakılacak elektronik müzik gittikçe yükselişe geçecektir. Görüldüğü üzere Bowie, koskoca bir pop kültürüne kaptanlık etmektedir.
Gel dans edelim Çinli kız
60lı ve 70li yılların rock starları seksenli yılların müziğine adapte olamadılar. Pek çoğu yitip gitti, kimileri ise uzun bir kış uykusuna dalıp doksanlı yıllarda yeniden uyandılar. David Bowie elbette hazırlıklıydı. Bırakın uyumayı China Girl Ve Let’s Dance şarkılarıyla kendi satış rekorlarını bile kırmayı başardı.
Bitmeyen bir ansiklopedi
Doksanlı yıllar ve ikibinlerde de üretkenliği devam etti Bowie’nin. Hiçbir zaman uzun soluklu bir arası olmadı. Belki de müzik dünyasının Woody Allen’ı gibi biraz Bowie. Her albümü olağanüstü değildi belki ama hiçbir albümü de kötü değildi. Ne hayranları ne de eleştirmenler tarafından amansızca eleştirilebilmiş tek bir işi bile olmadı. Bu yıllarda da sürekli farklı soundların peşinde koşup durdu. Çok değil daha 3 gün önce doğum gününde son bir albüm daha çıkardı Bowie: Blackstar! İşin üzücü kısmı albüme ismini veren şarkı için çektiği klipte ölmekte olan bir uzay adamı görüyoruz: Belki de bizlere son bir mesaj vermek istiyordu bu sefer.
David Bowie’yi bugün bu kadar önemli bir adam yapan şey geride bıraktığı büyük müzikal mirası. Bu öyle bir miras ki ondan etkilendiklerini, müzikleri üzerinde etkisi olduğunu söyleyen kişiler öyle geniş bir yelpazeye içerisinde yer alıyor ki: Lou Reed ve Iggy Pop gibi kendi çağdaşları (-ki bu iki isimle pek çok ortak çalışması olmuştur Bowie’nin. Özellikle Iggy Pop’u ayakta tutan kişidir), New York Dolls, Patti Smith, The Clash, Sex Pistols gibi punkçılar, Marc Bolan ve T-Rex gibi glam ustaları, The Smiths, The Cure, Depeche Mode, Joy Division, New Order gibi yeni akımcılar, Nirvana, Pearl Jam gibi grungecılar, Madonna, Prince, Kesha, Lady Gaga gibi pop ikonları, Blur, Suede, Pulp gibi Britpopçular, Arctic Monkeys, The Killers, White Stripe, Coldplay gibi günümüz üstatları ve Placebo ve Nick Cave ve Radiohead ve Queen… Daha çok uzar gider bu liste. Daha çok şey yazılır. Bir ansiklopedi yazılır. Yazılacaktır da ama şimdi biraz onu dinleyelim. Bize bıraktığı son şarkısıyla:
Ve bizden ona son bir veda, yine onun dizeleriyle:
It was cold and it rained so i felt like an actor
And i thought of mom and i wanted to get back there
Your face, your race, the way that you talked
I kiss you, you’re so beautiful and i want you to walk
(Five Years şarkısından)