11 bin ciltlik bir kütüphane düşünün. Yani bildiğiniz kütüphane düşünün işte. Hani araştırma yapmak için gidip de bulmak istediğiniz kitabı neredeyse bulamadığınız, size yardımcı olamayan görevlilerine öfkelendiğiniz bir kent kütüphanesi. Hah işte bugün 19 alıntıyla anacağımız kişi, bu kütüphanenin ta kendisi.
70 yıl boyunca nefes aldı Cemil Meriç bu dünyada. En kötüsü de bu sürenin neredeyse yarısını gözleri olmadan, kızının, oğlunun, dostlarının gözlerini kullanarak geçirdi. Bir yanında Dante, Balzac, Dostoyevski vardı; diğer yanında Hugo, Marx, İbn-i Haldun. En kötü, en depresif anlarında kitaplarından destek aldı. Ne zaman kendini kötü hissetse kütüphanesine sığındı. Kütüphanesine girerken kirli giysilerinden sıyrılıp, tertemiz, pırıl pırıl giyinen Machiavelli gibi kutsal belledi o da kendi kütüphanesini. Ve en sonunda o da Machiavelli gibi kitap oldu, “kitap yani ışık”.
Quid rides? De te fabula narratur. (Horatius)
(Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen.)
Cam güzeldir, çünkü…
12 Aralık 1916’da Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, “çamurlu sokaklardan geçilerek varılan bir evin odasında” bir oğlan dünyaya gelir. Ev sahipleri Osman Ağa’nın bir asker dostunun ısrarı üzerine bebeğe onun adı verilir; Hüseyin Cemil.
Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderili’yi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lânetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.
Bir savaş çığlığı: Slogan
Babası, Dimetoka’da hâkimlik yapan Mahmut Niyazi Bey, annesi Zeynep Ziynet Hanım’dır.
Slogan, ilkelin ideolojisi. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. İlkelin budalanın papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır. Medeni insan konuşur.
Yaşamak için okumak
Okumaya başladığı ilk yıl, ileri derecede miyop olduğu için gözlük kullanmaya başlar. 4 yaşındadır ve 4 derece miyoptur.
Sekiz yaşına kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını. Babam çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabani dünyada aşinası olmayan hasta bir kadıncağız. Silik, mızmız. 12 Aralık’ta doğan çocuk itilmiş, kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı. Hasta bir gurur. Pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh. Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşam için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım.
Kitaplarla konuşmak
Arkadaş çevresi tarafından hep dışlanır, bolca dayak yer, hakaretler işitir. En kötüsü de, çevresinde bunları dile getirebileceği kimse yoktur. Kendi ifadesiyle, dili başkadır ve gözlükleri vardır. Kendinden utanmaktadır.
Benim trajedim şu bir kaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.
Kamûs ve cinnet
Gözlerindeki sorun ilerler ve ortaokula geldiğinde gözlerinin derecesi 10’a çıkar. Sınıfta tahtaya yazılanları bile göremez, ama bunu dile getiremez de. 1936’da, tam da 12. sınıfa geçmişken, İstanbul’a gelir. Pertevniyal Lisesi’ne kaydolur. Hocaları İhsan Kongar, Nurullah Ataç ve Keysa İdalı gibi isimlerdir.
Kamûs, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamûsa. Eski sözlüğe kızıl bir külâh geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış; sembolizm’in üç silahşörü* de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı’da cinnet bile terbiyeli.
* Arthur Rimbaud, Stephane Mallarme, Paul Verlaine
İzm’ler ve Türkiye gerçekleri
1936 Mayıs’ında tekrar Hatay’a döner. Bir süre ilkokul öğretmenliği yapar. Ardından İskenderun tercüme odasında başkan yardımcısı olur. Beklenmedik bir telefonla görevine son verilir. Bu dönemde kendini artık ‘sosyalist’ olarak tanımlamaktadır.
İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri, itibarları da menşelerinden geliyor hepsi de Avrupalı.
Türk mahkemelerinin ilk Marksist’i
Hatay’ın Türkiye topraklarına dâhil edilmesinden kısa bir süre sonra nezarethaneyle tanışır. Suçu, komünizm propagandası yapmaktır. Mahkemede Marksist olduğunu haykırır. Böyle bir cümle, bir Türk mahkemesinde ilk kez Cemil Meriç tarafından telaffuz edilir. Üç buçuk ay süren tutukluluk hali, mahkemenin beraat kararıyla sona erer.
Havarilerini yaratamayan İsa’nın yeri tımarhanedir, tarih değil. Muhammed’in ilk mucizesi: Hatice-t-ül kübra.
Üvey evlat olmayı göze almak
Sonra Yabancı Diller Yüksek Okulu’na girer. Cemil Meriç bu okulda da aradığını bulamaz. Anfide en arka sıraya oturur, dersi öyle dinler. Yeri geldiğinde hocalarının bilgi eksikliklerini yüzlerine vurmaktan çekinmez. Bir gün dersten sonra hocası Sabri Esat Siyavuşgil kendisine, derslere ihtiyacı olmadığını ve okula gelmesi gerekmediğini söyler.
Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Zira o, yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil. Kaderimizi çizen cemiyet: Fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz zaman erimişizdir, denizdeki herhangi bir dalgayız. Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmakla fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, bir olacağa bağlanıştır.
Toplumu çözümlemiş bir insan: Marx
Kütüphaneler dışında da bir hayatı vardır. Diğer aydınlarla birlikte Nisvaz ve Elit pastanelerinde vakit geçirir. Salâh Birsel’in ifadesiyle, Elit’e gelenlerin en bilgilisi, en kültürlüsüdür Cemil Meriç. Gece gündüz demeden okur. O kadar ki, geceleri masanın üstüne bir sandalye koyar ve bu sandalyeye oturur, ışığa mümkün olan en yakın mesafede kitap okur. Çünkü kordon alacak parası yoktur, tüm parasını kitaba yatırmaktadır.
Marx, ne vahye mazhar bir peygamberdir, ne tecrübe dışı bilgilerle donanmış bir kâhin. Onu beşerilikten uzaklaştırmak, beşeriyete kazandırdığı birkaç büyük hakikate ihanet değil mi? Hayatı, zaafları, hastalıklarıyla, belli bir milletin, belli bir asrın adamıdır Marx. İzm’ler -bu mânâda- insan idraklerine giydirilen deli gömlekleridir. Her …ist, koltuk değneği olmadan yürüyemeyeceğini itiraf eden bir zavallıdır.
İtalya = Dante
Cemil Meriç, evlenme teklifinde bulunduğu tüm kadınlar tarafından reddedilir. Kerim Sadi’nin ısrarıyla tanıştığı Fevziye Menteşoğlu’na ise “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” diyerek evlenme teklifinde bulunur. Aldığı cevap kısa ve nettir: “Cesaretimi takdir edersiniz.” Evlenirler. 1 Nisan 1945’te oğulları Mahmut Ali, 16 Aralık 1946’da ise kızları Ümit dünyaya gelir.
Rüyalarından biri Machiavelli oldu, mısralarından biri Michelangelo. İtalya’ya bir dil armağan etti Dante, yani İtalya’yı yarattı. Ve sefalet içinde öldü. Ve elli yıl sonra bir tanrı olarak kalktı mezarından, bir bayrak oldu: İtalyan birliğinin bayrağı.
Cehennem, görememek…
Yıl 1953 olduğunda Cemil Meriç’in görme yetisi artık hissedilir derecede azalmıştır: 12,5 miyop, kuvvetli hipermetrop. Aile dostları Ahmet Çipe’yi ziyaret ettikleri bir günün sonunda, merdivenlerden düşer Cemil Meriç. Bu düşme sonucunda kahredici şu soruyla karşılaşır eşi Fevziye Hanım: “Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektirikler mi kesik?” Cemil Meriç maalesef artık kördür.
Dante cehennemi anlayamamış dostum. Cehennem hatıraların küllenmesi, ümitlerin susması. Cehennem haykıramamak, ağlayamamak. Cehennem çöl değil, kuyu; sularında yıldızlar parıldamayan kör bir kuyu cehennem. Çölde yıldızlar konuşur, rüzgâr konuşur. Görmek yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Gözbebeklerimizden fışkıran seyyale, mekân canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açılır, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.
Ya ölüm ya da daha muhteşem bir dünya
Tedaviler, ameliyatlar maalesef işe yaramaz. Cemil Meriç için, kitaplarını okşadığı, sayfalarını kokladığı ve hüngür hüngür ağladığı dönemler başlar.
Adam haykırdı: Nemesis, Nemesis! Yıldırımlar gibi ulu çınarlara musallat Tanrıça. Ben ne Olemp’in sırlarını fâşeden bir yarı tanrıydım, ne erguvanlar içinde doğan bir prens. Ama madem ki parmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına lâyık gördün, seni utandırmayacağım. Ya ölüm boğacak şarkılarımı, ya elimden aldığın dünyadan daha muhteşemini yaratacağım.
Bir kilometre taşı: Hint
Beylerbeyi’nde otururken Hint’le ilgilenmeye başlar Cemil Meriç. Göztepe’ye taşındıklarında ise Hint artık başlı başına bir keşif olur onun için. Batılılaşma son hız sürerken, Cemil Meriç’in Hint sevdası 60’ların Türkiye’sinde garip karşılanır, yadırganır. Ama o bambaşka bir dünyanın kapılarını aralamış olmanın heyecanıyla Hint’ten başını kaldırmaz. 1970’lerde ise Cemil Meriç’in Hint sevdası bir kitaba dönüşüverir: Bir Dünyanın Eşiğinde.
Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım, sağ dediler. Saint-Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler. Hint’i yazarken tek amacım vardı: Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Saint-Simon’u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın. Anladım ki, bu iki kelime, aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir.
Kaybederek zenginleşmek
Cemil Meriç Antakya’ya ablasını ziyarete gittiğinde bir kadınla tanışır: Lamia Hanım. Antakya Lisesi’nde İngilizce öğretmeni olan Lamia Hanım’ın Cemil Meriç’in hayatındaki yeri çok özeldir. Fevziye Hanım da özel durumundan dolayı, eşinin Lamia Hanım’a olan bu ilgisine sesini çıkarmaz. Meriç felç olup yataktan çıkamaz hale geldiğinde, Lamia Hanım hiçbir karşılık beklemeden onun bakıcılığını üstlenir.
Münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. Münakaşa hakikati birlikte aramaktır. Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir.
Fevziye Hanım’a veda ve daha içine kapanık bir Meriç
41 yıl boyunca onunla birlikte aynı havayı soluyan, onu bir an olsun yalnız bırakmayan, ömrünü ona adayan eşi Fevziye Hanım’ı kaybeder Cemil Meriç. 10 Mart 1983’te Feyziye Hanım, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilir. Cemil Meriç artık daha bir içine kapanıktır.
Aydın siyasetle uğraşmamalı. Kalabalık tarafından alkışlanıyorsa ihanet içindedir. Yığınların mahkûm ettiği aydın gerçek aydındır. İyi ama hangi yığınların? Sınıflara, milletlere ayrılmış bir Avrupa’da yekpare bir kalabalıktan söz edilebilir mi?
Kardeşleri ölürken hiçbir şey yapmamak
Cemil Meriç, oğluyla Caddebostan’da vakit geçirdiği bir günün sonunda fenalaşır ve vücudu titremeye başlar. Ambulans çağırılır ve Meriç, Haydarpaşa Hastanesi’ne yatırılır. Doktorlar, Ümit ve Mahmut Ali Meriç’e kötü haberi verir; Cemil Meriç artık felçlidir. Bu yetmezmiş gibi bir süre sonra zatürre olur, arkasından da bir kalp krizi geçirir. Prof. Dr Aram Sukyasyan’ın tedavisiyle hayata döner ve taburcu edilir. Tüm bu süreçte Lamia Hanım da onu yalnız bırakmaz.
Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.
Düşünce ve irşat
Feneryolu’nda bir daireye taşınırlar. Cemil Meriç felç geçirdikten sonra bambaşka bir kişilik kazanır. Sürekli yatar durumda olması, onu kötümser kılmaz, tam tersine daha da iyimser yapar. Ziyaretine ya da sohbete gelen hiç kimseyi geri çevirmez, o hasta haliyle bile mümkün olduğunca herkesin sorusuna cevap verir.
Düşüncenin görevi: İnsanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.
Aydın kimdir?
Ömrünün sonuna yaklaşan Cemil Meriç yemek yemez olur. Sadece su içmeye başlar. Doktorlar yeni bir tedavi uygulamaya başlar, ama 12 Haziran’ı 13 Haziran’a bağlayan gece saat 00.25’te 70 yıllık yaşamı sona erer Cemil Meriç’in. 15 Haziran’da Karacaahmet Mezarlığı’na, eşinin yanına defnedilir.
Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddes olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.
Tek hakikat: Her düşünceye saygı
Nefes alıp verdiği süre boyunca, yaşadığı her an okudu Cemil Meriç. Gözlerini kaybettikten sonra da durmadı. Ümit Meriç’in de yardımlarıyla kütüphanesindeki binlerce cilt kitaptan nasiplenmeye devam etti. Sadece okumakla yetinmedi elbet, birçok da eser armağan etti bu topraklara.
* Bu Ülke – 1974
* Ümrandan Uygarlığa – 1974
* Bir Dünyanın Eşiğinde – 1976
* Mağaradakiler – 1978
* Kırk Ambar – 1980
* Bir Facianın Hikâyesi – 1981
* Işık Doğudan Gelir – 1984
* Kültürden İrfana – 1985
* Jurnal – 1992 ve 1994
* Sosyoloji Notları ve Konferanslar – 1993
* Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist – 1995
Ben, herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani, ilan edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: Her düşünceye saygı.
Bonus: Türkiye’nin Ruhu Cemil Meriç
Cemil Meriç’le ilgili birçok detayı bulabileceğiniz kapsamlı bir belgesel.