Tarihi yarımadanın ve Haliç’in karşısında gelişen bölge, öteden beri Yunancada “karşı yaka”, “öte” anlamına gelen Pera adıyla anılmış.
Beyoğlu adının ise Kanuni döneminin Venedik elçisi A. Giritti’nin oğlu Luigi Giritti’nin Taksim dolaylarında bir konakta oturmasından kaynaklandığı söylenmektedir.
Sonraları ve günümüzde Beyoğlu diye bilinen bu bölgeyi gezelim ve Beyoğlu Taksim bölgesine ait birbirinden değerli hikayeleri de öğrenelim istedik hep birlikte.
Çok renkli kimliğiyle bir kozmopolit mekan
Hepimizin bildiği gibi İstanbul neredeyse kuruluşundan bu yana; çok sayıda dil, inanç ve etnik kökene sahip insanın gelip geçtiği, yerleştiği hatta kuşaklar boyu yaşadığı bir dünya kenti. İşte İstanbul’u İstanbul yapan bu çoğulcu ortamda Rum, Ermeni ve Musevi topluluklarıyla Levantenler; Osmanlı İmparatorluğunun Batıyla sıkı ilişkiler içinde olduğu 19. yüzyılda kent içinde özellikle Fener, Kumkapı, Balat-Galata-Pera gibi belirli bölgelerde ilginç yaşam biçimleri ve çevreler yaratmışlar.
İşte bu bölgeler arasında İstanbul’un kozmopolit geçmişindeki yoğunluğunu fiziksel olarak günümüze en çarpıcı biçimde aktaran bölge Galata ve onun uzantısı olan Pera’dır.
Bankadan otele dönüşen tarihi binalar
Eğer Beyoğlu’nu tam anlamıyla gezmek isterseniz Tünel’e filan binmeden yürüyerek çıkmalısınız yukarıya; çünkü asıl ara sokaklar sürprizlerle dolu. Tünelin yanından geçip Bankalar Caddesi’ne geldiğinizde sizi 1800’lü yıllardan kalma pek çok bina karşılar. İşte bunlardan en ilgi çekici olanı, eski Selânik Bankası olarak da bilinen tarihi Generali Sigorta binası. 1880’li yıllarda inşa edilen binanın tarihi Selanik’in tanınmış tüccarlarından Alatini kardeşlerin merkezi İstanbul’da bulunan bir Osmanlı Bankası kurmasıyla başlamış. Daha sonraları birçok bankaya ev sahipliği yapan bina şimdilerde günün modasına uygun olarak butik otele çevrilmiş.
Saray merdiveni görünümündeki sokak
Generali binasını biraz geçince sağ tarafta Galata’ya doğru yükselen Kamondo Merdivenleri’ni görürsünüz. Bu merdivenleri 1850’li yıllarda bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan ve İstanbul’un modernleşmesinde çok önemli katkıları bulunan Kamondo Ailesi’nden Abraham Salomon Kamondo “Art Nouveau” tarzında ve helozon biçiminde, belki de evinden iş yerine daha kolay gidip gelmek için yaptırmış.
Hastane – okul – cami bileşkesi
Kamondo merdivenlerinden Kuledibi’ne çıktığınızda sol tarafta Sankt Georg Avusturya Lisesi’ni, sağ tarafta yine aynı isimli hastaneyi görürsünüz. Geçmişi 1300’lere uzanan, St. Georg Kilisesi’nin de içinde bulunduğu bina kompleksi 1882 yılı Kasım ayında imzalanan bir anlaşma ile satın alınmış ve Almanca konuşan Katolik çocuklar için bir ilkokul ve yetimhane olarak bugünkü binasında hizmet vermeye başlamış. I. ve II. Dünya Savaşları sırasında zaman zaman kapatılan okul, günümüzde eğitim ve öğretimine devam etmekte.
Okul ve hastaneyi geçince küçük bir cami karşılar sizi… İstanbul’un fethinden sonra Pera’da yaptırılan ilk cami olan Bereketzâde Camii… 1948 yılında yıktırılan bu cami, 2006 yılında aslına uygun olarak yeniden yaptırılıp ibadete açılmış.
Şehre tepeden bakan Galata Kulesi
Biraz daha yukarıya çıkınca İstanbul’a tepeden bakan mağrur haliyle Galata Kulesi görünür. Kendisinden İstanbul’un yedi kulesi listemizde de detaylıca bahsetmiştik hatırlarsanız. Dünyanın en eski kulelerinden biri olan Galata Kulesi, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiş. 1204 yılında IV. Haçlı Seferi’nde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında “İsa Kulesi” adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmış.
Türklerin eline geçtikten sonra hemen her yüzyılda yenilenen kule bir müddet rasathane olarak kullanılmış. Galata Kulesi denince aklımıza ilk gelenlerden biri; Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Okmeydanı’nda rüzgarları kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra, tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak 1638 yılında Galata Kulesi’nden Üsküdar-Doğancılar’a yaptığı uçuştur, bir başka olay ise, intihara eğilimi olan şair Ümit Yaşar Oğuzcan‘ın oğlu Vedat’ın “baba, intihar öyle edilmez böyle edilir” diyerek kuleden atlayıp intihar etmesidir.
Koca kiliseler, mütevazi mescitler ve tarihi okullar
Beyoğlu’nu dolaşırken hemen her sokağın içinde ya da caddelerde kocaman görkemli kiliseler görürsünüz. Bunlardan en göz önünde olanlar İstiklal Caddesinde bulunan Santa Maria Draperis Kilisesi, Saint Antonio Kilisesi ve Aya Triada Kilisesidir. Bunların yanında yine sokak aralarına sıkışmış küçüklüğüyle İslamiyetteki tevazuyu simgeleyen camiler de çıkıverir karşınıza; Müeyyedzâde Camii, Şahkulu Camisi gibi… Ayrıca bu semtte azınlıklara ait olan ve halen eğitimine devam eden, Eseyan, Zapyon ve Zoğrafyan gibi tarihi okulları da ziyaret edebilirsiniz.
Galata Mevlevihanesi
Galata Kulesi’nden ayrılıp Tünel’e doğru çıkarken sağ tarafta, müzik aletleri satan dükkanlar arasına sıkışmış gibi duran Galata Mevlevihanesi çıkar karşınıza. 1491 yılında İskender Paşa tarafından yaptırılan mevlevihane, günümüzde Divan Edebiyatı Müzesi adıyla faaliyet göstermekte ve haftanın belli günlerinde burada sema gösterileri yapılmaktadır. Divan Edebiyatı’nın son büyük şairi Şeyh Galip’in mezarı ile Halet Efendi Kütüphanesi de Mevlevihane’nin bahçesindedir.
İstiklal’e çıkmanın en kolay ve kısa yolu: Tünel
Karaköy’e geldiğinizde eğer vaktiniz azsa ya da yokuşu çıkmaya üşeniyorsanız, İstiklal Caddesi’ne ulaşmanın en kolay ve kısa yolu hepimizin bildiği gibi Tünel’dir. İçeriye girdiğinizde hafif bir rutubet kokusu gelse de burnunuza duvarlardaki rengarenk çini panolar ve bir de kuş gibi uçarcasına İstiklal Caddesi’ne çıkmanın keyfi ferahlatıverir içinizi.
90 saniye gibi kısa bir sürede Galata ile Beyoğlu’nu birbirine bağlayan bu yeraltı yolu, 1863’te Londra’da hizmete giren yeraltı toplu taşıma sistemlerinden sonra inşa edilen dünyanın en eski 2. yeraltı toplu taşıma sistemidir. 17 Ocak 1875’te açılan ve toplam uzunluğu 573 metre olan Tünel’in inşaatına 1871’de başlanmış ve inşaat 1874’te tamamlanmış. İlk yapıldığı yıllarda halatlarla çekilen vagonlar artık elektrikle çalışmaktadır.
Günün her saatinde cıvıl cıvıl olan İstiklal Caddesi
İstanbul’a gelen yabancı ve yerli turistlerin uğramadan gitmeyeceği belki de Türkiye’nin en renkli ve kozmopolit caddesidir İstiklal Caddesi. İçinde barındırdığı pek çok başkonsolosluk binasıyla, tarihi mekanlarıyla, pasajlarıyla, sokak çalgıcılarıyla ve yıllardır haklarını savunmak, seslerini çıkarmak ve bu toplumda görünür olmak isteyen birçok insanı ile günün her saatinde capcanlı bir cadde. Tabii son dönemlerde zaman zaman burnumuza gelen biber gazı kokularını ve caddede boy gösteren tomaları da unutmamamız gerekiyor…
Kedilerin mekanı olan Narmanlı Han
Şimdilerde bahçesindeki onlarca kediden dolayı “Kedili Han” da denilen eski, harap ama bir o kadar da görkemli bir bina görürsünüz caddenin sol tarafında, Tünel’den Taksim’e doğru yol alırken. 1831 yılında inşa edilmiş olan bina, 1880 yılına kadar Rusya Büyükelçiliği ve ardından 1914’e dek Rus hapishanesi olarak kullanılmış, daha sonra Narmanlı ailesinin mülkü olmuş. Kimler gelip geçmemiş ki buradan; Ahmet Hamdi Tanpınar 1944-1951 yılları arasında burada oturmuş ve eserlerinin bir kısmını burada yazmış mesela… Ondan başka Bedri Rahmi Eyüboğlu ve ressam Aliye Berger de burda yaşamışlar. Türkiye Ermeni basınının önemli yayın organlarından Jamanak’ın merkezi de uzun süre burada bulunmuş.
Nerede o eski Markizler ve Lebonlar…
Cadde boyunca yürürken tarihin sayfaları arasından sanki size el sallayan ve yapılan restorasyon çalışmalarıyla günümüzde de yaşatılmaya çalışılan karşılıklı iki pastane görürsünüz; Lebon ve Markiz Pastaneleri.
Bir zamanlar Markiz Pastanesinin ilk yerinde Lebon Pastanesi varmış. 19. yüzyıl ortalarında Fransız Büyükelçiliği’nin mutfağından ayrılan Eduard Lebon tarafından açılan bu pastanenin pastaları o kadar meşhurmuş ki Orient Expres (Şark Ekspresi) ile İstanbul’a gelen misafirler öncelikle Lebon’a uğrayıp pasta yerlermiş. Hatta yurt dışına Lebon’dan pasta götürenler bile olurmuş. Lebon Pastanesi daha sonra yolun karşısına taşınmış ve 1940’larda kapanmış.
Müdavimleri arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Namık Kemal gibi sanatçıların da bulunduğu Lebon’a zamanında şapkasız beyefendi ve hanımefendiler giremezmiş. İstanbul tarihinin önemli mekanlarından biri olan ve 1940 yılında Lebon’un yerinde açılan tarihi Markiz Pastanesi de Lebon gibi edebiyatçıların, üniversite hocalarının ve İstanbul’un yeni kentsoylularının tercih ettiği bir yer olmuş. Şimdilerde de bir dilim pasta yemek isterseniz uğrayabileceğiniz farklı birer mekan olarak hizmete devan ediyor bu pastaneler.
Milli şairin öldüğü Mısır Apartmanı
Taksim’e doğru giderken İstiklal Caddesi’nin başlarında, yolun sağ tarafında bulunan ve İstanbul’un ilk betonarme yapılarından olan Mısır Apartmanı’nın yapımına Osmanlı devlet adamı, Mısır eyaleti yöneticilerinden Abbas Halim Paşa tarafından 1905 yılında başlanmış ve inşaat 1910 yılında tamamlanmış. Türk Edebiyat tarihinde önemli yeri olan Mısır Apartmanı’nda, İstiklal Marşı’nın yazarı, şair Mehmet Âkif Ersoy ve bir diğer Türk şair Mithat Cemal Kuntay bir müddet yaşamış ve burda ölmüşler. Ayrıca Atatürk’ün diş doktoru da bu apartmanda olduğu için Atatürk’ün de bu binaya ziyaretlerde bulunduğu bilinmektedir.
Mekteb-i Sultâni ya da anlı şanlı Galatasaray Lisesi
İstiklal Caddesinin tam orta yerine geldiğinizde sağ tarafta, koca duvarları ve muhteşem kapısı ile Galatasaray Lisesi karşılar sizi. Eğitim hayatımıza adını altın harflerle yazdıran bu seçkin okulun tarihi, hepinizin bildiği gibi çok eskilere dayanır. Osmanlı padişahı II. Bayezid tarafından 1481 yılında Galata Saray-ı Hümayûn Mektebi adıyla kurulan bu okul Osmanlı saray eğitiminin önemli bir parçasını oluşturuyordu. Kurum Enderûna üst düzeyde eğitimli görevli yetiştirdiğinden, Mekteb-i Sultanî ve Galata Sarayı Ocağı gibi adlara da sahipti. Günümüzde Fransızca eğitim veren Galatasaray Lisesi; Tevfik Fikret, Timur Selçuk, Barış Manço, Candan Erçetin, Şevket Altuğ ve niceleri gibi pek çok ünlüyü de yetiştiren köklü bir eğitim kurumu olarak eğitim ve öğretime devam etmekte.
Beyoğlu’nun olmazsa olmazı pasajları ve Çiçek Pasajı
İstiklal Caddesi’nde kimi meyhaneleri, kimi sahafları, kimi de hediyelik eşya ve giysi satan dükkanlarıyla ünlü dokuz adet tarihi yapılı pasaj var. Bunların en ünlülerinden biri tabii ki Çiçek Pasajı. Yapımı 1876 yılında biten binanın altında, o dönemde moda olan Paris tarzında düzenlenmiş dükkanlar, üstünde ise lüks daireler varmış. Bugün sazlı-sözlü eğlencenin adresi olan Çiçek Pasajı’nda artık eskisi gibi çiçekçiler yok ama birçok meyhane meraklılarını eğlendirmeye devam ediyor.
Hazzopulo Pasajı
Tabii ki Beyoğlundaki bütün pasajları tek tek anlatmamız mümkün değil ama; 1871 yılında dönemin ünlü bankerlerinden Rum asıllı Hacopulo tarafından yaptırılan Hazzopulo Pasajı da en az Çiçek Pasajı kadar ünlü İstiklal Caddesi’nde. Özellikle öğrencilerin ve gençlerin müdavimi olduğu, “Çaycı Mustafa Amcası” ile bilinen pasaj, Namık Kemal’in İbret Gazetesi’ni burada çıkarması ve Jön Türkler’in buluşma noktası olması bakımından da siyasi tarihimizde ayrıca önemli bir yere sahiptir.
Şark Ekspresi‘nin yolcuları için yapılan Pera Palas
Beyoğlu’na gelip de bugün bir sanat merkezi olan Pera Müzesi’ni gezmemek ve hikayesini anlatmamak olmaz. Haliç’e tepeden bakan Tepebaşı’nda, ünlü Orient Expres’in (Şark Ekspresi) yolcuları için yapılan bu lüks otel 1895 yılında açılmış. Pera Palace Hotel, İstanbul’un en ihtişamlı yapılarından biri olarak açıldığında, birçok ilkleri de bünyesinde barındırıyormuş; mesela İstanbul’da Osmanlı sarayları dışında elektriğin verildiği, ilk elektrikli asansörün ve ilk akar sıcak suyun bulunduğu binaymış otel.
Türkiye’nin Avrupa standartlarındaki ilk oteli olan Pera Palace Hotel, kuruluşundan itibaren tarihi olaylara tanıklık ederek kent kültürünün çok önemli simgelerinden biri haline gelmiş. Pera Palace, 1917 yılından itibaren pek çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ü de ağırlamış. Şimdilerde ise dünyaca ünlü pek çok sanatçının eserlerinin sergilendiği bir sanat merkezi olarak hizmet veriyor.
Caddenin süsü kırmızı tramvay ve “Dingonun Ahırı”
Bugün İstiklal Caddesi’nin simgesi olan ve caddenin ortasında bir aşağı bir yukarı salınan nostaljik tramvayların İstanbul’daki geçmişi neredeyse 150 yıl öncesine dayanıyor. 1871 yılında ilk olarak İstanbul’da hizmete giren tramvayları, elektrikli hale dönünceye kadar “katana” denilen güçlü atlar çekermiş. İşte Şişhane-Taksim arasında çalışan bu tramvayların atlarının bakıldığı Taksimdeki ahırı “Dingo” isminde bir vatandaş işletirmiş o zamanlar. Gün boyu ahıra o kadar çok girip çıkan olurmuş ki “Dingonun ahırı mı burası?” diye bir deyim yerleşmiş dilimize, geleni gideni çok olan yerleri anlatmak için. Bugün tramvayları çeken atlar yok ama; tramvayın peşinden koşup beleş seyahat eden birçok çocuk var İstiklal Caddesi’nde.
İstiklal Caddesi’nde yok olanlar
Yolumuza devam ederken bir yandan da “kimler gelmiş, kimler geçmiş buralardan” sorusunu tekrarlıyoruz içimiz sızlayarak…
İstiklal Caddesi bir anı, tarih ve kültür yumağı ama nedense birilerinin gözleri hep buralarda… İşte bu gözlerin üzerinde olduğu binalardan biri Cercle D’orient binası ve içindeki Emek Sineması. 1875 yılında Ermeni bir vatandaş tarafından yaptırılan bu görkemli bina şimdilerde restore edilmek (!) adına akıbetini bekliyor. Kentsel dönüşüm adıyla katledilen tarihin, yerinden edilen değerleri arasında neler yok ki… Rebul Eczanesi, İnci Pastanesi, Sahaf Librairie de Péra, Robinson Crusoe Kitabevi ve daha niceleri…
Yolun sonu görünüyor
Aslında koskoca bir tarih ve mekan bu kadar kısa vakte sığdırılamaz tabii ki…Buralarda anlatılacak daha pek çok mekan ve anı var; ama günlük rotayı tamamlama vaktimiz geldi. Taksim Meydanı’na doğru yol alırken bir yandan da uzak ve yakın tarih geliyor aklımıza 6-7 Eylül olayları, Gezi olayları ve yitip giden canlar…
“Beyoğlu da İstanbul da her şeye rağmen direniyor kendini yok etmeye çalışanlara!” derken o güzelim Cumhuriyet Anıtı’nın arkasındaki beton tarlasına takılıyor gözlerimiz ve yolun da sözün de sonuna geldiğimizi anlıyoruz böylece… Bir başka rotada buluşmak dileğiyle…