Beyoğlu, tarihi boyunca İstanbul’un eğlence ihtiyacını karşılayan yegane semt olmuştur. Şehrin önde gelen sosyetesi de, sıradan memuru da, işçisi de öğrencisi de eğlenmek için hep bu semti tercih etmiştir. Semt de her zaman kollarını onlara açmış, zamanla değişmiş, değiştikçe evrilmiştir. Elbette eğlence mekanları da sürekli olarak yeni ihtiyaçlara göre şekillenmiş ve kabuk değiştirmiştir. Geçmişten günümüze kim bilir kaç mekan burada İstanbulluları ağırlamıştır, bilemiyoruz. Ama burada gerek ihtişamı, gerek müdavimleri ya da içeriği veya getirdiği yenilikleriyle tarihi boyunca Beyoğlu eğlence hayatına damgasını vurmuş birkaç mekanı hatırlıyoruz. Buyurun bakalım; içkiler sizden, anlatması bizden…
1. Serkldoryan Kulübü
İçinde bulunduğu binadan dolayı mı bu ismi almıştır ya da kendi bu binaya ismini vermiştir bilinmez ama Beyoğlu’nun en dudak uçuklatan yapısında, 19. Yüzyılda Pera’yı sosyalleşmenin ve eğlencenin başlıca yeri haline getiren mekanlardan biri olan Cercle D’Orient isimli bir kulüp açılmıştır. Kurucusu dönemin İngiliz elçisi Sir Alfred Sandison’dur. Hakkındaki masonik iddiaları bir kenara bırakıp biz olayın eğlence kısmına bakalım. 1884 yılında faaliyete geçen kulüp, sabahları insanların gazetelerini okuyup kahvelerini içtikleri, satranç ya da kağıt oyunları oynadıkları, en bilemediniz şimdi yerine bir AVM yapılan Emek Sineması’nın bulunduğu yerde kulübe ait olan bahçede tenis oynamak üzere bir araya geldikleri, akşamları ise içki içip ve dönemin en popüler müziklerini dinledikleri bir yerdi. Kulüp hem Beyoğlu’nun önde gelen Levanten ve yabancı diplomatlarını hem de Osmanlı yönetiminin elitlerini misafir ederdi. Bu açıdan bir çok ticari ve siyasi anlaşmanın belki de bir içki şişesi yardımıyla alındığı mekandı da diyebiliriz. Hatta rivayet odur ki Osmanlının en son yıllarında bir paşa bir arkadaşıyla vatan meselesini konuşurken içkinin de etkisiyle celallenmiş ve nihayetinde 1,5 milyon insanın yerinden yurdundan edilip nice eziyetler çekmesine neden olacak bir kararı tam da burada almıştır denir. 1960lı yıllarda kulüp, Beyoğlu’nun bozulmasından ötürü burayı kapatmış ve Kadıköy tarafındaki Çiftehavuzlar’da olan yerinde faaliyetine devam etmiştir.
2. Taksim Belediye Gazinosu
Hep zenginler eğlenecek değil ya. Halk denilen kesimin de eğlenceye ihtiyacı var. Dönemin halkçı devlet anlayaşının bir yansıması olsa gerek, Taksim Belediye Gazinosu, halkın eğlence ihtiyaçlarını karşılamak üzere, devlet bütçesinden pay ayrılarak yapılmış bir eğlence mekanıdır. Günümüzde Ceylan InterContinental Oteli’nin olduğu yerde 1939 yılında inşa edilen Taksim Belediye Gazinosu, gerçekten de kısa sürede halk nezdinde popüler bir mekan olmuştu. Devlet eliyle açılmış olmasına rağmen, özel bir işletme şeklinde çalışmış olan gazinonun Türk Sanat Müziği’nden caza, klasik müzikten dans müziklerine hem Türk hem de kendi afişlerinden görüp buraya yansıttığımız haliyle “ecnebi artistler”den oluşan geniş bir yelpazesi vardı. Yazlık Salon olarak adlandırılan bir açık alanı ve ana salonuyla birlikte işletme, 60lı yılların başında Fahrettin Aslan’ın yönetimine geçti ve bu sefer de Zeki Müren, Behiye Aksoy, Erol Büyükburç gibi dönemin starlarına ev sahipliği yaptı. Mekan 1968 yılında yerine günümüzdeki otelin inşa edilebilmesi için yıkılıp tarihe karıştı.
3. Kulis Bar
Bugün yıkılıp tarihin bir tozu haline gelmemesine oldukça sevindiğimiz Atlas Pasajı, sineması ve Küçük Sahne’siyle birlikte yıllarca ayrı bir sembolik mekana daha ev sahipliği yapmıştı: Kulis Bar. Kulis Bar, Küçük Sahne’nin açılmasından hemen sonra, pasajın girişinde Guşa isimli bir Beyaz Rus’un işlettiği Rus Lokantasının yerine açıldı. Kurucusu, hem bu Guşa’nın yanında mesleğe komi olarak başlamış hem de Tepebaşı Gazinosu’nda teşrifatçılık yapmış olan Jorc isimli Ermeni bir vatandaştır ama yıllarca Beyoğlu’nun çeşitli yerlerinde çalıştığı için de kendince tanınmış bir şahsiyettir. Kulis, isminin hakkını verircesine, büyük ihtimalle hemen Küçük Sahne’nin ve Ses Tiyatrosu’nun yanında yer almasından dolayı dönemin öncelikle oyuncularının, yazar ve çizerlerinin, entelektüellerinin bir toplanma yeri haline gelmiş. Bu küçücük bar, nice senaryoların şekil verildiği, nice sinema filmlerinin tasarlandığı, anlaşmasının yapıldığı, kim bilir kaç oyuncunun bir diğerinin dedikodusunu yaptığı, oyun sonrasında ya da bir çekim bitiminde oyuncuların ve rejisörlerin günün yorgunluğunu atmak için birlikte içtiği bir dönemin Türk Sanat tarihine tanıklık etmiş yeriydi. Jorc Sütçüyan, bir süre sonra Kulis’i Nişantaşı’na taşıdı çünkü artık Beyoğlu eski Beyoğlu değildi. Aynı mekanda Kulis yıllar sonra yine ve yine açıldı ama o ünlü müdavimlerini bir daha toplayamadı. Jorc Sütçüyan da 2000 yılında, bir dönemin ismi en çok çağrılan bar sahibi olmasına rağmen sadece yirmi kişinin katıldığı bir merasimle toprağa verildi.
4. Kristal Gazinosu
Pek çoğunuz özellikle Gezi Parkı protestoları yaşanırken, buraya yeniden inşa edilmesi planlanan Taksim Topçu Kışlasının eski fotoğraflarına bakmıştır. İşte o kışlanın fotoğraflarına bakarken tam Taksim Anıtı’nın olduğu yerden kışlaya ya da günümüzde The Marmara ve AKM gibi dev yapıların yerinde ne olduğuna bakarken aslında şimdi meydan dediğimiz yerin bir meydan olmadığını gözden kaçırmış olabilirsiniz. Eskiden Cumhuriyet Anıtı’nın tam karşısında Kristal Gazinosu olarak bilinen yer vardı. Kristal Gazinosu, Mahmut Anlar tarafından açılmıştı ve kısa sürede büyük sükse yaptı. Tam meydanda yer alan gazino, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar gibi isimleri kadrosuna ekleyerek kısa sürede rakiplerinin önüne geçti. Gazino, Taksim’in çevre düzenlemesi nedeniyle 1959 yılında yıkıldı. Yine bir şehir efsanesi kulaklarımıza der ki, 1957 yılında İsmet İnönü CHP adına burada bir toplantı düzenlediği için gazino iktidarın hışmına uğramış ve alelacele çıkarılan bir çevre düzenlemesi ile de buldozerlerin altında bırakılmıştır.
5. Maksim Gazinosu
Evet geldik tüm gazinolar arasında en bilinirine. Maksim’in art nouveau tarzındaki binası daha çok yakın bir tarihe kadar ayaktaydı. Aslında Maksim’in hikayesi de neredeyse herkesim malumu. Biz o yüzden Maksim’in Fahrettin Aslan öncesi hikayesinden biraz bahsedelim. Maksim’in ilk kurucusu ABD’de bir köle olarak dünyaya gelmiş, sonra oradan kaçıp Çarlık Rusya’sında garsonluktu, komilikti, işletmecilikti derken yükselip kısa sürede Moskova gece hayatının en bilinir simalarından biri olmuş, 1917 Bolşevik Devrimi ardından da İstanbul’a yerleşmiş olan Frederick Thomas isimli siyahi bir abimizdir. Maksim de kurulduğu 1920li yıllarda bir gazino değil Jazz Kulübüdür ve bu açıdan memleketimizde caz müziğinin tanınıp sevilmesine de ön ayak olmuştur diyebiliriz. Frederick Thomas 1928 yılında hayatını kaybedince Maksim de ışığını kaybeder. Ta ki Fahrettin Aslan 1960 yılında burayı alana kadar. Ondan sonra öyle bir şahlanır ki mekan! Maksim Gazinosu kısa sürede İstanbul gece hayatının rakipsiz bir numaralı mekanı haline gelir. Kimler burada sahne almamıştır ki: Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Ajda Pekkan, Emel Sayın, Bülent Ersoy, İbrahim Tatlıses… daha çok uzar gider bu liste. Seksenli yıllardan itibaren gazinolara olan ilgi azalır. Doksanlarda Maksim Gazinosu artık ölmüştür. 2004 yılında son bir atak yapsa da nafile!.. Mekan tüm o uzun tarihine rağmen bakımsızlıktan yıkılacak noktaya gelir, bir ara otopark olarak bile kullanılır ve en sonunda yanındaki Taksim Sahnesi’yle birlikte elbette otel olmak üzere yıkılır ve tarihe karışır.
6. Çiçek Bar
Seksenli yıllarla birlikte artık Taksim’de eğlence anlayışı değişmeye başlamıştır. Dev gazinolar dönemi bitmiş, yerine daha lokal, daha küçük barlar çoğalmaya başlamıştır. Çiçek Bar da işte tam bu sırada kurulur. 1984 yılında Arif Keskiner ve Aziz Yılmaz isimli yıllarca Yeşilçam’da çeşitli işler yaparak çalışmış iki kişi tarafından açılır. Aslında özel bir bardır. Kapısının önünde “Sinema Severler Derneği Üyesi olmayan giremez” yazılıdır ki gerçekten de girilemezdi. Peki neden bu kadar meşhur oldu? Müdavimlerinden ötürü. Nasıl ki Çiçek Bar’dan yirmi yıl yıl önce Kulis Bar tüm bir tiyatro ve sinema çevresini önce Atlas Pasajı’ndaki ardından da Nişantaşı’ndaki yerinde ağırladı, onlar için bir toplanma mekanı işlevi gördü, Çiçek Bar da aynı işlevi seksenli yıllarda üstlendi. Biz içeriye giremeyenler önünden geçerken bir pencere aralığından ya da kapısından girip çıkarlarken Tarık Akan, Rutkay Aziz, Müjdat Gezen, Savaş Dinçel, Kemal Sunal, İsmet Ay, Bülent Kayabaş gibi isimleri görür ve ünlü görmüş normal halk tepkisi verirdik: Durup dik dik ünlüye bakardık. Çiçek Bar rakı masalarıyla daha çok bilinirdi. Öyle ki Sezen Aksu’nun Yine mi Çiçek şarkısında ki Çiçek burasıdır. Şimdi ise işletmesi değiştikten sonra ne haldedir pek bilinmez ama eskisi gibi parlak bir dönem yaşamadığı malumunuzdur.
7. Kemancı
Artık girişine kırmızı halılar serilen, gelen misafirlerin iki çekirdek bir dirhem olduğu, sahne alan sanatçıların pırıl pırıl kıyafetler içerisinde parfümleriyle binbir farklı çiçek gibi koktukları, garsonların bembeyaz gömlekleri üstünde papyonları, kollarının biri arkada diğeri ile müşterileri buyur ettikleri dönemler mazide kaldı. Devir değişti, müzik değişti, mekanlar da değişti. İşte bu yeni değişimin ilk öncü mekanı ile başlıyoruz. 1986 yılında Galata Köprüsü’nün altında aslında arabesk çalan, İlyas Güray’ın mekanı Kemancı, zamanla gelen gençlerin “abi bize metal çal, bize rock çal hadi bize hard rock çal” diye ısrar etmeleriyle kabuk değiştirip bir rock bar olmuştur. Güray, uzun zamandır yanında çalışan Zeki Ateş’i mekana ortak eder. Mekan, 1992 yılında çıkan bir yangın sonunda önce Ali Poyrazoğlu Tiyatro’sunun üst katına ardında da Sıraselviler’deki 3 katlı o en bilindik yerine geçer. İlyas Güray artık yoktur. Yeni mekanla birlikte Zeki Ateş ve yeni ortağı İsmail Yeter, mekana da yeni bir şekil verirler. Ayrıca önemli bir misyonu da üstlenirler: Türk Rock Müziği’nin nice sesi kariyerlerine burada konserler vererek başlamıştır: Şebnem Ferah ve Özlem Tekin’li Volvox, Teoman, Kaan Tangöze ve Ari Barokas’lı Mad Madame buradan çıkmadır. Mekan gençler arasında o kadar ünlenir ki ve ismi o kadar bilinir olur ki Metallica, Robert Smith, Robert Plant gibi isimler bile Türkiye’ye geldiklerinde buraya uğramadan gitmezler. Aslında İstanbul bir nevi kendi Hard Rock Cafe’sini yaratmıştır. Keşke bu efsane yaşayabilseydi. Lakin 2000li yıllarla birlikte, herhalde yine bir devir ve müzik değişmesi sonucu mekan yavaş yavaş solup gitmiştir. 2013 yılında kaybettiğimiz Zeki Ateş’i de buradan saygıyla analım o zaman.
8. Babylon
Çok değil bundan on sene kadar önce İstiklal Caddesi’ne meydan tarafından girdiğinizde aynı günümüzde olduğu gibi mahşeri bir kalabalıkla karşılaşırdınız ama günümüzün aksine bu kalabalığın yoğunluğu Galatasaray Lisesi’nden sonra kesilirdi. Asmalımescit tarafları genelde daha tenha ve genel çoğunluğun gitmediği bir yerdi. İşte ondan da eski, 1999 yılında Taksim’in bu kesimi “pek de güvenilir” sayılmazken Babylon burada açıldı. Pozitif tarafından açılan Babylon sadece Asmalımescit’e değil tüm İstanbul kültür hayatına yepyeni bir tema getirdi. Bir konser mekanı olan Babylon öyle isimler getiriyordu ki hepimizin ağzı açık kalıyordu: çünkü kim olduklarına dair neredeyse kimsenin bir fikri olmuyordu ama herkes de genelde biliyormuş gibi yapıyordu. Böyle böyle Babylon bizlere mainstream haricinde de bir müzik olduğunu öğretti. Aynı zamanda PR konusunda da o zamana kadar gördüğümüz en güzel işleri yaptılar. Tüm afişleri, görselleri, yazıları hep aynı konseptle sunulurdu ki artık afişi gördüğümüzde Babylon ismini görmesek de işin oraya ait olduğunu bilirdik. Bakmayın siz günümüze. O zamanlarda böyle şeyler özellikle bir mekan için görülmemiş şeylerdi. Babylon’un da aslında bir misyonu vardı. İstanbulluları iyi ve kaliteli dünya müziği ile buluşturmak, tanıştırmak ve sevdirmek. E bunun bir de bedeli vardı tabi. Babylon genel olarak pahalıydı, öyle içerde deli sarhoş kimseleri göremezdiniz çünkü deli sarhoş olabilecek kadar içilmezdi. Bununla birlikte öncü bir mekandı. Asmalımescit’in ve Galata’nın kabuk değiştirip yeniden şahlanmasına ön ayak oldular. Bu sene Babylon o çok sevdiğimiz mekanını kapatıp Bomonti’ye taşındı. Eski yerlerinde yeniden bir faaliyet olur mu bilemiyoruz ama Babylon hala yolculuğuna –iyi ki- devam ediyor.
9. Caravan
Babylon’da öyle çok içemezdiniz çünkü cep yakardı demiştik değil mi? İşte bunun tam tersini düşünün: işte orası Caravan. Balıkpazarı’nda yer alan mekan herhalde en şaşalı dönemini 1997-2002 arasında yaşamıştır. Şaşalıdan kastım şu: Tıka basa gençlerle dolu, son ses müzik, biralar deli gibi akıyor, herkes ter kokuyor, her akşam mutlaka bir olay, tuvaletler hep dolu, mekandan çıkanların kusmaması sağlam bir mideye bağlı… Ama yine de çok güzeldi. Okuldan çıkan herkes Caravan’a koştururdu. Kimseyle buluşmak için sözleşmenize gerek yoktu çünkü mutlaka bir tanıdığa denk gelirdiniz. Caravan’ın en ilginç özelliği ise, Caravan hikayelerinin hep İstanbul dışından gelen misafirlerce anlatılmasıdır. Çünkü ne zaman İstanbullu birinin İstanbul dışında yaşayan/okuyan bir kuzeni/akrabası/yazlıktan arkadaşı falan gelse önce Caravan’a getirilirdi. Nitekim büyük ihtimal bulunduğu şehrin sakinliğine alışmış olan bu masum genç Caravan’a girince sudan çıkmış balık gibi apışıp kalır, ağzı açık etrafı izler, ilk başta bir korkar, bir iki biradan sonra ortama ayak uydurmaya çalışıp kendince headbang yapar, ertesi sabah boynu tutulmuş bir şekilde uyanırdı. İşte bunlar yıllardır bu hikayeyi “ya yıllar önce İstanbul’da beni Caravana götürdüler abi o nasıl bir mekandı” diyerek anlata anlata Caravan’ı sadece Beyoğlu’nun efsaneleri arasına değil aynı zamanda Türk sözlü edebiyatına da başarıyla sokmuşlardır.
10. Kafe Pi (Rock Bar)
Şimdi İstanbul’un hangi semtine gitseniz, hatta Türkiye’nin belli başlı hangi iline gitseniz bir şubesine denk geleceğiniz Kafe Pi’nin hikayesi Küçükparmakkapı Sokak’ta ufak bir çıkmaz sokakta yer alan bu mekanda başladı. Alt katında Matematik Sevenler Derneği (İsmini de bu dernekten almış olacak) olan mekan içeride çay kahve meşrubat içilen armut koltuklarda oturduğunuz sıcak ve samimi bir cafeydi. Zamanla büyüdüler. Alkol satılmaya başlandı, alt kat da bar oldu ve sonra onun bir üst katı da derken Kafe Pi özellikle üniversiteli gençlerin gözbebeği bir mekan haline geldi. Mekanın iki özelliği vardı: İşletmecileri ve garsonları neredeyse gelen herkesi sadece sima olarak değil isimlerine kadar tanıyorlardı. İletişim konusunda oldukça başarılılardı: Ne içeceğinizi bilen hoş sohbet garsonlar, birden tüm barı içine alacak bir etkinlik, özel konsept geceler, yarışmalar, dışarıda düzenlenen piknikler derken müşteriler arasında bir aidiyet duygusu, sloganlar, sadece kafe Pi’ye özel semboller, her birinin vücutlarının çeşitli yerlerindeki pi dövmeleriyle ortamda Romalı lejyonerler gibi dolaşan çalışanlar ile de bir Kafe Pi kültürü yaratıldı. Belki bundan da öte mekan, sunumuyla da bir yenilik getirmişti: Çeşit çeşit kokteyller! O zamana kadar ucuz içki konusunda biranın ötesine çok geçememiş İstanbullu üniversite gençliği Kafe Pi’nin neredeyse bir Balzac romanı kalınlığındaki menüsünde ekonomilerine uygun birbirinden çeşitli nice kokteyl ile Kafe Pi sayesinde tanışmış oldular. Ondan sonra Kafe Pi gittikçe büyümeye başladı, önce Beşiktaş sonra Küçük Beyoğlu, Asmalımescit, İzmir derken daha da çok insanın talep ettiği ve doğal olarak da o eski “bize ait” yer olmaktan çıktı. Popülerleştikçe kötüleşti mi yoksa kötülendi mi ayrı bir konu ama Kafe Pi’nin Taksim’e yeni bir soluk getirdiği ve benzer pek çok mekana öncülük ettiği kesin olan bir şey. Bu ilk bar ise birkaç yıl önce kapandı ve o dönemin müdavimleri için hoş bir sada olarak tarihteki yerini aldı.