20. yüzyılda Rusya’nın en bilinen papazlarından biri olan Grigory Spiridonoviç Petrov; bu görevi dışında bir halk yazarı ve etkili bir hatipti. 1908 yılında Kilise yönetimine karşı yazdığı mektupta yer alan eleştiriler yüzünden aforoz edildi. Papazlık rütbesinin kendisinden alınmasıyla ünü daha da arttı, böylece kendisini tamamen yazarlığa verdi. Ekim Devrimi sebebiyle ülkesinden kaçmak zorunda kalmasına rağmen yazarlığı ve hatipliği bırakmadı. Birçok ülkede konferanslar verdi ve eserlerini kaleme aldı. Gezdiği yerler arasında en çok Finlandiya’dan etkilendi. Öyle ki çoğunlukla Finlandiya seyahatindeki notlardan oluşan ve Finlandiya aydınlarının cehaletle savaşını anlatan bir eser yazdı ve eseri ilk kez 1923’te, Saraybosna’da basıldı. Eser o dönemde birçok dile çevrildi. Başta Türkiye’de olmak üzere, Bulgaristan’da ve Yugoslavya Krallığı’nda en çok beğenilen eserlerden biri haline geldi. Petrov’un kitaplarının başarısı Türkiye’ye göç eden Bulgaristan Türkleri yoluyla Türkiye’ye ulaştı. Eser, 1928 yılında Bulgarca’dan Türkçe’ye çevrilip basıldı. Özellikle Ali Haydar Taner’in çevirisi ile yayımlanan Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı yapıt, Türkiye’deki aydınların dikkatini çekti. Kitabın içindeki fikirler ülkede uygulanması gereken bir eğitim ve kalkınma modeli olarak görüldü. Eser, 2008’e kadar dört defa Türkçe’ye çevrildi ve en az kırk bir baskı yaptı.
1960 Darbesi sonrasında darbeyi yapan askerlerden oluşan Milli Birlik Komitesi ile röportaj yapıldı. Röportaj o dönemde Cumhuriyet gazetesinde yazıları yayınlanan usta yazar Yaşar Kemal tarafından yapıldı. Askerlerden alınan cevaplara göre çoğunluğunun okuyup etkilendiği eserlerden biri de “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” idi.
1. “Finlandiya, Fin dilinde bataklıklar ülkesi anlamına gelen ‘Suomi’ adıyla anılmaktaydı.”
“Finler kendilerine ‘Suomi’ derler ve çok sevdikleri ülkelerini ‘Suomi’ diye tanımlarlar ki bu ‘bataklık arazisi’ anlamına gelmektedir. Fin milletinin hayatında başlıca iki şey kayda değerdir: Birincisi, Rus ihtilaline kadar Finlerin bağımsız bir hayatlarının olmayışı; ikincisi ise bu milletin başlı başına büyük güç sayılacak ve kendilerine önderlik edecek büyük adamlar yetiştirmemiş olmasıdır. Finlerin sahip oldukları büyük kültür ve medeniyet, halkın bizzat kendi çabasının ürünüdür.”
2. “Carlyle göre halk kitleleri, cansız bir balçık yığını olup heykeltıraş eli dokunmadığı sürece öyle kalacaktır.”
“Fakat sonunda bir sanatkâr, büyük bir şahsiyet ve kahraman – Sezar, Napolyon, Büyük Petro, Sokrates, Muhammed- ortaya çıkar ve bu balçık yığınını eline alarak ona çeşitli şekiller verir. İnsanlardan ve kitlelerden istediğini yaratır. Özetle bir halkın ve hatta bütün insanlığın tarihini belli kişiler ve güçlü iradeye sahip kahramanlar şekillendirir. Büyük şahsiyet? Kahraman, gerçekten de şimşektir, fakat halk kitleleri bir balçık veya ot yığını değildir. Halk içinden şimşeğin çıktığı bir buluttur. Bulut elektrik yükü ile dolduğu zaman şimşek çakar. İçerisindeki elektrik olmayan bulutsa sadece bir su buharı birikintisidir, şimşek çaktırmaz. Halk da bulut gibidir. Kimliğinde kahramanlık ve büyüklük ruhu yaşayan bir halk büyük insanlar ve kahramanlar da yetiştirebilir. Sadece soğuk bir sisten ibaret olan halk kitlelerinin şimşek çaktırmasını ise hiçbir güç sağlayamaz.”
3. “Bütün Suomi’yi büyük bir aile kabul ediniz…”
“Bütün ülkeye de o gözle bakınız. Unutmayınız ki, en yoksul kömürcü, kantarcı, hizmetçi ve dul kadın, bütün bir Fin milleti, sizin kardeşleriniz, hemşehrileriniz ve yurttaşlarınızdır. Bunları eğitmek ve uygarlıkta daha kadim olan milletlerin arasına sokmaksızın görevinizdir. Unutmayınız ki, halkın cehaleti, kabalığı, alkol düşkünlüğü, hastalıklı oluşu, sefaleti, kötü ahlâklı oluşu, bütün bunların hepsi sizin kendi utancınız ve suçunuzdur.”
4. “Dante’nin cehenneminde yaşanan dehşet gerçek değildir.”
“Güçlü yazarlarımızdan olan sayın Doktor ve Papaz, eserlerine uydurma şeyleri yazmamışlar ve sizleri öfkelendirmemek için olayları tek yanlı ele almamışlardır. Bunlar sadece bulundukları köylerde yaşayan halkın hayatına yakından tanıklık ederek, gerçekleri olduğu gibi yansıtmışlardır. İnsanı dehşete düşüren gerçekleri öğrenenler “1,5 milyon insanımızın böyle bir hayat sürmesine nasıl dayanabiliriz? Bu durumun suçlusu biziz!..” diyorlar. Kitapları okuyunca dehşete düşen diğer bir kesimse “Acaba bu insanlar böyle hayata nasıl tahammül edebiliyorlar? Bunlar azizler zümresinden midir, yoksa iki ayaklı birer hayvan mıdırlar? Bu hayat Dante’nin tasvir ettiği cehennem manzarasından daha korkunçtur. Nitekim Dante’nin cehenneminde insanlar işledikleri günahlardan dolayı azap çekiyorlar. Bu insanların yaşadığı ıstırabın sebebi nedir? Nihayet Dante cehenneminde yaşanan dehşet gerçek değildir. Baştan sonra dahi yazarın hayal gücünün ürünüdür. Burada tasvir edilen korkunç ıstıraplar ise gerçektir.”
5. “…Her zaman ve her yerde hep aynı şey olmuştur.”
“Napolyon Fransa’da doğabilirdi fakat eski barışsever Çin’de bir Napolyon dünyaya gelemezdi. İngiltere doğanın temel kanunu olan yaşam mücadelesi öğretisinin yaratıcısı Darwin’i, Rusya ise kötülükle mücadele edilmesi gerektiği fikrini savunan Tolstoy’u yetiştirdi. Başka türlü de olamazdı zaten. Her zaman ve her yerde hep aynı şey olmuştur. Almanya’yı I. Dünya Savaşı’na sokan II. Wilhelm değildir. Ama Almanlar’ın savaşçı ve zorba ruhu Bismarklarda, Wilhelmlerde, Hindenburglarda ve Ruhrbachlarda bir ifade biçimi bulmuştur. Eski Roma’yı Neronlar, Karakallalar ve Komodlar yıkmamıştır. Ancak her şeyde ihtiras sahibi İspanya, dünyaya Loyola’yı; Almanya ise Krupp’u yetiştirmiştir.”
6. “Aydın olmak gösterişli bir kıyafet giymek değil yahut kolalı bir yaka ve modaya göre şapkayla dolaşmak değildir. Aydınlar halkın beynidir.”
“… yahut kolalı bir yaka ve modaya göre şapkayla dolaşmak değildir. Aydınlar halkın beynidir. Halk bizi eğitimimiz bittikten sonra iyi maaşlı bir işe girerek, akşamları lokantalarda oturmak veya sözde ‘okuma salonlarında’ kağıt veya domino oynamak için yetiştirmedi. Bu hayatı yaşayanlar aydın değil aydın süprüntüleridir. Aydın olarak sizlerin vazifesi halkın zekasını, vicdanını, irade ve enerjisini uyandırmak ve harekete geçirmektir. Halkın düşünme yeteneğini canlandırmak, işçileri, köylüleri ve toplumun alt kesimlerini daha iyi bir hayat kurmak için ne yapmaları konusunda eğitmek;sizin göreviniz budur.”
7. “Meşhur bir atasözü vardır: “Yeni toplumlar, kendileriyle birlikte yeni şarkılar getirir.”
“Gün geçtikçe insan nesilleri değişiyor, yenileniyor. Her nesil, kendisiyle birlikte yeni kavramlar, arzu ve istekler getiriyor. Yeni nesillere artık eskimiş, gerçekten zamanı geçmiş yönetim tarzları zorla uygulanamaz. Yeni nesillere, daha yeni, daha akla uygun, daha adaletli, daha sağlam temellere dayanan yönetim tarzlarının uygulanması gereklidir. Aklı başında yöneticilere sahip ülkelerde, artık bu işler böyle yapılmıyor. Bu memleketlerde sarsıntılara ve yıkıntılara meydan vermeden, halkın yönetimi için daha çok bilgi ve düşünce isteyen, daha adaletli yollara başvuruluyor.”
8. “Asla unutmayınız ki, biz milleti uyandırmak için çıktığımız yolun henüz başındayız. Bizler yeni eğitim ordusunun öncüleriyiz…”
“Cehaletle mücadele ederken tüm zorluklara göğüs germek zorundayız. İlk zamanlar belki bizi anlamayacaklardır. Fedakârlıklar yapmalıyız. Belki içimizden kurbanlar vereceğiz. Bu zorunludur, kaçınılması imkânsızdır. Ben sizleri fedakârlığa davet ediyorum. Yalnızca kendini feda etmeye hazır olanları çağırıyorum. Affedersiniz, açıkça söylemek istiyorum! Her meslekte olduğu gibi öğretmenler arasında da mesleklerine yabancı kimseler vardır. Bunlar meslekte çırak bile değildirler. Bunlar öğretmenlik görevini hor gören mesai düşkünleridirler. Böylelerine dostça öneride bulunuyorum. Mesleklerini terk etsinler. Kendilerine daha başka iş arasınlar!.. Gitsinler, tüccar olsunlar… Resmi kurumlarda memur olsunlar.”
9. “Tanrı sana ceza vermemişse kendini düzeltmeni beklemiştir.”
“…Ev sahibi beni sakince dinliyor, yalnız arada bir ellerimi ve başımı okşuyordu. Hikâyem bittikten sonra papaz gülümseyerek sordu: Demek siz Tanrı’yla mücadele ediyorsunuz. Tanrı’yı kızdırmak için de kiliseleri soyuyor ve iyi insanları öldürüyordunuz. Siz çok budala ve sefil bir adamsınız.
-Ama Tanrı varsa, niçin benim cezamı vermiyor?
Yavrum sen Tanrı’yı kendin gibi sanarak onunla uğraşmaya kalkmışsın. Tanrı senin gibi canilere benzemez ki sana karşılık versin. Eğer Tanrı senin cezanı vermemişse, kendini düzeltmeni beklemiştir. Önce o Küçük Johan nasıl iyi ve masum bir çocuktuysa, sen yine öyle olmaya çalış.”
10. “…İşte böyle bir değişim, her ülkede, her kentte, her ilçede ve unutulmuş, terk edilmiş her köyde yaşanabilir.”
“Finlandiya’nın bugünkü hâliyle, çocukluğundaki durumunu kıyaslarken, şöyle bir tablo tasavvur ediyorum: Büyük bir harabe ev… Bütün pencereleri örtük… Dışarıdan bakıldığında metruk bir ev izlenimi veriyor… İçerisi karanlık, boğucu, rutubetli ve ağır havası olan bu ev, büyük bir mezarlığı andırıyor. Ama birtakım genç, korkusuz ve güçlü insanlar çıkıp geliyor. Çok neşeli ve zeki insanlar… Hemen evin perdelerini çekip, pencerelerini açıyorlar. Evin içine gün ışığı, temiz hava ve çiçek kokuları doluşuyor. İçeriye canlılık katıyor. Binanın dışı da onarım görüyor, yenileniyor. Çevredeki insanlar da artık cinli-perili bir evden kaçar gibi bu evden uzaklaşmıyorlar. Yanına gelip, yenilenen binayı hayranlıkla seyrediyorlar. İşte böyle bir değişim, her ülkede, her kentte, her ilçede ve unutulmuş, terkedilmiş her köyde yaşanabilir. Bunun için yalnızca dinamik fikirli, uyanık ruhlu ve uygarlık yolunda çalışmaktan yorulmayan, usanmayan; aksine heyecan ve zevk duyan insanlara ihtiyaç vardır.”