Alt tarafı iki cinsiyetten bahsederken bile eşitlikten söz edemediğimiz bir dünyada yaşıyoruz ve bu dünya, artık kadınlar için içinden çıkılamaz bir hâl almaya başladı. İyi ama kadın hiç mi erk olmadı yahu? Simone de Beauvoir’in anlattıklarına göre, vaktiyle kadını tanrısallaştıran da erkekmiş…
Dünyada değerli ve değersiz sürekli yer değiştirdi. Bir asırda değerli olanın, takip eden asırda değersizleştiğine tanık olduk tarih boyunca. Bir tür med cezir yaşayarak hayatımızı sürdürdük, sürdürüyoruz. Güzel-çirkin, iyi-kötü, doğru-yanlış sıklıkla birbirinin yerine geçiyor. Kadın ve erkeğin yolculuğu da böyle. İki cinsiyetin kendini ve ötekini konumlandırışı, zaman içerisinde değişti. Görünüşe göre, bu böyle sürüp gidecek. Bir gün kadın mücadelesi gerçekten başarılı olursa ve dünyada dengeler değişirse, tekrar üzerine konuşacağımız bir süreç başlayacak. Ona, ‘iade-i itibar süreci’ diyeceğiz.
Zaman içinde el değiştiren erk
Cinsiyet eşitliği, cinsiyet kavramı gibi olgular üzerine düşünen, söyledikleri ve yazdıklarıyla bugüne de ışık tutan isimlerden olan Simone de Beauvoir de böyle düşünüyormuş. Ona göre de kadın ve erkeğin zaman içinde konumlandırdığı yer değişmiş. Epey bir süredir bu konumlandırma erkeklerin lehine gibi görünüyor olsa bile, bunun değişip değişmeyeceğini kestirmek güç. Tabii, biraz önce de söylediğimiz gibi, öncelikle kadın mücadelesinin başarılı olması gerek. Kadınlar şu an, epey dezavantajlı konumdalar ve önce bu dezavantajın ortadan kalkması gerek. Eşitlik bile sağlanabilmiş değil ki, öne geçmeleri ihtimalini tartışabilelim. Bir yerlerde eşit maaş, eşit terfi, eşit iş yükü, eşit sorumluluk, eşit haklar konuşulmaya başlarsa, o zaman işler umut verici olacak.
Kadın neredeydi?
Simone de Beauvoir’e göre kadın, çok uzun bir süre erkek tarafından tanrısallaştırılarak yaşadı. Bu tanrısallaştırılmanın nedeni, kadın bedeninin gücüydü. Peki, nasıl bir güç bu? Esasen, kadın vücudunda gerçekleşen biyolojik değişikliklerin bütünü, eski çağlarda erkek için düpedüz bir tanrısal güçtü. Doğurganlık kadına ait bir güçtü ve erkeklere göre bu güç, gerçekten tanrısal bir kuvvetti. Kendileri başaramadıklarına göre de epey ciddi bir güç olmalıydı bu. Yoksa ne vardı yahu? Erkekler de yapardı, tanrısal bir şey olmasaydı eğer… İşte bu algı ve o algının getirdiği güç, kadının konumlandırılmasının en önemli belirleyicisi oldu. Bu gücün kaynağı henüz kestirilememişti ve erkekler kadınların yapabileceklerinden korkuyorlardı bile diyebiliriz.
Bedeninin içinden bir beden çıkartıp onu büyütme becerisine sahip olan kadının, bilgi ve deneyim olarak pek de gelişim gösterememiş topluluklarda yalnızca bu yönüyle tanrısallaşmasına uygun zeminin oluşturulması, çok da şaşırtıcı değil elbet. Yani öyle veya böyle, doğumlara neden olan şeylerin kaynağı bile belki çözülmemiş, belki de kısmen çözülmüşken kadınlara böyle bir güç atfedilmesi şaşırtıcı değil. Erkeklere göre, bedenini başka bir bedenin serpilip büyüyebileceği bir ‘zemin’ haline getirebilen kadın ne yapamazdı ki? Erkekler, kadınların ‘canları istediğinde’ doğurabilecek ve hamile kalabilecek güçte olduklarını düşünüyordu. Belki gülünç bir inanış fakat asla şaşırtıcı değil. Semavi dinlerde de kadınların en çok doğurganlıkla kutsal kabul edildiğini unutmayın.
Sonra ne oldu?
Beauvoir’e göre, bahsi geçen güç, kadınların kontrolünü artırdı. Toplumsal düzende erkek, kadının doğurganlığından korktuğu için oldukça temkinli davranıyor ve kadının ‘erk’ini kabul ediyordu. O erk ki, kadının kutsal güçlerini kullanarak bedenini yaşamın kaynağı olarak kullanmasını sağlıyordu. Öyle veya böyle, bunun epey bir süre devam ettiğini söyleyebiliriz. Daha sonra ise işler değişmiş. Erkek, kadının doğurganlığının esasen öyle ‘kendisine bağlı’ yahut ‘isteme dayalı’ bir güç olmadığını anlamış.
Aslında şöyle, bilgi ve deneyim arttıkça, kadının nasıl doğurganlık özelliğini kullandığı ve erkeğin nasıl doğurganlığa sahip olamadığı anlaşılmış. Böyle olunca, elbette kadına doğurganlıktan dolayı atfedilen tüm güçler de yok oluvermiş. Zaten var olmayan güçler, kadının elinden alınmış da diyebiliriz. Böylece erkek, gücü kazanmış. Kadının değerini yukarı yuvarlayan erkek zihni, daha sonra ise aşağı yuvarlamış. O yuvarlanış da son olmuş aslında. Daha sonra kadınlar kolay kolay erkeklerle aynı noktaya gelememiş. Kültürel olarak anaerkil toplumları yok sayarsak tabii…
Doğurganlığın gücü, dinlerden önceyle sınırlı değil
Fakat tabii ki doğurganlığın gücü yalnızca dinlerden önceyle sınırlı değil. Biraz önce de konuştuğumuz gibi, kadınlara doğurganlık üzerinden pek çok şey atfediliyor. ‘Annelik’, ‘kutsallık’, ‘anaçlık’, ‘anne olmak’ gibi birbirinin türevi olarak sayılabilecek ve esasen ta eskilere kökeni dayanan pek çok övgü ve kutsallık atfeden kavram… Her biri, birbirinin eşlikçisi. Semavi dinlerde de kadının en çok annelik yönünün üzerinde durulur. Doğurgan kadın, ilahi bir süreç sonunda bu özelliği kazanmıştır ve elbette bu kutsanması gereken bir şeydir. Günümüzde kadının yegâne görevinin annelik olduğu ve anneliğin kutsal kabul edilmesi yönündeki algı da birçok nedenle buraya dayanıyor. Toplumsal olarak kadını vaktiyle yüceltmemize değilse bile, dinlerin söylemleri üzerinden baktığımızda da buraya ulaşıyoruz. Öyle yahut böyle, ‘anne’ kutsal ve kadın da ancak ‘anne’ olarak kutsal… Kadınların bundan memnun olmaması hiç de şaşırtıcı değil bu yüzden. Bedeninizde gelişen birkaç değişiklik ve doğumunuzdan bile önce sizinle olan tek bir fiziksel özellik üzerinden toplumun konumlandırılmasıyla karşılaşmak, ne kadın ne de erkek için sağlıklı ve mantıklı bir şey aslında. Neden olsun ki?
Günümüzün doğurganı da rahatsız
Doğurganlık özelliğini devam ettiren kadınlar, yalnızca bu yönleriyle yüceltilmenin sıkıntısını, epey bir süredir yaşıyor. Bu yönle yüceltilmeleri yüzünden, toplumsal cinsiyet ve ahlâk normlarının da sosyal hayatla birlikte belli bir trende girmesiyle, anneliklerinin başlarında bir kara bulut olarak dolaşmasıyla karşı karşıyalar. “Sen annesin” denilen, “Benim de annem öyle ama…” denilen, sürekli anneliği üzerinden konuşulan ve tartışılan bir kadının hayatının ne kadar zor olduğunu tartışmaya çok da gerek yok herhalde. Anneliği istemeyen, benimsemeyen, hiç değilse bir süre daha anne olmak istemeyen bir kadınla ilgili düşünce biçimleri nasıl sertse, anne olan kadınlarla ilgili de düşünce biçimleri bir o kadar değişken. Anne olmuş kadından beklenen toplumsal roller bütünüyle yerine getirilmediği sürece de toplumdan genel bir kabul görmek epey zor.
Erkek verdi, erkek aldı
Erkeğin kendi kendine, kafasına öyle esti yahut o an o kadar anladı diye kadınlara verdiği ‘kutsaliyet’ ve ‘tanrısal beceri’ yanılgısına dayanan bu güç, kadını her zaman bir adım geride tuttu. Simone de Beauvoir’in günümüz toplumsal cinsiyet algısına da ışık tutan bu fikri sayesinde kadın ve erkeğin nerelerde buluşamadığını pekâlâ rahatlıkla anlayabiliyoruz. Biz erkeklere gelince, yahu gerçekten onca zaman hiç mi anlayamadınız konuyu beyler?