1. Sokrates’in Hocası Miletli Aspasia (MÖ. 470-400)
Mantinealı Diotima’yla birlikte Sokrates’in iki kadın hocasından biri… Sokrates diyalog yöntemini Aspasia’dan öğrenmiş. Perikles, kısa bir süre önce “yabancılarla evlenme yasağı” getirdiğinden kendi koyduğu kanuna öncelikle kendi uymuş. Aspasia yirmi yaşlarında Atina’ya geldiğinde kendinden 30 yaş büyük Perikles’in yasal olmayan eşi olmuş. Aspasia’nin hayatı belli başlı iki kaynakta yer alır. İlki, antik çağın komedi yazarlarının anlatısı. Sarkastik ve yıkıcı eleştirileri en sonunda “fahişe” damgasını vurmaya gidecek kadar ölçüsüzleşmiş. Öte yandan, diğer bir kaynak olan Sokratikler, Aspasia’nın çok iyi bir felsefe hocası olduğunu yazmışlar. Aspasia hem konuşma sanatı hem de çok iyi derecede felsefe bilgisiyle, özgür ruhlu bir kadın olarak her daim tutarlıymış. Perikles’in politikasında büyük etkisi olduğu ve onun bazı konuşmalarını yazdığı biliniyor. Bunlardan en ünlüsü, Pelopponnes Savaşları’nda ölenler için yaptığı konuşma. Aspasia, Atina’da zamanın etkili erkekleri ve eşlerinin devam ettiği bir salon açmış. Sanatçılar, devlet adamları, Xenephon, Anaxagoras, Archimed, Sophokles, Socrates gibi birçok filozof bu yerin müdavimleriymiş. İlk kez bir kadının başlattığı böyle bir girişim, komedi yazarlarının hasetini üzerine çekmiş. Perikles’e sadık, iyi bir eş ve yardımcı olmasından ötürü, cinsellik üzerinden sıvayamayacaklarını anlayan yazarlar, Aspasia’yı tanrı tanımaz olarak damgalayıp hakkında dava açmışlar. Mahkemede Aspasia’yı Perikles savunmuş ve Aspasia suçsuz bulunmuş.
2. Bilinen İlk Kadın Matematikçi ve Astronom: İskenderiyeli Hypatia (370-415)
Birçoğumuzun “Agora” filmiyle tanıdığı Hypatia, tarihin bilinen ilk kadın matematikçisi ve astronomu. Büyük İskender’in MÖ. 332’de kurduğu İskenderiye, Mısırlıların, Yunanlıların, Yahudilerin huzur içinde yaşadıkları çağının en önemli bilim merkezi. Babası Theon, İskenderiye Üniversitesi’nin yöneticisi ve matematik hocası. Sorgulamayı, araştırmayı seven Hypatia, el sanatları, şiir, matematik, astronomi, geometri, felsefe alanlarında mükemmel yetiştirilmiş. Dini; bilim ve felsefe olan Hypatia aynı zamanda spor yapıyor, müzikle uğraşıyor ve o zamanlardan beri bir sanat kabul edilen hitabeti en iyi şekilde uyguluyor. Socrates’e göre; sınıfı, evi, öğrencilerle, çağın bilgin ve düşünürleriyle dolup taşıyor, Avrupa, Asya ve Afrika’dan sırf derslerini dinleyebilmek için gelenler oluyordu. Bunlar arasında daha sonra İskenderiye valisi olacak Orestes de vardı. Herkesin ilgi odağı bu güzel kadın kendisine aşık onlarca kişinin evlilik teklifini “Ben gerçekle evliyim” diyerek reddediyormuş. MS. 412’de İskenderiye Patrikhanesi’nin başına kendini beğenmiş, dini çıkarlarına göre çarpıtan, etkili konuşmalarıyla halkı istediği gibi galeyana getirebilen Kiril atandı. Asıl amacı siyasi gücü ele geçirmekti. O dönemde bu güç, Roma’nın atadığı, Hypatia’nın öğrencisi, aşığı ve en iyi dostu Orestes’in elindeydi. Orestes’le Kiril’in dostluğuna tek engelin inançsız bir pagan olan Hypatia olduğu ve yok edilmesi gerektiği söylentileriyle, Hypatia cadı ilan edildi. Savunmasız bir şekilde yakalandı, çeşitli işkencelere uğradı ve 45 yaşında öldürüldü. Ölümünden sonra skolastik düşünce egemenliğini 1500 yıl sürdürecek, karanlık çağa girilecekti. Hypatia’nın yazdığı birçok kitap, İskenderiye Kütüphanesi’nin yangın ve yağmasından kurtulamadı. Ancak biliyoruz ki; o ve babası Theon olmasaydı; Ptolomy, Euclid ve diğer Yunanlı matematikçilerin eserleri günümüze ulaşamayacaktı. Aydınlığın son ışığıydı ve hala idrak edemediğimiz bir gerçeği binlerce yıl önce dillendirmişti: “Bizi birleştirenler; ayıranlardan daha fazla, hepimiz kardeşiz…”
3. Sanatını Silaha Dönüştüren Ressam: Artemisia Gentileschi (1593-1656)
Kadın olduğu için sanat okullarına alınmayan Artemisia, eğitimini ressam babası Orazio’dan aldı. O dönem Avrupa’sında kadın ressamlar genelde natürmort çalışmalar yaparken, o mitolojik ve dinsel konuları işliyor, kadınları da çıplak resmediyordu. 19 yaşındaki Artemisia, perspektif hocası ressam Agostino Tassi’nin tecavüzüne uğradı. Babası Tassi’yi mahkemeye verse de bir sonuç alamadı. Artemisia, bu duruma sanatını silaha dönüştürerek tepki verdi ve yakından tanıdığımız Frida gibi acılarını resimleriyle anlatmayı seçti. Roma’da yayılan dedikodular yüzünden ressam Pietro Antonio Satiattesi ile evlenerek Floransa’ya taşındı. Medici ailesinin beğenisini kazandı ve soylulardan siparişler almaya başladı. Academia del Disegno’ya kabul edilen ilk kadın üye oldu. Hatta o kadar ünlüydü ki, İspanya Kralı IV.Felipe dahi müşterileri arasındaydı. Dönemin ahlak anlayışına uymadığı için pekçok engel ve kısıtlamayla karşılaşıyor olsa da çizgisinden sapmadı. Artemisia, Caravaggio dahil döneminin meşhur erkek ressamlarının kadınları kişiliksiz, anlamsız bakışlı, en ciddi konularda dahi cinselliği çağrıştıran birer et yığını gibi göstermelerinin aksine, her ifadesinden güç ve kararlılık yayılan kadınlar resmetmiş. Tecavüz edenleri öldüren tecavüz kurbanlarını, düşmanlarıyla uzlaşmaktansa onurunu kurtarmak için intihar eden kadınları bolca işlemiş. “Bir Resim Alegorisi Olarak Kendi Portresi” çalışmasında Artemisia, kendini çapraz aynalar kullanarak farklı bir açıdan resmetmiş. Diğer ressamların kendi portrelerinde takındıkları yapmacık tavrın aksine, çalışma anındaki taşkınlığını yansıtan dağınık saçları, yaptığı işe yoğunlaşmış gergin yüzüyle, kendini güzelliğiyle idealize etmemiş. Üstelik çağının tüm önyargılarına meydan okuyarak…
4. “Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi”nden Giyotine…: Olympe de Gouges (1748-1793)
Tiranlığa karşı çıkmış, kadınlar ve köleler için eşit yurttaşlığı savunmuş, mahkemelerde halk jürilerinin kurulması, Fransız sömürgelerindeki kölelerin özgürleştirilmesi, iktidarlar tarafından gayrı meşru kabul edilen çocukların tanınması, evlat edinilmesi, gelir vergilerinin adaletsizliği, yoksulluk gibi konularda mücadele etmiş tam bir devrimci ve anarşist. Onun çağında bu düşünceler henüz çok yeni ve savunulması mümkün dahi olmayan şeyler. Kuşkusuz Olympe’nin fikirlerini oluşturan yaşadığı hayat. Çocukluğu hakkında bilgi olmasa da, kendinden yaşça büyük ve sevmediği biriyle evlendirildiği biliniyor. Bugün hala devam eden kadının zorla evlendirilmesi, Olympe’nin de dini evliliğe karşı çıkmasına ve cinsel özgürlüğü savunmasına yol açmış. Politik yazılar, manifestolar, edebi incelemeler ve sosyal bilince sahip konular üzerine pek çok yazısı var. Fransız Devrimi’ni heyecanla bekleyen Olympe, eşit hakların yalnızca erkeklere verildiğini görünce büyük hayal kırıklığı yaşamış. Yaşanan adaletsizlikler ve bunları önleyemeyişinden ötürü duyduğu rahatsızlıkla devrimi sert bir dille eleştirmiş. En önemli eseri, 1791’de yayınlanan “Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ne tepki olarak kaleme aldığı “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”. Meclis bildirgesinin kopyası niteliğinde fakat Olympe insan kelimesi yerine kadın kelimesini kullanıyor. Bildirgesinde, hakların doğuştan olduğu ve inkar edilemeyeceğini savunur. Olympe fikirleri ve yazıları yüzünden tutuklanır ve üç ay tutuklu kalır. Hukuksuzca avukat tutma hakkı verilmediğinden, kendi savunmasını, bildirgeleri üzerinden yaparak, kendisini yargılayanlara tarihi bir cevap verir. Verilen idam kararından kurtulmak için hamile olduğunu söyler fakat yapılan kontrollerle hamile olmadığı anlaşılarak 3 Kasım 1793’de “Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” dediği, kadınlara eşit yurttaşlık istediği ve insan haklarını hiçe sayan her uygulamaya karşı koyduğu için tiranlarca giyotinle idam edilir.
5. Başına Buyruk Yazar: Jane Austen (1775-1817)
200 senedir hiç sıkılmadan okunan dünyanın en ünlü yazarlarından biri… Tasvirleri ve kahramanlarının karakterleri romanlarının klasikler arasına girmesini sağladı. İnsanların zaaflarını esprili bir anlayış ve zarif bir mizahla işler. Başkahramanlarının hepsi kadındır ve romanlarının hepsi de mutlu bir evlilikle sona erer. O iflah olmaz bir romantik ya da bir kadın hakları savunucusu değildir. Onu bu derece ünlü kılan ince zeka gerektiren hiciv yeteneği, gözlem gücü ve romanlarının kurgusuna gösterdiği özen. Jane, bugün her biri en çok satan romanlar arasında yer alan ve ikisi ölümünden sonra yayımlanan altı eserini, kızkardeşi ve annesiyle yaşadığı evin oturma odasındaki küçücük bir sehpada yazmış. Başına buyruk bir yazar ama gerçek hayatta oldukça uysal bir kadın olan Jane, romanlarındaki mutluluğu gerçek hayatta tercih etmediğinden midir, yoksa bulamayacağını bildiğinden mi; hiç evlenmemiş. Hayranları arasında veliaht prens IV. George olsa da, romanlarından hiçbir zaman fazla para kazanamamış. En popüler romanı “Gurur ve Önyargı” için sadece 110 sterlin almış. Papaz olan babası tarafından eğitilen Jane, o dönemdeki kadınlardan daha iyi bir eğitim aldığı için şanslıymış. Ebeveyni, çocukların hayal gücüne dayalı oyunlarını cesaretlendirir, evlerinin ahırlarını, ailelerin oyunlar sahneye koyabileceği küçük bir tiyatroya çevirirlermiş. Jane kendi hikayelerini yazmaya başladığında 12 yaşında. Fakat ilk romanının anonim yayınlanması 25 yıl sonrasına denk geliyor.
6. İlk Bilgisayar Programcısı: Ada Lovelace (1815-1852)
Augusta Ada Byron yaygın olarak bildiğimiz adıyla Ada Lovelace, şair Lord Byron’un kızı, İngiliz matematikçi ve yazardır. Charles Babbage’in yaptığı erken dönem genel amaçlı bilgisayar “Analitik Motoru” üzerindeki çalışmalarıyla bilinir. Motor hakkındaki notları, bir makine tarafından işlenmek üzere tasarlanmış ilk algoritmayı içerir. Bundan ötürü dünyanın ilk bilgisayar programcısıdır. Henüz 13 yaşındayken uçan bir makine tasarlayıp, bütün momentsel hesaplarını yaptı. 1840’a gelindiğinde hepimizin matematikte sıklıkla rastladığı “De Morgan”dan matematik dersleri almaya başladı. Kadınların bilimsel tartışmalara katılmalarına izin verilmediği bir dönemde, kadın olduğunun belli olmaması için isminin baş harflerini kullanarak, bilimsel bir dergide bilgisayar üzerine akademik yayın yapan ilk kadın. 1835’te Lord Lovelace ile evlendi ve bu evlilikten üç çocuğu oldu. Hayatındaki en önemli gelişme mekanik bir bilgisayar tasarlayan İngiliz Charles Babbage’ın makinesi üzerine yazılmış bir Fransızca makaleyi tercüme ederek İngiliz mühendise göndermesiyle başladı. Oldukça etkilenen Babbage, Ada’dan makaleye kendi notlarını da eklemesini istedi. Lovelace, çevirdiği makalenin üç katı uzunluğa erişen kendi orijinal notlarını Babbage’a gönderdi. Lovelace’a göre bu tür bir makine uygun şekilde programlanırsa karmaşık müzik eserleri bestelemek, grafik üretmek ve karmaşık matematiksel problemleri çözmek vb. için kullanılabilirdi. Lovelace, Babbage’a gönderdiği mektuplarda söz konusu makinenin belli ve sonlu sayıda adımdan oluşan bir plan kullanarak ne şekilde Bernoulli sayılarını hesaplayabileceğini anlattı. Bu anlatım bilgisayar tarihinde somut bir makineye uygulanabilecek ilk “bilgisayar programı” olarak biliniyor. 1979’da, ABD Savunma Bakanlığı tarafından geliştirilen meşhur programlama dillerinden birine onun onuruna “ADA” ismi verildi. Her sene tüm dünyada kadınların bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik alanlarındaki başarılarının kutlandığı güne “Ada Lovelace Günü” deniyor. Müzikle, atlarla ve hesap makineleriyle ilgilenen Lovelace, henüz 37 yaşındayken muhtemelen rahim kanserinden öldü.
7. Oniks Mermer Kullanan İlk Heykeltraş: Camille Claudel (1864-1943)
Camille’in heykele olan ilgisi çocukluk yıllarında taş ve çamurdan yaptığı oyunlarla başlamış. Annesi hiçbir zaman sanata olan ilgisini onaylamamış; babası ise daima maddi ve manevi destekçisi olmuş. Aile Paris’e geldiğinde o dönemin heykel açısından önemli okulu École des Beaux-Arts… Kadınlar bu okula kabul edilmiyor ama Camille heykeltraş olmakta ısrarlı. 1883’de ünlü “Düşünen Adam” heykelinin yaratıcısı Auguste Rodin’le tanışır. Camille’in yaşamında gerçek bir dönüm noktası. 1884’ten itibaren birlikte çalışmaya başladılar. Camille, Rodin’in yeni esin kaynağı, modeli, arkadaşı ve sevgilisi. Onunla yaşadığı tutkulu aşka rağmen Rodin, 20 yıldır ilişkisini sürdürdüğü Rose Beuret’ten de ayrılmıyor. Birlikte yaptıkları “Cehennemin Kapıları” yapıtında Camille, Rodin’in ününün gölgesinde kalır. Rodin’in Camille’ye ait pek çok eseri sahiplendiği ve hatta resmen arakladığı biliniyor. Biraz aşktan biraz da mecburiyetten Rodin’le ilişkisini 1898’e kadar sürdürür. Rodin’in Camille’i en büyük rakibi olarak görmesi ve sanatını kıskanmaya başlamasıyla şiddetini artıran kaba davranışları çiftin birlikteliğinin de sonunu getirir. Camille, birlikte çalıştıkları yıllarda Rodin’den etkilense de, sonradan kendi tarzını belirleyerek klasik heykelden ayrılmış ve Art Nouveau akımına yaklaşmış. “Olgunluk Çağı” isimli eseri, Rodin’den ayrılmasının acılarını yansıtır; bu yapıtla, oniks mermerini kullanan ilk heykeltıraş olur. Camille’in çağdaşı olan Fransız gazeteci, sanat eleştirmeni Octave Mirbeau, Camille’in deha düzeyinde yeteneğe sahip olduğunu söyler. Gerçekten Rodin tüm sanatçı kıskançlığına rağmen “Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi” itirafında bulunur. 1905’ten sonra ruh sağlığı gittikçe bozulur. Bir kriz anında kendisine ait doksana yakın heykel, çizim ve eskizi yok ettiği söylenir. Giderek daha fazla paranoya işaretleri göstermeye başlar. 1913’te babasını kaybeden Camille’den bunu gizlerler ve aynı yıl bir hastaneye yatırırlar. Doktorlar Camille’in dışarıda olmasını ve heykel yapmasını önermelerine rağmen başta annesi olmak üzere ailesi bunu kabul etmez. Camille, 30 yıl yaşamak zorunda bırakıldığı hastanede öfke ve kırgınlık içinde ölür.
8. Suikastçisini Affeden Anarşist: Voltairine de Cleyre (1866-1912)
Anarşist yazar Emma Goldman’ın deyimiyle; “ABD’nin yetiştirdiği en yetenekli ve keskin zekalı anarşist.” Babasının ailenin geçimini sağlayamamasıyla küçük yaşta zorunlu olarak katolik manastırına yerleştirilmiş. Bu deneyim onun üzerinde Hıristiyanlığın aksine ateizmin etkili olmasına yol açmış. Voltairine, manastırdan iki kez kaçmaya çalışmış. İlkinde yakalanıp geri gönderilse de ikincisi başarılı. Ailesinin, ABD’de köleciliğin kaldırılmasını savunması, kölelerin özgür ülkelere kaçmalarını sağlayan gruplarla bağlantıları, bitmeyen yoksulluk, ismini felsefeci Voltaire’den alan Cleyre’in yetişkin yaşlarında radikal söylemlere sahip olmasında önemli rol oynuyor. Seküler özgür düşünce hareketine katılıp bu sayede entelektüel bir çevre edindi, dersler verdi ve bu hareketin gazetesine makaleler yazdı. Mükemmel bir konuşmacı ve yazar olarak tanınır. Tüm hayatı boyunca depresyon ve hastalıkla mücadele etti. En az iki kez intihar girişiminde bulundu ve 1902’de bir suikast girişiminden kurtuldu. Saldırgan, onun eski öğrencilerinden, akıl sağlığını yitirmiş biriydi. İşin ilginç tarafı; Cleyre’in kendisini yakarak öldürmeye çalışan suikastçisini affetmesiydi. Saldırı ona, konuşmasını ve konuya yoğunlaşmasını olumsuz etkileyecek kronik kulak ağrısı ve boğaz enfeksiyonu bırakmış. 1895 tarihli “Seks Köleliği” adlı konferansında, Voltairine, güzellik idealini kadınların bedenlerine zarar verdiği ve çocuklarda doğal olmayan cinsiyet rolleri yarattığı için eleştirir. Medeni yasaların kendi karılarına tecavüz eden erkeklere karşı hiçbir bağlayıcılığının olmamasına şiddetle karşı çıkar. Ordunun varlığına da karşıdır; “Her barışçıl insan, orduya desteğini çekmelidir ve savaş isteyen herkes bunun maliyetini ve riskini üstlenmelidir; insan öldürme mesleğini icra edenlere ne ücret ne de barınma sağlanmalıdır” sözü meşhurdur.
9. Bilim İçin Ölen Kadın: Marie Curie (1867-1934)
Nobel Ödülü alan ilk kadın… Avrupa’da doktora yapmış ilk kadın… Paris Sorbonne Üniversitesi’nde profesör olup da ders veren ilk kadın… Biri fizik diğeri kimya olmak üzere iki farklı alanda Nobel alabilmiş ilk bilim insanı… İki kız annesi… Polonya’da doğan Marie’yi fizikle ilgilenmeye yönelten kişi, fen öğretmeni ablası. Kararlı yapısıyla okulu en iyi dereceyle bitirdiğinde henüz 15 yaşında. 1891’de Sorbonne Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra doğa bilimleri ve matematik dalında yüksek lisans yapmaya karar vermiş. Aynı yıllarda fizikçi Pierre Curie’yle tanışmış ve evlenmişler. Henri Becquerel, uranyum kristallerinin, bağımsız biçimde ışın yaydıklarını rastlantısal biçimde keşfedince Curie’ler “Becquerel ışınları”nın gizemini çözmeye karar verdiler. İşe uranyum etkisinin yoğunluğunu ölçmekle başladılar. Marie buna “radyoaktivite” adını verdi. 1898’de, uranyumdan 400 kat daha radyoaktif bir kimyasal elementi bularak ilk başarılarına ulaştılar. Buna “polonyum” adını verdiler. Aynı yıl keşfettikleri polonyumdan da güçlü radyoaktif elemente “radyum” adını uygun gördüler. Curie çifti, araştırma yollarını ayırmaya karar verdi. Pierre, radyoaktivite sürecinin ayrıntılarına odaklandı. Marie ise, çok daha tehlikeli olan radyumun ayrıştırılması işine… 1902’de, Fransız Bilim Akademisi, yazdığı tavsiye mektuplarında bilerek ve açıkça Marie Curie’nin adını koymadığı halde Nobel Komitesi titiz bir incelemeden sonra tereddütsüz 1903 Fizik Ödülü’nü Becquerel ve Curie çiftine verdi. 1906’da Pierre Curie atlı bir arabanın altında kalarak öldü. Marie, kendini daha da çok işine vererek acısını dindirmeye çalıştı. Polonyum ve radyum üzerine yaptığı çalışmalarla 1911’de Nobel Kimya Ödülü’nü alarak bir ilke daha imza attı. Kamuoyunda çalkalanan söylentilerle lekelenmeye çalışılan adı, bir başka fizikçi Paul Langevin’le aşk dedikodusuna karıştırıldı. Araştırmalarından diğer bilimlerin de faydalanmasına uğraşan Curie, tıp doktorlarıyla radyoterapi tedavisini geliştirerek milyonlarca insanın hayatını kurtarırken, radyumla temasın ne derece tehlikeli olabileceği 1930’larda keşfedildi. Marie Curie de radyum nedeniyle kan kanserine yakalanmıştı ve bir süre sonra hayata veda etti. Curie’nin ne derece radyasyona maruz kaldığının kanıtı not defterleri, bugün kurşun kaplı bölmelerde tutuluyor ve ancak radyoaktif koruma altında incelenebiliyor.
10. Dansın Tanrıçası: Isadora Duncan (1877-1927)
Isadora, balenin kalıplarını kırarak dansı, şatafatlı salonlardan halkın arasına indiren modern dansın öncülerinden devrimci, feminist ve komünist bir kadın. Çocukken dalgaların ritmini dinlediği bir an, dans etmeyi kafasına koyduğunu söyleyen Isadora; kendi başına dans etmeye başlamış ve eğitim için götürdükleri klasik bale okulunda parmak ucunda dans etmesi istenince “Bu, doğaya aykırı bir şey. Kimse parmak ucunda yürüyemez ki…” diyerek isyan etmiş. Tek öğretmenini doğanın kendisi kabul edip, antik çağın danslarını ve Yunan mitlerini canlandırmaya, kendi tarzını oluşturmaya başladığında henüz 16 yaşında. Isadora masmavi bir sahne perdesi önünde aniden beliriyor, müziğin ilk nağmeleriyle birlikte kollarını başının üzerinde birleştirip, seyircileri tümüyle etkisi altına alana kadar hiç kımıldamadan bekliyor. Eski Yunan giysileriyle sahneye çıkıyor, şeffaf kita ve tuniklerin içine korse giymeden ve çıplak ayakla dans ediyor. 1904’te kız kardeşiyle birlikte Berlin’de yatılı bir dans okulu kurdu. Burada çocukları ücretsiz olarak yetiştirmeye, ruh ve beden eğitimini aynı anda vermeye çalıştı. Aktör, yönetmen Edward Gordon Craig’a aşık oldu, ondan Deidre’yi dünyaya getirdi. Daha sonra üç yıl Paris Singer’le birlikte yaşadı, çocukları Patrick doğdu. 1913’te bir araba kazasında çocukları öldü. Bu felaketten sonra Isadora içmeye başladı, kilo aldı. Sonradan olan üçüncü bir çocuğu, doğumdan kısa süre sonra kollarında öldü. 1922’de 26 yaşındaki Rus şairi Sergey Yesenin’le evlendi. Birlikte Moskova’da ve Leningrad’da sahneye çıktılar. Gittiği her yerde uzun kırmızı ipek şalını takıyor, SSCB’yi övüyor, Amerikan yaşam biçimini eleştiriyor, “Bütün gerçek sanatçılar devrimcidir…” diyordu. Duncan’ın 50 yaşında hayata veda edişi de en az hayatı kadar akılda kalıcıdır. Nice’te Ettore Bugatti’nin üstü açık spor arabasında gezerken, pek nadir çıkardığı uzun kırmızı ipek şalı, arabanın arka tekerleğine dolanır ve boynu kırıldığı için anında hayatını kaybeder.
11. Türkiye’de İlk Siyasi Partiyi Kuran Nezihe Muhiddin (1898-1958)
Birçoğumuzun “Agora” filmiyle tanıdığı Hypatia, tarihin bilinen ilk kadın matematikçisi ve astronomu. Büyük İskender’in MÖ. 332’de kurduğu İskenderiye, Mısırlıların, Yunanlıların, Yahudilerin huzur içinde yaşadıkları çağının en önemli bilim merkezi. Babası Theon, İskenderiye Üniversitesi’nin yöneticisi ve matematik hocası. Sorgulamayı, araştırmayı seven Hypatia, el sanatları, şiir, matematik, astronomi, geometri, felsefe alanlarında mükemmel yetiştirilmiş. Dini; bilim ve felsefe olan Hypatia aynı zamanda spor yapıyor, müzikle uğraşıyor ve o zamanlardan beri bir sanat kabul edilen hitabeti en iyi şekilde uyguluyor. Socrates’e göre; sınıfı, evi, öğrencilerle, çağın bilgin ve düşünürleriyle dolup taşıyor, Avrupa, Asya ve Afrika’dan sırf derslerini dinleyebilmek için gelenler oluyordu. Bunlar arasında daha sonra İskenderiye valisi olacak Orestes de vardı. Herkesin ilgi odağı bu güzel kadın kendisine aşık onlarca kişinin evlilik teklifini “Ben gerçekle evliyim” diyerek reddediyormuş. MS. 412’de İskenderiye Patrikhanesi’nin başına kendini beğenmiş, dini çıkarlarına göre çarpıtan, etkili konuşmalarıyla halkı istediği gibi galeyana getirebilen Kiril atandı. Asıl amacı siyasi gücü ele geçirmekti. O dönemde bu güç, Roma’nın atadığı, Hypatia’nın öğrencisi, aşığı ve en iyi dostu Orestes’in elindeydi. Orestes’le Kiril’in dostluğuna tek engelin inançsız bir pagan olan Hypatia olduğu ve yok edilmesi gerektiği söylentileriyle, Hypatia cadı ilan edildi. Savunmasız bir şekilde yakalandı, çeşitli işkencelere uğradı ve 45 yaşında öldürüldü. Ölümünden sonra skolastik düşünce egemenliğini 1500 yıl sürdürecek, karanlık çağa girilecekti. Hypatia’nın yazdığı birçok kitap, İskenderiye Kütüphanesi’nin yangın ve yağmasından kurtulamadı. Ancak biliyoruz ki; o ve babası Theon olmasaydı; Ptolomy, Euclid ve diğer Yunanlı matematikçilerin eserleri günümüze ulaşamayacaktı. Aydınlığın son ışığıydı ve hala idrak edemediğimiz bir gerçeği binlerce yıl önce dillendirmişti: “Bizi birleştirenler; ayıranlardan daha fazla, hepimiz kardeşiz…”
Nobel Ödülü alan ilk kadın… Avrupa’da doktora yapmış ilk kadın… Paris Sorbonne Üniversitesi’nde profesör olup da ders veren ilk kadın… Biri fizik diğeri kimya olmak üzere iki farklı alanda Nobel alabilmiş ilk bilim insanı… İki kız annesi… Polonya’da doğan Marie’yi fizikle ilgilenmeye yönelten kişi, fen öğretmeni ablası. Kararlı yapısıyla okulu en iyi dereceyle bitirdiğinde henüz 15 yaşında. 1891’de Sorbonne Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra doğa bilimleri ve matematik dalında yüksek lisans yapmaya karar vermiş. Aynı yıllarda fizikçi Pierre Curie’yle tanışmış ve evlenmişler. Henri Becquerel, uranyum kristallerinin, bağımsız biçimde ışın yaydıklarını rastlantısal biçimde keşfedince Curie’ler “Becquerel ışınları”nın gizemini çözmeye karar verdiler. İşe uranyum etkisinin yoğunluğunu ölçmekle başladılar. Marie buna “radyoaktivite” adını verdi. 1898’de, uranyumdan 400 kat daha radyoaktif bir kimyasal elementi bularak ilk başarılarına ulaştılar. Buna “polonyum” adını verdiler. Aynı yıl keşfettikleri polonyumdan da güçlü radyoaktif elemente “radyum” adını uygun gördüler. Curie çifti, araştırma yollarını ayırmaya karar verdi. Pierre, radyoaktivite sürecinin ayrıntılarına odaklandı. Marie ise, çok daha tehlikeli olan radyumun ayrıştırılması işine… 1902’de, Fransız Bilim Akademisi, yazdığı tavsiye mektuplarında bilerek ve açıkça Marie Curie’nin adını koymadığı halde Nobel Komitesi titiz bir incelemeden sonra tereddütsüz 1903 Fizik Ödülü’nü Becquerel ve Curie çiftine verdi. 1906’da Pierre Curie atlı bir arabanın altında kalarak öldü. Marie, kendini daha da çok işine vererek acısını dindirmeye çalıştı. Polonyum ve radyum üzerine yaptığı çalışmalarla 1911’de Nobel Kimya Ödülü’nü alarak bir ilke daha imza attı. Kamuoyunda çalkalanan söylentilerle lekelenmeye çalışılan adı, bir başka fizikçi Paul Langevin’le aşk dedikodusuna karıştırıldı. Araştırmalarından diğer bilimlerin de faydalanmasına uğraşan Curie, tıp doktorlarıyla radyoterapi tedavisini geliştirerek milyonlarca insanın hayatını kurtarırken, radyumla temasın ne derece tehlikeli olabileceği 1930’larda keşfedildi. Marie Curie de radyum nedeniyle kan kanserine yakalanmıştı ve bir süre sonra hayata veda etti. Curie’nin ne derece radyasyona maruz kaldığının kanıtı not defterleri, bugün kurşun kaplı bölmelerde tutuluyor ve ancak radyoaktif koruma altında incelenebiliyor.
“Kadınlar bu ülkede hakları için mücadele etmek zorunda kalmadılar” diyenlere gelsin… Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk partisi “Cumhuriyet Halk Fırkası” değil; 15 Haziran 1923’te kurulan “Kadınlar Halk Fırkası”. Kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı gerekçesiyle partinin kurulmasına izin verilmedi. Bu hakların elde edildiği 1934’te “görevini tamamladığı için” kendini feshetmesi istenen Türk Kadınlar Birliği’nin kurucusu. Erkekler, onbir yıl boyunca kadınlara haklarını vermemek için ellerinden geleni yapmışlar. Kadınlar ise siyasi haklara ilişkin taleplerini tüm engellere rağmen ısrarla dile getirmişler. Nezihe, Farsça, Arapça, Fransızca ve Almanca bilen son derece iyi eğitim görmüş, ailesinin de desteğiyle kendini yetiştirmiş, 20 roman, 300 kadar öykü, piyes, senaryo, operet kaleme almış bir yazar, aydın bir Osmanlı kadını… Çalışma hayatı oldukça üretken bir öğretmen. Osmanlı feminizminin öncü kişiliklerinden ve Batı’nın da takip ettiği Şair Nigar, Fatma Aliye ve Halide Edib’in yer aldığı “büyük kadınlar kuşağının son üyesi”. Mutlak eşitlikçi değil farklılıktan yana tavır almış. “Erkekle kadının birbirine benzemesi değil benzememesi toplumsal dengeyi sağlamlaştıracaktır” der. Nezihe Muhiddin’e göre memleketin yükselmesi için en önemli koşul kadınların yükselmesidir. Hakkında, TKB’nin 500 lirasını kişisel amaçlarla harcadığı gerekçesiyle soruşturma açılması, birlik yöneticiliğinden istifa ettirilmesiyle sonuçlanır. 1927 ile 1929 arasında açılan ve hiçbirini kazanamadığı davalardan ancak afla kurtulabilir. 1930’da parti programında kadınlara oy hakkı tanıyan Serbest Cumhuriyet Fırkası’na katılır; o yıl kadınlar ilk defa belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına sahip olurlar. Ancak ne parti ne de adaylar başarılı olabilecekler. Muhiddin’in son siyasi hareketi. Yaşadığı süreç kendisini insan içine çıkamayacak duruma getirdiğinden köşesine çekilerek kendini roman yazmaya ve öğretmenliğe verir. 1931’de, Osmanlı kadın hareketini Cumhuriyet dönemine kadar anlatan, “Türk Kadını” adlı yapıtını yayınlar. Muhiddin, 1930’lardan sonra yaşamını küskün ve hayal kırıklığına uğramış geçirir. Yalnız bir halde La Paix hastanesinde ölür. Unutturulmaya çalışılan Nezihe Muhiddin’e “iade-i itibar”ın tam sırası.