21.yüzyıla gelmemize rağmen toplumlar, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimler tabusunu yıkamadı. Yalnızca ülkemizde değil, dünyanın birçok yerinde toplumunun dayattığı cinsel kimlik normlarının dışında yönelimleri olan bireyler, dışlanıyor. LGBTi+ topluluğu, yıllardır hakları için mücadele ediyor. Süper güç diye adlandırılan Amerika’da da dahil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde, LGBTi+ bireylerine, oldukları gibi yaşama hakkı verilmiyor. Cinsel kimlikleri yüzünden, aileleri, arkadaşları tarafından dışlanıyorlar. Bazıları genç yaşlarda evlerinden ayrılmak zorunda kalıyor ya da kendi tercihleriyle ayrılıyorlar, iş bulamıyorlar. Efsane Ball Kültürü’nün oluşum süreci de böyle başlıyor.
Ball Kültürü, Amerika’da queer dünyasında çok eskilere dayanan, zaman içerisinde ise efsaneleşen bir kültür, bir Harlem kültürü. Draq Quuen / King ‘lerin 1960’lardan itibaren başlayıp, bir fenomen haline getirdiği Ball Kültürü, LGBTi+ topluluğun kendi içlerinde düzenlediği yarışmalardı. Ancak bir yarışmadan çok daha derin anlamlar içeriyordu.
Pek çok farklı kategori üzerinden düzenlenen bu yarışmalarda, queer bireyler ‘ev’ ler adına yarışıyorlardı. O dönem ailesi tarafından evden atılan ya da özgürce yaşamak istediği için evden ayrılan bireylere güvenli kalacak yer sağlayan, ayrıca bir aile sunan Drag Queen ya da King’lerin kurduğu evler vardı.
Evlerinden ayrılmak zorunda kalan trans, eşcinsel, siyah ve latin bireyler bu evlerde yeni bir aileye sahip oluyor, onlara kendileri olabilme imkanı sunan evlerde, aileleriyle birlikte yarışmalara katılıyorlardı. Evlerin kendi aralarında düzenlediği bu yarışmalar ‘Ball’ yani balo adını alıyordu.
Yarışmalarda pek çok farklı kategori vardı. Kıyafet, tarz, tavır, hatta yürüme üzerine bile yarışma düzenleniyordu. Burada esas olan, kategoriye uygun şekilde en güzel kostümü seçmekti. Balolarda ‘en iyi’ seçilip kupa almak ise, queer dünyasında Oscar almakla eşdeğerdi. Balolara katılanların amacı kendi dünyalarında tanınmak, saygı görmek, efsaneleşmekti.
Bireylerin kendini özgürce ifade edebildikleri yer olan balolar her ne kadar eğlence olarak gözükse de aslında heteronormatif dayatmalara karşı bir duruş sergiliyordu. Dönem Amerikasında beyaz egemenliği ve lüksün yükselişi karşısında, alt kültürün verdiği bir mücadeleydi. Dışlanmaya karşı bir başkaldırıydı ve onların hayatında çok önemli bir yere sahipti.
1960’larda popüler olmaya başlayan balolar, dans dünyasına ‘Vogue’u da kazandırdı. Vogue dansı, adını aynı isimdeki dergiden ve derginin içindeki fotoğraflardan alıyor. Vogue balolarda rakiplere tehdit olarak ve jüriyi etkilemek için yapılıyordu.
Dansın popüler olmasıyla birlikte 80’li yıllarda, dansçılar turnelere çıkarak, AIDS ve eşcinsel hakları için verilen mücadelelere finansal destek sağladı. Ayrıca Madonna’nın aynı ismi taşıyan 1990 yılında piyasaya sürülen şarkısı tamamen bu dans türüne ve queer bireylere ithaf ediyor. Madonna, klibinde de Harlem’deki Vogue’un en iyi dansçılarını oynattı. Böylece Vogue dansı, tüm dünyada bilinen bir dans türü haline geldi.
1990 yılında çekilen Paris Is Burning belgeseli de, Ball dünyasına ışık tutuyor.