Aslında her şey bir rahiple başladı. Evet, aynen böyle oldu. Üstelik Platon’a ve hatta Atatürk’e dek uzanan bu hikayenin günümüze nasıl ulaştığı konusu daha ilgi çekici… Ve kayıp kıta Atlantis ile onun gizemli hikayesi, bu yazımızın konusu oldu.
Bu içerikte; öyküyü, okültizmin penceresinden vermeye gayret gösterdik. Sonuçta Atlantis’in popüler olmasındaki en büyük pay sahibi bu pencereden bakanların öne sürdükleri yorumlar olmuştu… Öte yandan, bununla yetinmeyerek kayıp kıta Atlantis ile ilgili bilimsel bakışın görüşünü de sunmaya çalıştık.
Meramımızı anlatmaya yönelik girizgahın bu son paragrafında sizi, hikayemizin gizemli dedikodularıyla baş başa bırakıyoruz. Ve işte o muhteşem gizemiyle, battığı iddia edilen yüksek medeniyet: Atlantis…
Atlantis: Kayıp kıta hikayesi bir rahibin anlattıklarıyla başlıyor
Bundan yıllar yıllar önce (hatta çok çok uzun yıllar…) gerçekleşen bir sohbet, bu ilgi çekici öykünün bugünlere ulaşmasının başlangıcını oluşturuyor. Bu sohbetin tarafları ise Mısırlı bir din insanı (keşiş/rahip) ile ünlü Yunan şair Solon oluyor. İkili arasında başlayan bir sohbette, konu Atlantis’e geliyor. Rahip, şair Solon’a ve öyküyü anlatıyor ki bunu yaparak binlerce yıl ötesine böyle bir söylentinin ulaşabileceğini düşünüyor muydu, bilinmez…
Sözün özü, bu sohbetin ardından Solon, hikayeyi Dropides’e anlatır. Dropides de bu hikayeyi, torunu olan Atinalı devlet insanı Critias’a aktarır. Şimdi sıkı durun… Çünkü Critias, dedesinden dinlediği bu hikayeyi Sokrates’in evindeki bir sohbette ilan eder. Kaldı ki kendisinin ismini Sokrates’in Savunması’ndan hatırlıyoruz… Bu arada bir başka önemli nokta da, Critias’ın, ünlü filozof Platon’un büyük büyük dedesi olmasıdır.
Atlantis efsanesiyle ilgili bildiğimiz ilk önemli referanslardan biri ise Platon’un bize ulaştırdığı notlar
İşte böylesine bir ikilinin arasında, Mısır’da cereyan eden sohbet Atina’da yayılmaya başlar. Dedesi Kritias’tan dinlediklerini yazıya geçiren Platon, bu hikayeyi, 4. yüzyıla tarihlenen (M.Ö 330) Timaeus ve Critias ismini verdiği eserlerindeki diyaloglar sayesinde bize ulaştırmayı başardı.
Platon’un diyaloglarındaki Atlantis çok daha farklı
Bugün, Atlantis’i konu ettiğimiz pek çok sohbette aynı yargıların hüküm sürdüğünü görebiliyoruz; Atlantis, ütopik olabilecek kadar güzel bir felsefeye dayanıyor. Bu uygarlık, barışçıl bir yeryüzü cenneti. Ne kadar hoş geliyor kulağa, değil mi? Ama Platon’un bu çıkarıma itirazı var; hem de 2500 yıl öncesinden… Platon’a göre Atlantis hiç de barışçıl bir uygarlık değil. Hatta filozofumuza göre Atlantisliler işgalci ve haliyle yayılmacı…
Platon’un aktardıklarına göre Atlantis’in konumu nettir. O bu netliği şu cümlelerle açıklamaya çalışıyor:
Okyanus için gemilerin geçebileceği bir zaman vardı; ağzın önünde, siz Yunanlıların söylediği gibi ‘Herakles’in Sütunları’ (yani Herkül), Libya ve Asya’nın birleşiminden daha büyük bir ada bulunmaktadır.”
Bu arada hemen belirtelim; Platon’un, ”Herkül’ün Sütunları” şeklinde tarif ettiği yerden kastı, Akdeniz’in ağzı, yani Cebelitarık Boğazı civarı. Daha genel bir ifadeyle, bu uygarlık, Atlantik Okyanusu’nda bulunuyor.
Okültizmin penceresinden Atlantis
Biraz komplo teorilerine yatkınlık, biraz romantik bir bakış açısı, şüphecilik, gizemcilik derken… Atlantis efsanesi günden güne unutulmak yerine binlerce yıldır yaşayacak bir efsaneye dönüştü. Böyle diyebilir miyiz? Varlığı ya da yokluğu hakkındaki kararsızlık sürüyorken biz bu kısımda okültizmin söylediklerine yer verelim istedik.
Bu açıdan yaklaştığımız pencereden baktığımızda, ta o zamanlardan Amerika kıtasının varlığından haberdar olacak kadar ileri imkanlara ve geniş bir ufka sahip olduğunu görüyoruz. Algıladığımız ve edindiğimiz deneyim bu yönde.
Bazı kaynakların bir gecede battığını ileri sürdüğü bu esrarengiz uygarlık, bir imparatorluk.
Yine bu kaynakların da referansı olarak konumlanan Platon’un diyalogları, Atlantis ordusunun Batı Avrupa ile Afrika’nın pek çok bölgesini ele geçirdiğini aktarıyor.
Bir iddiaya göre 2011 yılında arkeolog Richard Freund ile onun ekibi, İspanya’nın Cadiz kentinde anıt şehirler keşfetti. Ve onların bu keşfini fazlasıyla konuşmuştuk. Çünkü konuyla ilgili haberlere baktığımızda, bu keşifler, Atlantis imajına uyan kalıntılara sahipti… Üstelik, Platon’un eserinde ortaya koyduğu konumla da uyuşan bir bölgeden bahsediyoruz
Batı Avrupa coğrafyasında, ayakta kalmayı başarmış en yaşlı kentlerden biri olan Cadiz, kaynağı Yunan olan bazı anlatılara göre binlerce yıllık bir geçmişe sahip. Şehrin eski isimlerinden biri ise Gades. İlginç olan bu ismin, Platon’un aktardığı hikayedeki Atlantisli yönetici “Gadeirus” ile benzerliği var. Dolayısıyla bu benzerliklerin tesadüften öte olduğunu iddia etmemiz şaşırtıcı olmaz.
İspanya, Atlantis hikayesinin neresinde?
Gadeirus, deniz tanrısı Poseidon’un, Atlantisli Cleito’dan olan en büyük ikinci oğlu. Mitolojik figürümüz, Cletio’dan olan 10 oğluna da miras bırakıyor. Ve bu miras, Atlantis oluyor. Çocukları arasında bu toprakların dağıtmasının ardından bakıyoruz ki, Gadeirus’un payına düşen, İspanya’nın bir bölümü oluyor. Bu arada, Poseidon’un en büyük oğlunun da Atlas olduğunu hatırlatalım…
Platon’un anlattıklarına dönersek, kendisi, Atlantis’i çepeçevre saran birkaç (bazı kaynaklara göre 3 bazılarına göre ise 5 ) su hendeği tarifi söz konusu. Her hendeğin üzerinde de, kara parçalarının birbirleriyle bağını sağlayan kanal mevcut. Bölge, deniz ile iletişimi bu kanallara borçlu.
Son olarak; kökeni asker olan Hermocrates’in biyografisi de bu hikaye için önem taşıyor. Çünkü Peloponez Savaşı’nda Atina’ya karşı savaşan Hermocrates’in hikayesi ile Atlantis hakkındaki anlatılanlar büyük ölçüde örtüşüyor. Ancak konuyla ilgilenen uzmanların fikir birliğinde olduğu tek bir husus var. O da, bu konuyla ilgili kaynakların kayıp olduğu gerçeği. Dolayısıyla çok büyük bir olasılıkla asla öğrenemeyeceğiz.
Peki bu mümkün mü, Atlantis efsanesi gerçek mi?
Popüler kültür içinde inandırıcı argümanlara karşın bilim bu olasılığa olumsuz yanıt veriyor. Konuyla ilgili olarak yapılan araştırmalar, böylesine bir yerin batamayacağını batsa dahi şu ana dek mutlaka tespit edilebileceğini belirtiyor. Özellikle son yüzyılda gelişen deniz bilimi (oşinografi) ve okyanus taban haritalanmasındaki gelişmelerle böyle bir teorinin çürütüldüğü belirtiliyor.
Ayrıca tektonik levhalar konusundaki bilgi birikimi de yine Atlantis’in bir efsaneden ileri gidemeyeceğini ifade ediyor. Çünkü tektonik hareketler neticesinde ülkelerin kayması ile deniz tabanının bu geniş vakit aralığında yayılması da bilim dünyasının cevabını netleştiriyor.
Sözün özü, Atlantis’in batabilecğei herhangi bir yer olmadığı açıkça savunuluyor. Arkeolog Ken Feder ise bu konuyla ilgili görüşlerine eklediği sözler de dikkat çekici. Feder; “Jeoloji açıktır; Platon’un Atlantis’i yerleştirdiği bölgede bu kadar büyük bir yerin batabileceği herhangi bir yer yok. Ayrıca modern arkeoloji ve jeoloji, bizlere bu konuyla ilgili olarak kesin bir yargı vermiyor. Özetle, Atlantik diye bir kıta yok. Ve dolayısıyla Atlantis adında yüce bir uygarlık da hiç var olmadı.”
Atlantis’i kötüleyen yalnızca Platon değil
Konuyu yakın geçmişte irdeleyen Evrim Ağacı editörü Çağrı Mert Bakırcı, dikkat çekici noktalara temas ediyor. Arkeoloji alanındaki çalışmalarıyla öne çıkan Prof. Ken Feder’e de kulak veren Bakırcı, onun, “Frauds, Myths and Mysteries: Science and Psuedoscience in Archeology (Sahtekarlıklar, Mitler ve Gizemler: Arkeolojide Bilim ve Sahtebilim) ismini taşıyan eserindeki şu hikayeye dikkat çekmiş:
“Teknolojik açıdan gelişmiş ancak ahlak açısından çökmüş kötü bir imparatorluk -Atlantis- güç kullanarak Dünyayı ele geçirmeye çalışmaktadır. Karşısında duran tek engel ise göreceli olarak ruhsal açıdan saf, ahlaki açıdan prensipli ve bozulmaz olan bir grup insandır, yani eski Atinalılar. Ezici farkların üstesinden gelerek Atinalılar kendilerinden çok daha güçlü olan düşmanlarını sadece ruhların gücüyle yenmeyi başarırlar. Bu kulağa tanıdık geldi mi? Platon’un Atlantik diyalogları resmen ‘Star Wars’ın eski Yunan versiyonudur.”
Son olarak belirtelim; iddiaya sahip çıkan bir kesime göre ise Atlantik’in bir bölümü Türkiye’de…
Bilimin “gerçek dışı” ve “rivayet” olarak nitelediği bu olasılık, bu iddiayı öne süren kesim için gerçekliğini koruyor. Öyle ki, bu kesimin o ünlü varsayımına göre kayıp kıtanın bölümleri Dünya’nın her tarafında… Örneğin, Atlantik Okyanusu, Bolivya, Türkiye, Almanya, Malta ve Karayip de bu kıtanın bölümlerinin olduğu geniş coğrafyanın durakları.
Peki Atlantis gerçek değilse bu iddialar güncelliğini nasıl koruyor?
Atlantis’in esrarengiz varlığının Platon’dan sonraki masallaştırma sürecine dayandığı ileri sürülüyor. Konuyla ilgili bilimsel perspektifin mesnedi ise açık; Platon’un hikayesindeki ayrıntılar değiştirilmiş. Bununla birlikte hatalı okumalar da bu durumun ortaya çıkmasına sebep oldu. Ve ayrıca o okumalardan yapılan çıkarımlar, yine söz konusu mitin günümüzdeki güncelliğini korumasına zemin hazırladı.
Bu iddianın efsaneden, mitten ibaret olduğunu ileri süren bilimcilerin referansların biri de L. Sprague de Camp’in Lost Continents (Kayıp Kıtalar) isimli kitabı. Bu kitapta; “Platon’un hikayesindeki tüm detayları değiştirip Platon’un hikayesine sahip olduğunuzu iddia edemezsiniz. Bu sanki efsanevi Kral Arthur’un aslında Kleopatra olduğunu söylemekle aynı şey. Tek yapmanız gereken Kleopatra’nın cinsiyetini, ulusunu, dönemini, huyunu, moral karakterini ve diğer detaylarını değiştirmek. Benzerlik, ancak bu sayede alenen görülür.” ifadeleri yer alıyor.
Zaman içinde ortaya atılan pek çok iddiaya göre Atlantis’in çoktan keşfedilmesi gerekiyordu
Bu efsane, hayalperestler ile okültistleri ve Yeni Çağcıları (New Age) etkisi altına almaya devam ediyor. Madame Blavatsky, 1800’lü yıllarda Tibetli gurulardan Atlantis hakkında bilgiler aldığını ifade etmişti. Bu iddiadan yaklaşık bir asır sonra da Edgar Cayce isimli psişik, bu efsanenin 1969 yılında doğrulanacağını belirtmişti. Son olarak 1980’lerde J.Z. Knight isimli spiritüelist, kendisinin bir ruh aracılığıyla Atlantis’i, öğrendiğini belirtmesi ilgi çekicidir. Knight, bu bilgiyi Ramtha adında 35.000 yaşındaki savaşçı bir ruhtan öğrendiğini ifade etmişti.
Özetle, konu hala güncelliğini korumakla birlikte kendisine inanan geniş bir kitle ile gücünü korumayı sürdürüyor. Hatta binlerce kitabın yanı sıra bir de, konuyla ilgili bilgilerin bulunduğu web sitesinin varlığını notlarımıza ekleyelim.
Konunun bir de edebiyata yansıması var
Platon’un eserlerinde kayda değer bir öneme sahip olmamasına rağmen Atlantis’in edebiyat alanındaki yansımaları bir hayli yoğun oldu. Edebi yönüyle klişe bir hale gelen bazı eserler, konudan etkilenen ve esinlenen yazarları sayesinde var oldu. Bu eserlerden oldukça önemli olabilecek iki örneği ise Francis Bacon’a ait olan Yeni Atlantis ve Thomas More’un kaleme aldığı Ütopya
Platon’a dönelim: Onun eserine dahil ettiği bu konunun amacı belli
Akademik üretimlere baktığımızda, konunun bu kadar ‘gerçekçi’ algılanması doğru değil. Çünkü dayanak olan Platon’un söz konusu eserleri belli bir amaç uğruna kaleme alınmış. Bu bakış açısına göre Platon, kendi politik teorilerini anlatmak için bu diyaloglarında bu efsaneye yer vermiştir.
Atlantis ve Mu arasındaki ilginç ilişki
Atlantis’in Mu kıtası ile bağıntısı da süreç içindeki tartışmalarda karşımıza çıkan bir başka konu oluyor.
İngiliz kökenli olup asker ve kaşif kimlikleriyle öne çıkan James Churchward’a göre Atlantis, efsanevi Mu kıtasının bir kolonisi. İngiliz ordusunda görevliyken askeri amaçlarla Tibet’e giden Churchward, 1883’te, bir manastırda bazı belgelerle karşılaşmıştı. Ona göre iddialarının temelini oluşturan bu belgeler, Naacal Tabletlerinin ta kendisi.
Mu kıtasının akademik üretimlerde bulduğu yankı
Akademik çevrelerin de kayıtsız kalamadığı Mu kıtasına dair teoriler, pek çok farklı yorumun ortaya çıkmasına sebep olmuş. Kısa süreli bir araştırma ile elde edeceğimiz bilgilerde bir kesinlik olmamasına karşın farklı görüşlerle karşılaşıyoruz. Ancak konuyu daha fazla uzatmamak adına bu bölüme çok fazla referans alamıyoruz. Konuyla ilgili yer verdiğimiz görüş, akademisyen Okan Boydaş’a ait. Boydaş görüşlerini “Ezoterizm, Mu Uygarlığı ve Mu Kozmogonik Diyagramı” adını taşıyor. Boydaş, görüşleri şu şekilde:
“Günümüz de bilim dünyası, Mu uygarlığı ve efsanelerde batık kıta Atlantis olarak bilinen uygarlıkların varlığı konusunda araştırmalara devam etmektedir. Buna karşın bu uygarlıkların battığı öne sürülen 12.000 yıl öncesine ait tarihlendirme yaptıklarında, dünyada çok büyük bir jeolojik olayın (depremler ve seller) olduğu konusunda hem fikirdirler. Bilim dünyasının kuşku ile karşıladığı bu olaylar, bir çok milletin ve kavmin tufan efsanelerinde de yer bulmuştur. Bu büyük felaketin ve yıkımın yaşattıkları o döneme ait efsanelerle günümüze kadar ulaşmıştır ( Candan, 2013).“
“Mu kırasının jeolojik yapısı hakkında bilgilerimiz var”
“Bu buluntulardan elde ettiğimiz bilgilere göre, Mu kıtasının jeolojik yapısı hakkında bilgiler var. Yapılan araştırmalarla Mu kıtasının, Pasifik Okyanusu’nun oldukça büyük bir bölümünü kapsadığı anlaşıldı. Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının Mu kıtasının batmasından sonra ondan arta kalan parçalar olduğu ortaya konuldu. Bu duruma destekleyici bilgi olması açısından, Eric Von Daniken görüşleri de önemlidir. Daniken’ e göre, “bir birinden binlerce kilometre uzakta olan adaların hem jeolojik yapıları, hem bitkisel yapıları hemde kültürleri aynı denilecek ölçüde benzerdir”20 . Bulunan buluntuların şifrelerinin çözümlenmesinden sonra çıkan sonuçlara göre, Mu kıtası olarak bilinen büyük kara parçası, doğudan batıya 8.000 kilometre, kuzeyden güneye de 5.000 kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacall tabletlerindeki yazılara gore bu kıta uygarlığın ve gelişmişliğin beşiğidir. Bununla birlikte yaklaşık 70.000 yıllık geçmişe sahip olduğu düşünülen Mu, bu geçen sürede bir çok koloni ve uygarlığa da ev sahipliği yapmıştır.”
Mu kıtası bilim dünyasının konsensüs sağladığı bir konu değil
Mu kıtası iddiasını ilk olarak ortaya atan kişi, 19. yüzyılda yaşamış yazar ve gezgin Augustus Le Plongeon. Ona göre bu kıta ve uygarlık, Büyük Okyanus’ta yer alıyor. Ve bu kıta, yaklaşık olarak 14 bin yıl önce batarak yok olmuştu. Le Plongen, kıtada Antik Mısır ve Mezoamerika toplumlarının atalarının yaşadığını iddia etmiştir. Konunun popülerleşmesi ise James Churchward’ın çalışmalarına dayanıyor.
Mu’nun kayıp bir kıta olduğu iddiası, bilim dünyasının ciddi bir kısmı tarafından reddediliyor. Çünkü bu görüşlere göre böyle bir kıtanın varlığı fiziksel olarak mümkün değil.
Öte yandan, James Bramwell ve William Scott-Elliott, Mu’daki felaket olaylarının 800.000 yıl önce başladığını ve kesin olarak M.Ö 9564’te meydana gelmiş son felakete kadar devam ettiğini öne sürmüşlerdir.
Atatürk’ün konuyu araştırma çabaları
Ulu Önder’in kulağına gelen Mu efsanesi, kendisinin fazlasıyla dikkatini çekmiş. Atatürk, 1930’lu yıllarda, Churchward’ın çalışmalarıyla ilgilenmiş ve Mu’yı Türklerin orijinal anavatanının olabileceği teorisine eğilmiş.
Masaaki Kimur, Japonya’daki Yonaguni buluntularının, Mu kıtasının kalıntıları olduğunu iddia etmiştir.
Ayrıca, yüksek bir para karşılığında, William Niven tarafından bulunan tabletlerden bir tanesi satın alınarak Atatürk’e gönderilmiş.
Söz konusu tablet, günümüzde hala Atatürk’ün saklı mektupları ile birlikte muhafaza edildiği söyleniyor. Atatürk’e ulaştırılan cilt halindeki araştırma neticeleri ise, 1970’li yıllara dek Türk Dil Kurumunda bulunuyordu. Şu anda ise Anıtkabir kütüphanesinde iki cilt olarak 1301 ve 1302 numarasıyla halen ziyarete açıktır. Yapıtın 3. cilt ise kaybolmuş. Ayrıca Chruchward’ın kitaplarından yapılan çeviriler de 4 cilt olarak aynı yerde muhafaza edilmektedir. Tahsin Bey’in, Atatürk’e gönderdiği 700’den fazla fotoğraf da Anıtkabir fotoğraf arşivinde yer alıyor.
Atatürk’ün yaveri Salih Bozok, konuyu hatıralarında şöyle anlatıyor:
”Gazi, kitapların tercümesi yapılırken çok heyecanlıydı! Günaşırı; ‘Tercümeler bitmedi mi? , Heyet niçin bu kadar yavaş çalışıyor?’ diye hayıflanıyordu. Nihayet tercümeler bitti. Kitap basılmadı, daktilo edilerek Atatürk’e sunuldu. Gazi metinleri tekrar tekrar büyük bir dikkatle okudu, yaratılışı anlatan bölümle özel olarak ilgilenmişti. ‘Mu Kıtası’nın insanlığın anavatanı olduğunu, nüfusun 64 milyona çıktığını’ yazan kısmın altını çizmişti. Mu’da geçen Tanrı kavramıyla da yakından ilgilenmiş, yaratıcının insan aklıyla anlaşılamayacağının üzerinde durmuştu. Mu dili kökenli özel isim ve sıfatları öz Türkçe ile karşılaştırarak notlar alıyordu.”
Akaşa kayıtlarına göre
Doğruluk dereceleri herhangi bir bilimsel kanıtla kanıtlanmamakla birlikte, Atlantis hakkında şimdiye dek en ayrıntılı açıklamaları yapmış olan ünlü isimler, Atlantis hakkında akaşik okumalara dayalı bilgiler vermiş Edgar Cayce ve Rudolf Steiner’dir. Bir başka kaynak da Doğu’nun kadim kitaplarından Dzyan Kitabı’dır. Cayce ve Steiner, birbirlerinden bağımsız olarak yaptıkları açıklamalarda insan türünün yoğunlaşma ve katılaşma göstererek evrim geçirmiş olduğunu belirtirler ve Atlantis’te savaşan karşıt görüşteki iki gruptan uzun uzadıya söz ederler. Cayce bu iki gruptan birini Tanrı Yasası Oğulları, diğerini Belial (Satan, Şeytan, Şer-Kötü) Oğulları olarak isimlendirir. Savaşlar nükleer gücü elinde bulunduran Belial Oğulları’nın lehine sonuçlanmış, manevi alanda ilerlemiş olan birinci gruptakiler ise, kıtanın batacağı kendilerine vahyedilmiş olduğundan, kendilerine bağlı olanlarla birlikte kıtadan göç etmeyi tercih etmişlerdir.
Sonuç olarak günümüzde Atlantis ile ilgilenen akademisyenlerin neredeyse tümü, Atlantis hakkında yazılan külliyatın büyük çoğunluğunun psişiklerce uydurulan safsatadan ibaret olduğunu ileri sürerken bir kısım araştırmacı ise, tek şahidi Platon olan bu gizemli kıtanın eski Yunanlar tarafından unutulan, Santorini adasında gerçekleşen bir deprem sonucu karanlığa gömülen Minos uygarlığı olabileceğini ileri sürmektedir.
Ve konuyla ilgili adı geçen bazı kavramlar ile eserler
Konunun daha net bir şekilde açıklığa kavuşması için yazının farklı noktalarında yer verdiğimiz bazı isimler ile eserlere yer verelim istedik. Devamı için okumaya devam edebilirsiniz.
Atlas
Atlas, Yunan mitolojisinde Iapetos ile Klymene’nin 13 çocuğu arasındaki en güçlü olan figür.
Olympos’a saldırdığı için Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırılmış. Bu mitolojik dayanakla tıpta kafatasını taşıyan ilk omura da atlas adı verilmiş.
Bu arada eski bir hikâyede Herakles ile aralarında geçen olay şöyle anlatılıyor:
“Tanrıların kralı Zeus, Atlas’a çok kızmıştı. Bunun nedeni Atlas’ın, koca tanrı Zeus ile savaşmak istemesiydi. Koca tanrı, Atlas’a büyük bir ceza verdi; Atlas, sonsuza kadar Gök Kubbe’yi sırtında taşımalıydı! Bu yorucu görevden kurtulmak isteyen Atlas, Herkül kendisinden yardım isteyince sinsice bir plan yaptı. Herakles bir bahçede bir ejderhanın koruduğu üç altın elmayı ele geçirmek istiyordu. Atlas, Herakles’e kendisi dönünceye kadar Dünya’yı sırtında taşırsa elmaları ona getireceğini söyledi. Atlas elmaları aldı ve geldi.
Herkül’e:
-Sen taşımaya devam et! dedi.
Bunun üzerine Herakles taşımayı kabul etti ama sırtına bir omuzluk yerleştirene kadar birkaç dakika Atlas’ın tutmasını istedi. Atlas Dünya’yı alır almaz Herakles kaçtı ve Atlas kandırıldığını anladı. Bazı hikâyelerde gök gürültüsünün Atlas’ın Herakles’e haykırışı olduğu anlatılır. Atlas omuzlarında dünyayı değil gök kubbeyi taşır.“
Ütopya
Ütopya’nın yazarı İrlandalı yazar Thomas More, Yapıtın adı Yunanca “olmayan yer” anlamına geliyor.
More, Yunanca yer anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen “eu” ve yok anlamına gelen “ou” takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirmiş, böylece aynı anda “iyi yer” ve “yok yer”, yani “olmayan yer” anlamını taşıyan bir tür cinas yapmış.
More’un 1516’da yazdığı aynı isimdeki kitap, var olmayan bir kurgusal adada geçmektedir. More kitabında Ütopyalıları ve onların yaşam biçimlerini anlatıyor. İşin aslında ise Moore, dönemin İngiliz sistemine bir eleştiri getiriyor.
Yeni Atlantis
Francis Bacon tarafından yazılan Yeni Atlantis, yazarın ölümünden sonra yayımlandı. Eserle ilgili bilmemiz gereken bir başka nokta, eserin yarım kalan ütopik bir roma olduğu. Ayrıca eser, tesadüfi bir şekilde ele geçmesiyle ilgi çekici bir özellik barındırıyor. Yeni Atlantis, Bacon’a ait başka bir çalışma olan Sylva sylvarum’un arkasına sıkıştırılmış olarak bulundu. Yeni Atlantis romanında Bacon, insan keşfi ve bilgisinin geleceğine dair bir vizyon tasvir ediyor. Yazar, bunu yaparak insanlık için isteklerini ve ideallerini ifade ediyor.
Roman, “cömertlik ve aydınlanma, haysiyet ve ihtişam, dindarlık ve halk ruhunun hayali Bensalem sakinlerince ortak tutulan nitelikleri olduğu ütopik bir arazinin yaratılmasını tasvir ediyor. İdeal kolejinin planı (Solomon’un Vakfı ya da Solomon’un evi) ve organizasyonu hem uygulamalı hem de saf bilimlerde er şey modern araştırma üniversitesini tahayyül ediyor.
Naacal Tabletleri
Naacal Tabletleri, önce Augustus Le Plongeon’un ortaya attığı antik bir halk ve uygarlık. Bu iddia, daha sonra ise James Churchward tarafından ortaya atılmıştı. Naacal’ın varlığına dair hiçbir bilimsel ve arkeolojik veri söz konusu dğeil. Ancak buna rağmen, hakkında çok sayıda kurgusal eser yazıldığını biliyoruz.