Klasik müzik tarihinde bazı isimler yalnızca eserleriyle değil, haklarında yazılan efsanelerle de ölümsüzleşti. Antonio Salieri, bu isimlerin belki de en talihsiz örneklerinden biri. 18. yüzyılın sonunda Avrupa müzik sahnesinde büyük bir saygınlığa ulaşan, imparatorluk saraylarında görev alan, birçok besteciye ilham veren Salieri, ne yazık ki zamanla müziğinden çok, hakkında yayılan söylentilerle anılmaya başladı. Bu söylentilerin en dikkat çekeni, belki de en dramatik olanı ise, Wolfgang Amadeus Mozart’ı zehirleyerek öldürdüğü iddiasıdır. Gerçekten de böyle bir kıskançlık cinayeti yaşanmış olabilir mi? Yoksa Salieri, tarihsel bağlamdan koparılarak yalnızca popüler kültürün günah keçisi haline mi getirildi? Bu yazımızda, bir zamanlar Avrupa’nın en saygın müzik insanlarından biri olan Antonio Salieri’nin hayatına yakından bakarak, onun trajik portresini yeniden çizmeyi ve gerçekle kurgu arasındaki sınırları sorgulamayı amaçlıyoruz.
Antonio Salieri, 1750 yılında İtalya’nın kuzeyinde, Verona’nın biraz güneyindeki Legnago adlı küçük bir kasabada dünyaya geldi
Ailesi müzikle yakından ilişkiliydi. Babası bir tüccardı ama aynı zamanda yaylı çalgılarla da uğraşıyordu. Ağabeyi Francesco ise o dönemin ünlü keman virtüözü Giuseppe Tartini’den ders almıştı. Yani Salieri daha çocuk yaştayken evin içinde müzik eksik olmuyordu.
Antonio Salieri çok küçük yaşlardan itibaren müziğe olağanüstü bir ilgi göstermeye başladı. Kardeşinin kiliselerde verdiği konserleri gizlice dinlemeye gider, duydukları hakkında kendi yorumlarını yapardı. Hatta bir keresinde, bir rahibin fazla gösterişli org çalmasını eleştirdiği anlatılır. Bu erken yaşta gösterdiği müzikal duyarlılık, onun ilerideki kariyerinin temelini oluşturdu.
Ancak 13 yaşına geldiğinde hayatı trajik bir şekilde değişti. Kısa bir süre içinde hem annesini hem babasını kaybetti. Bir yetim olarak oradan oraya savruldu. Fakat hayat, ona beklenmedik bir kapı araladı: Venedik’te soylu Mocenigo ailesi tarafından koruma altına alındı.
Antonio Salieri Venedik’teyken, iki önemli müzik insanıyla tanıştı: Besteci Giovanni Battista Pescetti ve şan sanatçısı Ferdinando Pacini
Onlardan hem çalgı hem vokal müzik üzerine temel eğitim aldı. Bu süreç onun gelecekteki opera kariyeri için son derece önemliydi. Ancak esas dönüm noktası, Avusturyalı tanınmış besteci Florian Leopold Gassmann’ın Venedik’i ziyareti sırasında yaşandı. Gassmann, genç Salieri’nin yeteneğini hemen fark etti. Onu Viyana’ya götürdü, eğitim masraflarını karşıladı ve adeta kendi oğlu gibi sahiplendi. Salieri sadece müzik değil, aynı zamanda Latince, Almanca ve şiir dersleri de aldı. Böylece entelektüel anlamda da gelişme fırsatı buldu. Gassmann’ın rehberliği, Salieri’ye yalnızca teknik bilgi kazandırmakla kalmadı; disiplinli bir çalışma alışkanlığı, sanata karşı saygı ve ciddi bir iş ahlakı da kazandırdı.
Salieri, Viyana’ya geldiğinde henüz bir çocuktu, ama birkaç yıl içinde şehrin müzik sahnesinde kendine sağlam bir yer edinmeyi başardı
Gassmann’ın ölümüne kadar onunla aynı evde yaşadı ve bu süre boyunca kendi eserlerini bestelemeye başladı. İlk dini eserlerinden biri olan C majör Ayin, onun ciddi ve geleneksel yönünü ortaya koyuyordu. İlk operası La vestale ne yazık ki günümüze ulaşmamıştır. Ancak 1770 yılında sahnelenen Le Donne Letterate adlı komik opera ile dikkatleri üzerine çekti.
Asıl çıkışını ise 1771 yılında bestelediği Armida adlı opera ile yaptı. Bu eser, hem duygusal derinliği hem de sahneye aktarım gücüyle övgü topladı. Operanın başarısı sadece Viyana’yla sınırlı kalmadı; Avrupa’nın başka şehirlerinde de sahnelendi ve Almancaya çevrildi. 1772 yılında yazdığı La Fiera di Venezia adlı komik opera da oldukça beğenildi. Bu eser, sahnede oyuncuların hem şarkı söylediği hem de dans ettiği bölümler içeriyordu ve o dönem için yenilikçiydi.
1774 yılında henüz 24 yaşındayken Viyana’daki İtalyan Operası’nda yardımcı yönetmenlik görevine getirildi. Bu, genç yaşına rağmen ne kadar büyük bir güven kazandığını gösteriyordu. Düşünün ki, Avrupa’nın kültürel başkentlerinden birinde opera prodüksiyonlarını yönetmek gibi çok önemli bir sorumluluğu üstlenmişti.
Ancak 1777 yılında Viyana’daki İtalyan Operası mali sorunlar yüzünden kapandı. Pek çok kişi böyle bir durumda umutsuzluğa kapılabilirdi, fakat Salieri için bu, başka kapıların açılacağı anlamına geliyordu
Viyana dışına yöneldi. Milano ve Paris gibi şehirler için yeni eserler bestelemeye başladı. Böylece müziği yalnızca Avusturya’da değil, Avrupa’nın pek çok köşesinde yankı buldu.
1784 yılı, Salieri’nin kariyerinde önemli bir dönüm noktasıydı. O yıl, Paris’te sahnelenen Les Danaïdes adlı opera sayesinde Salieri büyük bir başarıya ulaştı
Bu eserin başta ünlü besteci Christoph Willibald Gluck ile ortak bir çalışma olduğu sanılıyordu. Ancak zamanla ortaya çıktı ki, bu eseri aslında tamamen Salieri kendisi bestelemişti. Her halükarda, opera Paris’te seyirciler tarafından büyük ilgi gördü ve Salieri’nin ismini sadece Almanca konuşulan ülkelerde değil, tüm Avrupa’da duyurmasına vesile oldu.
Bu başarının hemen ardından, aynı yıl içinde Salieri çok önemli bir görevle onurlandırıldı: Viyana’daki Habsburg Sarayında “Kapellmeister”, yani saray müzik şefi olarak atandı. Bu unvan, saraydaki tüm dini müziklerin sorumluluğunu ona veriyordu. Bu pozisyonu uzun yıllar boyunca büyük bir titizlikle sürdürdü ve bu süre zarfında hem Viyana’daki müzik hayatını şekillendirdi hem de birçok genç besteciye akıl hocalığı yaptı.
1780’li ve 1790’lı yıllar, Salieri’nin müzikal anlamda en verimli dönemleriydi. Yalnızca opera değil; senfoni, kilise müziği (dini eserler) ve dünyevi şarkılar da bestelemeye devam etti
Salieri’nin en dikkat çeken yönlerinden biri, farklı dillere ve müzikal tarzlara büyük bir ustalıkla uyum sağlayabilmesiydi. Fransızca, Almanca ve İtalyanca gibi farklı dillerde eserler verebilmesi, onun Avrupa’nın farklı bölgelerinde sevilmesini sağladı. Viyana’daki müzik çevrelerinde olduğu kadar Paris’te ve başka büyük müzik merkezlerinde de saygı gördü.
Antonio Salieri’nin ismi ne yazık ki sıklıkla Wolfgang Amadeus Mozart ile birlikte anılıyordu. Aralarında profesyonel bir rekabet olduğu doğruydu. Ancak bu rekabet zaman içinde büyütüldü, dramatize edildi ve adeta bir efsaneye dönüştürüldü
Özellikle Salieri’nin Mozart’tan gizli gizli nefret ettiği, hatta onu zehirlediği yönündeki iddialar, tarihsel bir temelden çok dedikoduya dayanıyor.
Bu söylentiler ilk olarak Mozart’ın 1791’deki erken ölümünden hemen sonra ortaya çıktı. Konu, Rus şair Aleksandr Puşkin’in yazdığı bir tiyatro oyunu ile daha da popüler hale geldi, daha sonra ise “Amadeus” adlı tiyatro eseri ve sinema filmi ile geniş kitlelere ulaştı. En şok edici iddia, Salieri’nin ölüm döşeğinde Mozart’ı zehirlediğini itiraf ettiğiydi. Ancak bu iddianın doğruluğunu kanıtlayacak hiçbir güvenilir belge veya tanık yok. Hatta tarihçiler, Salieri’nin yaşlılığında zihinsel açıdan ciddi sorunlar yaşadığını, bu yüzden bu tarz sözlerin bir sanrı veya kafa karışıklığı sonucu söylenmiş olabileceğini düşünüyor.
Ayrıca, Mozart’ın ölümüne dair modern araştırmalar da, herhangi bir zehirlenme izine rastlamamıştı. Mozart’ın Prag seyahati sırasında ciddi bir hastalık geçirdiği ve bu hastalığın Viyana’ya döndükten sonra hızla kötüleştiği biliniyor. 5 Aralık 1791’de, sadece 35 yaşındayken hayatını kaybetti. Ölüm nedeni konusunda tıp dünyasında birçok teori öne sürülse de zehirlenme bunlar arasında bilimsel olarak doğrulanmadı. Günümüzde tarihçiler, Mozart’ın doğal nedenlerle öldüğü konusunda neredeyse hemfikir.
Mozart ile Salieri arasında bazı profesyonel kıskançlıklar olmuş olabilir. Ancak Salieri’nin Mozart’a zarar vermeye çalıştığına dair somut bir kanıt yok. Hatta elimizdeki bazı veriler, Salieri’nin Mozart’a saygı duyduğunu gösteriyor
Örneğin, Mozart’ın ünlü operası Sihirli Flüt’ün galasına Salieri katılmıştı. Dahası, Mozart’ın ölümünden sonra oğluna bizzat müzik dersleri vermişti. Eğer gerçekten düşmanlık besleseydi, bu tür destekleyici adımları atması pek olası olmazdı.
Salieri’nin yaşlılığında yaşadığı derin üzüntünün kaynağının Mozart değil, kendi müzikal popülerliğinin zamanla azalması olduğu düşünülüyor. Serenade Magazine’de yayımlanan bir yazıya göre, hakkında çıkan söylentiler onu derinden yaralamış ve depresyona sürüklemişti.
1822 yılında bir dostu olan Hüttenbrenner ile yaptığı bir konuşmada, hayatının sonuna geldiğini hissettiğini ve artık ne şarkı yazma gücüne, ne de hevesine sahip olduğunu ifade etmişti. Eskiden Avrupa’nın yarısının kendisini onurlandırdığını, ama zamanla unutulduğunu ve yeni isimlerin onun yerini aldığını da eklemişti. O anlarda artık sadece Tanrı’ya sığınmanın ve “Barış Ülkesi”nde huzurlu bir varoluş ummanın kaldığını söylemişti.
Tüm söylentilere rağmen, Salieri’nin gerçek mirası başka bir yerde
O, yalnızca iyi bir besteci değil; aynı zamanda çok sayıda önemli müzisyene yol gösteren bir öğretmendi. Ludwig van Beethoven, Franz Schubert ve Franz Liszt gibi büyük isimlere öğretmenlik yapmıştı. Onun bu öğrenciler üzerindeki etkisi, klasik müziğin evriminde ciddi bir rol oynamıştı.
Salieri, 1825 yılında, 74 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Ölümünden sonra da hakkındaki efsaneler zaman zaman yeniden gündeme geldi
Ancak bugün, müzik tarihçileri arasında Salieri’nin Mozart’a zarar verdiğine ya da onu zehirlediğine dair bir inanç kalmadı. Aksine, Antonio Salieri, klasik müziğe yaptığı katkılar, operaya ve dini müziğe getirdiği yenilikler ve müzik eğitimi alanındaki öncülüğü ile saygıdeğer bir sanatçıydı. Popüler kültürün yarattığı “kötü adam” imajının aksine, müzik dünyasında ciddi izler bırakmış bir ustaydı.