Olgunluk, yalnızca bireysel anlamdaki gelişmeyi işaret etmez aslında. O bireylerin meydana getirdiği toplumların da bir olgunluk düzeyi söz konusu. Toplumun kurtuluşunu sağlayan kurucu kadrolar, yaşamları boyunca bu uğurda ciddi gayret gösterdiler. Ülkemizin de kuruluş aşamasında nice sancıları hatırlarsak bu olgunluğun sağlanması için özellikle Ulu Önder ve onun yakın çevresinin çabalarını unutmamız mümkün olmuyor. Ancak yakın tarihteki başka gelişmeler, kurtuluş ve kuruluş yıllarını takip eden süreçlerde, Türkiye Cumhuriyeti’nin pek iyi bir sınav veremediğini de gözler önüne seriyor. Deneyimlerine, emsalsiz rehberine rağmen bu sınavı verememek sadece bizim yakın tarihimize has olmasa da, nice faili meçhul cinayet geçmişimizi karanlık kıldığı gibi bu karanlıkların yırtılıp aydınlığa kavuşturulmaması can yakıyor, umutsuzluk aşılıyor. Örneğin, sekiz yıl arayla önce Sakıncalı Piyade Uğur Mumcu’nun, ardından Gaffar Baba olarak Diyarbakır’ın bağrına bastığı Gaffar Okkan’ın 24 Ocak gününde (1993-2001) katledilmesi…
Sakıncalı Piyade Uğur Mumcu
Bu yazı içinde kronolojik olarak gitmek akla yatkın durduğundan önce Uğur Mumcu ve onu kurban verdiğimiz suikaste dair yazmak yerinde olur.
Okuduğunuz bu yazı, biyografik bir içerik olmayacağından kendisinin kim olduğunu bilmeyenlerin ve hayat hikayesini okumak isteyenler; buraya tıklayarak diğer içeriklere göz atabilirler.
Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade olması, gazetecilik kimliğinin arkasında yalakalık ya da etik dışı yöntemlerle türlü kişisel çıkarların peşinde koşmak isteyenlerden ayrıldığını gösteren bir takma ad. Çünkü araştırmacı gazeteci olarak açtığı her dosyada birilerinin çıkarlarını zedelemiş ve hatta tek başına bunları ifşa etmeyi başarmış olduğu gibi Türkiye’nin Soğuk Savaş süreci içinde vücut bulan destekli odakların çekinmesine sebep olmuştu. İfşa edilen ya da ifşa edilme korkusu içinde, kelimenin tam anlamıyla kıvranan o “odaklar”; tek bir dürüst gazetecinin neler yapabileceğini görmüşlerdi. İşte Mumcu işte tam da bu nedenle “Sakıncalı Piyade” olmuştu. Çünkü şerefli, dürüst bir gazeteciliğin nasıl yapılması gerektiğini göstermişti.
Aldığı Tehditler
Ölümünden kısa bir süre önce yoğunlaşmaya başlayan tehditlerle akıbeti hakkında çıkarımlarda bulunmaya başlayan Uğur Mumcu, aldığı riskin farkında olarak bildiği yolda ilerlemeye devam etmişti. Yakın çevresi ve eşiyle de bu durumu paylaşan Mumcu, aslında kendisini neyin beklediğini biliyor ancak korkmak, sinmek ve durmak yerine cesaretle dinlenmeden açtığı dosyalardaki gerçekleri satır satır halkıyla paylaşıyordu.
“Belindeki silahına güveniyordu”
Yıllar sonra köşesinde yazdığı yazı ile Mumcu’ya dair, bir restoranda yenen yemeğin sonrasında gerçekleşen anısını paylaşan gazeteci Emin Çölaşan, Mumcu’yu koruma istemesi yönünde uyardığını ve ondan aldığı cevabı paylaşıyordu:
“… Yine basın dedikoduları yaptık, bizim mesleğin içine sızan liboş, iş bitirici, dolandırıcı, satılık, namussuz gazeteci takımından bol bol söz ettik.
Uğur’un belinde o meşhur Smith Wesson tabancası…
Tabancasını yoklayıp ‘vay benim kovboyum’ falan diye takıldım ve o son görüşmemizi gazetede yazdım.
… Uğur’a sık sık tehditler geliyordu. Devletten koruma istemeyi hep reddetmişti. Yine de ona bir mahalle bekçisi verdiler. Gece geliyor, kendisine evden verilen koltuğun üzerinde sabaha kadar, sokak kapısının önünde horul horul uyuyor ve sabah kimseye görünmeden gidiyordu.
O son görüşmemizin gecesinde, restorandan yaklaşık 01.00 sıralarında ayrıldık. Uğur, beni eve bırakacak. Arabada giderken aramızda aynen şu konuşma geçti:
‘Kendine adam gibi bir koruma iste. Bak, gecenin bu saatinde ikimiz baş başayız. Herifler ikimize bir şey yapsa ertesi gün bayram ilan ederler.’
‘Boş ver ya… Bir de koruma ile mi uğraşacağım? Kapıdaki bekçiyi görüyorsun işte, ne işe yarıyor? Üstelik herifi ağırlıyoruz, yemeğini bile veriyoruz…’
24 Ocak sabahı
Gazetesine gitmek üzere sabahın erken saatlerinde evinden çıkan Mumcu, otomobiline yanaştı. Kim bilir; aklında tarikatların gerçek yüzü mü vardı yoksa yolsuzluk peşinde koşanları bulup halka tüm gerçekleri açıklama isteği mi? Yoksa aldığı tehditlerle “öldürüleceğine emin olduğunu” açıkladıktan sonra bu cinayetin ne zaman gerçekleşeceği mi?
Aklında neler vardı, neler düşünüyordu, bilinmez ancak o otomobilin kapısını açıp koltuğuna oturduktan sonra Türkiye’de hiçbir şey eskisi bir olmadı. Çünkü faili meçhullerle katledilen aydınlar arasına bir isim daha eklenmiş ve tablo, çok daha karanlık bir hale gelmişti.
Uğur Mumcu cinayeti aydınlatılmadı. Cinayeti kökten dinci bir örgütün işlediği ve araca bombayı koyan bu örgütün İran’dan geldiği bilgileri dışında tatmin edici hiçbir soruşturma gerçekleştirilmedi. Yıllar sonra bir emniyet müdürü olan Gaffar Okkan, bu cinayeti aydınlatmaya yönelik düşüncesini paylaşacak ancak o da manidar bir günde, 24 Ocak gününde şehit edilecekti.
Gaffar Okan
Ali Gaffar Okkan, ilk il emniyet müdürlüğünü (1. Sınıf Emniyet Müdürü) Kars’taki görev sürecinde deneyimledi. Görev aldığı her şehirde, her emniyet müdürlüğünde farklı çalışma yapısıyla dikkat çeken Okkan, bir kararname ile 18 Kasım 1997 tarihinde, birkaç yıl sonra şehit edileceği Diyarbakır’ın “Gaffar Baba”sı olmak üzere yola çıkıyordu.
Gaffar Okkan, Diyarbakır’a adım attıktan sonra polis ile halk arasında kalın duvarların olduğunu fark etmişti. Şerefli devlet insanlarına has bir hareket midir, bilinmez ama Gaffar Okkan da kılık değiştirip nabız yoklamaya halkın arasına karışmayı önemsiyordu.
Anlatılan hikayelerden birine göre Gaffar Baba, şehirde bir çay ocağına gider. Kimliğini gizli tutan polis müdürü burada, çaycıya, “param yok” der. Çaycı gülümseyip “sorun etme” deyip sırtını sıvazlar emniyet müdürü olduğunu bilmediği bu adamın. Ardından bir ciğerciye geçen Okkan dükkanın sahibine karnının aç olduğunu ancak parası olmadığını söyler. Ciğerciden, “Afiyet olsun. Kalacak yerin var mı?” cevabını aldıktan sonra ikili arasında gelişen sohbet sırasında Gaffar Okkan emniyet müdürü olduğunu söyler. Ancak ciğerci buna cevaben, “ben de valiyim zaten” deyince kahkahalarla şenlenir ortam. Olaydan birkaç gün sonra ise Gaffar Okkan yanında koruma polisleri ve makam otosuyla o ciğercinin dükkanına yeniden uğrar. Ciğercinin yanı sıra bölge tüm esnafıyla iletişim kurmayı önemseyen Okkan polis ile halk arasındaki mesafenin yok edilmesini emreder.
Hesabı ödemeyen polisin hesabını öder
Anlatılan bir başka hikayeye göre Okkan, yine görevinin ilk zamanlarında kılık değiştirip bir lokantaya gider. Orada oturduğu sırada bir polisin hesap ödemeden çıktığını fark eder. Dükkan sahibinin yanına yanaşıp kendi hesabını öderken, “az önce çıkan polisin de hesabını buradan al” der. O sırada polisten duyulan şikayetleri dinler, sıradan bir vatandaşmış gibi; bu şikayetleri yok edecek tasarılarını netleştirmeye çalışmanın ciddiyeti içinde…
“Polis sokağa çıkacak”
Onun talimatıyla masa başında polis olmaz. Terör tehlikesinin üst düzeyde olduğu bu şehirde sokaklara akan polisler, halkın yanında olduğunu gösterir. Kadın polisler bu şehirde ilk kez görev aldı. Kadın polislerin kullandığı 2 aracın iki görevi vardı; Biri kayıp çocukları bulup ailelerine ulaştıracaktı diğeri ise kentin neresinde olursa olsun yaşlılara yardım edecekti.
Diyarbakırspor’a olan sevgisi
Sakarya’da doğan bu emniyet müdürü, yedi kuşak bölge halkından olan birinden daha Diyarbakırlı’ydı.
Çocukların ve gençlerin terörden uzak durması için spora eğilmeleri gerektiğinin farkında olarak Diyarbakırspor’un yükselmesini önemseyen emniyet müdürü, antrenmanlara gider, maçlarda tribündeki yerini alır ve bir taraftar olarak tüm yüreğiyle tezahüratlara eşlik ederdi. Diyarbakırlı vatandaşlarla kol kola, şehrin futbol takımının yükselmesi için yüreğinden geçeni elinden geldiğince yapmak için dinlenmedi, pes etmedi.
24 Ocak: 3310 şehit edildi…
Yaralı Polis: “Merkez, merkez! Saldırıya uğradık, saldırıya uğradık…”
Merkez:”Olay yeri neresi?“
Yaralı Polis: “Şehitlik mevki”
Merkez: “Zayiat var mı, zayiat var mı?”
Yaralı polis: “Şehidimiz var.”
Merkez: “Sayın 3310’un durumu ne?”
Yaralı Polis: “Başımız sağ olsun…”
Yukarıdaki telsiz konuşmasıyla şehit olduğu bildirilen “3310”, şehrin Gaffar Baba’sı olan Gaffar Okkan’ın telsiz koduydu.
24 Ocak günü, saatler 18.50 sularını gösterirken seyir halindeki Okkan ve ekibi önce geniş bir alanda kesilen (?) elektiriklerin ardından karanlıkta kalan bir yolda saldırıya uğrar. İlk ateş edilen noktayı tayin eden Okkan ve çatışan personeli aracın diğer tarafında olan kapısından çıkıp siper almaya çalışır. Ancak profesyonel bir suikast timi olduğu anlaşılan katillerin bir kısmı da o taraftan ateş etmeye başlar. Çapraz ateşe alınan Okkan ve ekibindeki 5 koruma polisi bu saldırıda şehit edilir.
Neden?
Faili meçhul cinayetlerin aydınları katletmesinin sebebi malumdur. Dolayısıyla tetikçilerden ziyade bu cinayetleri azmettiren odakların işlediği cinayetler için faili meçhulden ziyade faili malum demek daha yerinde olabilir. “Diyarbakır halkına zulmedeni yakarım” diyen Okkan da, tıpkı Mumcu ve katledilen diğer güzel insanlar gibi gerçeğin ve doğru olanı yapmanın peşindeydi. Birilerinin çıkarlarını zedeleyince katli vacip görüldü. Hizbullah terör örgütünün olduğu iddia edilen bu saldırıdan bir süre önce Okkan’ın, “hayatımın en büyük amaçlarından biri Uğur Mumcu cinayetini çözmektir. Bunu çözersem…” sözlerinin yanı sıra yine saldırıdan çok kısa bir süre önce Mumcu’nun yakınlarını arayıp, “sizinle çok önemli konular konuşmamız gerekiyor” dediğinin iddia edilmesi bile onun neden öldürüldüğünü ve bu cinayetin neden “24 Ocak” tarihinde gerçekleştirildiği hakkında ipuçları sunuyor.
Disiplinli anlayışı nedeniyle astlarıyla ilişkisinin iyi olmadığı öne sürülse de Gaffar Okkan, yalnızca son görev yaptığı Diyarbakır’da değil, Türkiye’nin her bölgesinde ismi saygıyla anılan örnek bir polis müdürü olmuştu. Kendisi bugün bile Türk polisinin şerefle anılan simge isimlerinden biri olmayı hak eden şehidimizdir.
Bu iki cinayet başta olmak üzere on yıllar boyunca katledilen aydınlarımızı katledenlerin ortaya çıkarılması, hesabının sorulması ve aydınlık günlere kavuşmamız dileğiyle…