2000’leri sarsan Twilight serisinde aşk çogh acayip yüceltiliyordu. Doğa üstü olanaklar da devreye girdiği için şiirselliğin dibine vuruluyor, kavuşamayan iki farklı dünya bol mavili gecelerde bir tüy gibi gökyüzüne yükseliyordu.
Aa, o da ne? Tüyün kaynağı kurtadammış. Pençe, ısırık, kan revan… Sonra yeniden bir romans, sonra o kurt adam bakışlarda eriyen masum ama tutkulu bir genç kız falan. Şehir hayatı ve doğanın zıtlığında, ormanların ağaçların, gece ve gündüzün ayrımında yaşanan şiddetli aşk, bir anda öylesine patladı ve yüceltildi ki, 2000’lerin önemli bir kısmı kendine puslu bakış şekli yapan gençlikle doldu taştı.
Twilight, karşıtlıklar dünyasında imkansız olanı ansızın imkanlı hâle getiriyor, bunu yaparken de klasikleşmiş formülleri dozunda kullanıyordu. Mutluluğa, aşka ve sevgiye aç insanoğulları olarak biz sefil seyirciler de haliyle ağzımız açık, gözümüz yaşlı filme dalıp gidiyorduk. Bildiğin ergen filmi, oldu mu sana dev bir aşk hikayesi.
Derin bakışlı diye yutturulmaya çalışılan fekat aslen köpek dişli bir vampir olan Edward, biriciği Bella’sına piyanoyla “Bella’s Lullaby” çalarken
https://www.youtube.com/watch?v=dDf7wBS0ovs
Edward filmde Bella’yı odasına getirdiğinde de Debussy’den “Clair de lune” muhabbeti dönüyordu. Piyano çalan vampir? Olmaz demeyin. Mavi ışık altında iki genç diz dize, bir de piyano, buyurunuz dev aşk sahnesi. Sahne, sinemada klasik müzik kullanımının yeni sayılabilecek örneklerinden.
Life is Beautiful (1997) Offenbach: Barcarolle from Tales of Hoffmann
Offenbach kimdir sorusunu herhalde en iyi şu bestesi yanıtlar. Life is Beautiful’daki artık klasikleşen sahne ise Roberto Benigni’nin araya giren kopartan “sadece sol kulağımla duyabiliyorum” esprisi ve sevgiliyi kendine döndürebilme gücüyle unutulmaz olmuştu. Guido’nun “Principessa”sı aşağıya baksın diye yaptıkları ve fonda eşlik eden opera, sinemanın 100 defa izlense sıkmayacak karelerinden.
Silence of the Lambs (1992) Bach, Goldberg Variations
Piyanonun kusursuz huzuru, Anthony Hopkins’in histerik nefesi, parlak koyu süzülen kan ve maestro gibi ritme uygun hareket eden bir el. Sinema tarihinin klasik sahnelerinden Kuzuların Sessizliği ve Dr. Hannibal Lecter’ın hücre yemeği. Bach’ın insanı ana rahmine geri döndüren, sonra çıkarıp mezara sokan, oradan da alıp uzay boşluğuna savuran varyasyonları eşliğinde Hopkins izlemek, sinemaya duyalan sevdanın en güzel örneklerinden.
James Bond Quantum of Solace (2008) Puccini: Tosca
İngiliz ajanı imajının altında İngiltere’nin tüm aristokrat dizaynını da taşıyan Bond bu sefer bir opera sahnesinde. Avusturya Bregenz’deki dünyaca ünlü sahne Quantum of Solace’nin terörist grubu için bir buluşma mekanı olmuş. Bond opera sahnesinin sessizliğine ve grubun tabiri caizse kabak gibi görünür olduğuna atıfta bulunmak için “bence buluşmak için daha iyi bir yer bulmalıydınız” diyor.
The Fifth Element (1997) Donizetti, Lucia di Lammermoor
Cem Yılmaz’ın Gora’da açıklığa kavuşturduğu doğada bulunan 4 element olan ateş, su, toprak ve tahtanın yanında yer alması gereken unutulmuş 5. element Milla Jovovich’in canlandırdığı Leeloo’ysa altıncısı da filmde Donizetti’ye ses olan Diva’dır diyebiliriz. Filmde Diva’yı ünlü Arnavut opera sanatçısı Inva Mula canlandırmıştı.
Philadelphia (1993) Giordano: Mamma Morta from Andrea Chénier
Philadelphia ve ondan hemen bir sene sonra Forrest Gump ile üst üste iki kez En İyi Erkek Oyuncu dalında Akademi Ödülü alan Tom Hanks bu unutulmaz sahnede klasik müziğe kapılıp giderken bir yandan da yaklaşan ölümüyle yüzleşiyordu. Bu film haklı olarak Bruce Springsteen’in “Streets of Philadelphia” parçasıyla bilinir; zaten filme giden Oscarların biri de en iyi orjinal müzik dalında Springsteen’e verilmişti. Tom Hanks fonda Maria Callas ile birlikte parçanın içeriğini Denzel Washington’a anlatırken tüm dünyaya da artık salt bir komedi oyuncusu olmadığını ispatlıyordu.
Three colours – Bleu (1993) Song for the Unification of Europe
https://www.youtube.com/watch?v=9wjcbC-xn9g
Yönetmen Polonyalı Krzysztof Kieślowski müzikler Zbigniew Preisner. Adlarını Fransız bayrağının renklerinden alan üçlemenin diğer iki filmi ise, Üç Renk: Beyaz ve Üç Renk: Kırmızı. Temel festival bilgilerimizi aldıysak Juliette Binoche’u izlemeye dedam edebiliriz. Bu kadın öylece durduğunda zaten sinema oluyor bir de üzerine beste yapılmış artık hesab edin filmin sanat dünyasında yarattığı etkiyi 🙂
Titanic (1997) Nearer My God to Thee
https://www.youtube.com/watch?v=_SoU4qzZlcw
Tam James Cameron işi bir sahne. Bir yandan ihtişam tüm heybetiyle sulara gömülürken diğer yandan müziğin gücü sahne alıyor. İzleyiciye en çok “Vayy arkadaş” dedirtmeyi seven yönetmenlerden olan Cameron fırsatı kaçırmıyor ve geminin salon orkestrasına güvertede mini bir ilahi dinletisi verdiriyor. Filmde yıllar sonra faciadan kurtulanlar aynı ilahiyi kilisede de dinleyecekler.
Pretty Woman (1990) Verdi: La Traviata
Quantum of Solace’ın opera sahnesine yönveren Puccini bu sefer Richard Gere ve Julia Roberts’lı 90’lar klasiği Pretty Woman’a ayar çekiyor. Filmin tema müziği tabii ki yapıma ismini de veren Roy Orbison klasiği “Pretty Woman” ama bu opera sahnesi de 90’larda birçok romantik yüreği yerinden zıplatmıştı.
Clockwork Orange (1971) Beethoven: Symphony No 9
https://www.youtube.com/watch?v=6uEJRmoIDVc
Uzunca süre yasaklı kalan sinema tarihinin en kışkırtıcı işlerinden olan Kubrick’in Otomatik Portakalı, Alex’in takıntılı derecede bağlı olduğu 9. Senfoni ile özdeşleşmiş bir yapım. Otomatik Portakal öylesine etkili bir dile sahipti ki filmin ana karakteri olan anti-kahraman Alex’i canlandıran Malcolm McDowell yıllar sonra verdği röportajda üzerine yapışan Alex karakteri yüzünden uzun süre başka bir yapımda rol alamadığını, Kubrick’in de bu duruma karşı herhangi birşey yapmadığını söylemişti.
Filmin nerdeyse tamamına yakınına hakim olan klasik müzik eserleri arasında en çarpıcı sahnelerden biri de Alex’in gördüğü tedavi sırasında fonda Beethoven çalarken kendisine izletilen Nazi görüntüleriydi. Şiddet bağımlısı Alex’in ‘Bunu yapamazsınız. Beethoven kimseye zarar vermedi! O sadece müzik yazdı!’ sözleri filmin sonuna doğru Alex’in durumunu özetliyordu.
Bonus: Diva (1981) Catalani, La Wally
Sinemada klasik müziğin bağlayıcı gücü sadece aşk sahnelerinde değil, şiddet, nefret, aksiyon, hüzün ve neşede, duyguların coşup çağladığı her karede yönetmenlerin kurtarıcısı oldu. Klasik müziğin tek başına etkisi öylesine baskındır ki, sahnenin diğer ögeleri tırtsa, Bach ayaklanıp kendi çalsa bile o sahneden hayır gelmez. Oyuncu da perişan olur yönetmen de. Bu yüzden her filmin, her ekibin harcı değildir filmde klasik müziğe yer vermek. Biz listedeki filmleri kafamıza göre yorumladık, siz de aklınıza gelen başka sahneleri eklemeyi unutmayın.