Kimi şiirler vardır kısacık bir iki satırla koca bir aşkı anlatır, kimi şiirler vardır satırlar boyu yaşamı anlatır öykü tadında. İşte edebiyatımızın en unutulmaz şiirlerinden Han Duvarları‘nda Faruk Nafiz Çamlıbel bir yol hikayesi anlatırken, aslında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış‘ın ya da Anadolu insanının öyküsünü anlatır…
1. Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık
Han Duvarları, 1922 yılında soğuk bir Mart sabahında başlayan ve Ulukışla’dan Kayseri’ye “yaylı” denilen at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuğun hikâyesidir. Hayatında ilk defa İstanbul’dan ayrılan şair, gurbeti içinde hissetmektedir. Yaşanılan acının derinliği ilk ayrılık olmasındandır; yüreğinde duyduğu ilk sevgiye özdeş bir acıdır bu…
2. Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Öğretmen olarak Kayseri Lisesi’ne atanan İstanbullu şair, bu yolculukta ilk kez Anadolu’nun yüksek dağlarını, çorak topraklarını ve kıştan bahara geçen doğasını şaşkınlıkla izler içindeki acıya katık ederek…
3. Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Şair, at arabası ile yaptığı üç günlük seyahati boyunca görmüş olduğu manzaraları, en küçük ayrıntısına kadar bir tablo gibi göz önüne serer mısralarında.
4. Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonu ademdir diyor insana yolun hali,
Ara sıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Şair, İstanbul’da alışık olmadığı bir doğa ile karşılaşınca kendini buralara yabancı hisseder. Issız Anadolu coğrafyası ve yalnız Anadolu insanı şairi derinden etkiler.
5. Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan
Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bu yalnızlık ve ıssızlığa yoksulluğun da eklenmesi şairde acı duygular yaratır. Kurtuluş Savaşı sonrası, vatanın dört bir köşesinden gelen Anadolu’nun yoksul insanları, bağırlarındaki yaralara bir çare bulmak için hanlarda, kervansaraylarda toplanırlar.
6. Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler…
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler…
Hanlarda kalan yalnız ve dertli insanlar, yüreklerindeki acıyı ve özlemi hanlarda kaldıkları duvarlarla paylaşırlar.
7. Uykuya varmak için bu hazin günde erken
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken baş başa
Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben”
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi…
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Yol ve gurbet yorgunu şairimiz de uyumak üzere odasına çekildiğinde duvarlarda bir şairin hüzünlü mısralarıyla karşılaşır: Duvardaki şair, savaş yıllarında sevdiklerine hasret, sınırdan sınıra savaşmak için koşmuş bir askerdi belki de…
8. Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!…
Artık savaş bitmiş, zafer kazanılmıştır. Elde edilen ise vatan ile o savaşlarda kazanılan şan ve şereftir.
9. Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Yolculuğun ikinci gününe sabahın ilk ışıklarıyla başlayan şair, geçtiği yolları ve doğayı içine işleyen hüzünle tasvir eder.
10. Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz gitgide
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu…
Şair bir gün içinde baharı ve yazı yaşarken duygularında da aynı değişimi hisseder…
11. Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı “İşte Araplıbeli!”
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bahardan kışa geçen yolcular ve şairimiz; yeni bir menzile, yeni bir hana varmanın sevincini yaşarlar.
12. Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor…
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
“Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben”
Ve şair yeni bir handa, ocağın başında sohbet eden yeni insanlar tanır; odasına çıktığında yüreğine ateş gibi düşen yeni mısralarla karşılaşır.
13. Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı…
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Ve hızla değişen mevsimler arasında, uzun yolculuk sürer. Günün sonunda yeni bir yer, yeni bir han ve yeni yüzler karşılar şairi.
14. Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
“Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”
Yorgunluktan uyuya kalan şair, sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında aslında han duvarlarında izini sürdüğü yol arkadaşı şairin kim olduğunu duvardaki mısralardan keşfeder.
15. Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu
Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:
“Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…
Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.
Ve hancıdan Maraşlı Şeyhoğlu‘nun acı hikayesini öğrenir… Anadolu insanının birçok özelliklerini kendinde toplayan Maraşlı Şeyhoğlu, vatan müdafaası için huduttan hududa koşan köylü Mehmetçik’tir aslında. On yıl, sılası olan “Kınadağı’ndan, baba ocağından ve yar kucağından” uzak kalmıştır.
16. Aradan yıllar geçti…
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Han Duvarları şiirinde şair, Cumhuriyet devrinden önce Anadolu halkını mahveden savaşlara gönderme yapar aslında: Balkan Savaşı, Birinci Dünya Harbi, İstiklâl Mücadelesi… Tarihî ve sosyal durum, Anadolu insanını bir kuru yaprak misali rüzgârın önüne katmış, oradan oraya sürüklemiş, takatsiz bırakmıştır…