Behçet Aysan, Sivas’taki Madımak Oteli’nde arkadaşlarıyla birlikte katledildiğinde 44 yaşındaydı. Şiir yazıyordu ve sevgiye inanıyordu.
Şiir, mutlak iyileşmenin mümkün olduğu bir tür değildir fakat yazınsal olarak insanın iç dünyasını pek çok açıdan harekete geçirebilir. Bizim edebiyatımız da şiirin geçtiği türlü yollardan geçerek kendini var etmiş, ilerletmiştir.
Behçet Aysan şiirleri de aynı yolun yürüyeni, ter dökeniydi. Dünyadan gelip geçen her şeyin; örneğin bir güvercinin de sevindirilmesini diliyordu. Çünkü yaşanmış ve yaşanacak olanların mutlak sonsuzluğu, onu yaşayan herkesin hissettiklerinden doğan güzelliklerle mümkündü. Büyümek, çoğalmak ve iyileşmek için yeterli olan buydu. Edebiyat, biraz da böylesi bir duygunun çocuğuydu. Behçet Aysan, bunu iyi biliyordu.
Beyaz Geceler
Bütün hayatları bilmek isterdim
ilginç geliyor bana bir gemicinin
anlattıkları
eskiyen
aşkaları bırakıp
yeni yükler aldıkları
beyaz bir gecede.
bilmek isterdim
çamlıhemşin’ li fırıncı
ustanın
niçin
batum’dan göç ettiğini
kömür yüklü mavnayla
beyaz bir gecede.
beyaz bir gecede
beyaz bir gecede
savrulmuş
buralara
saraybosna’dan
elinde hiç işlemediği
nakışı
kış zorlu
makedonya komitacı dolu
buğulanmış camları vagonların
bakışı mavi gözleri dalgın
o kadın
doğurmuş sanra annemi
bilmek isterdim
bozüyük bilecik arasında
bin dokuz yüz kırk yedinin martında
tipi
ve aç kurtlar
saldırınca
tepesinde bir telgraf
direğinin
donan
gencecik hat bakıcısının
hayatını.
beyaz bir gecede.
ne söylenecek
bir türkü
ne yazılacak
bir roman
olan
bütün hayatları
yaşanmış
bütün hayatları
bilmek isterdim.
beyaz bir gecede.
Deniz Feneri
sabaha böyle bir ağaç hışırtısı
saatin 03’ü vurduğu zamanlar
iki yüreği birden ayağa kaldırırdı.
ayaklanan yüreklerden biri olimpos’a gizlenirdi
biri anadolu bozkırında.
tam o vakit, suların koşarak
rüzgara aktığı
gökyüzünün uçsuz bucaksız denizi durulurdu.
bir durulan deniz bendim
biri karşı kıyılarda
ve sabah onun için bir yol bulunurdu
akmaya
kibele koşar gelirdi.
ve yine öylesi bir anda
bir salyangoz tırmanırdı aynı inciri
bir küflü kilidin tık sesi duyulur
saksılarda aynı sardunyaların gerinmesi
bir yaşlı kadın kalkar
suskun adımlarla yürür
terliklerini giyer
istavroz çıkarır veya yasin
okurdu
kilometrelerce uzakta
ve aynı anda.
keder bir buğu gibi yükselirdi
bir şiir başladığı dizeleri yazar
ocaktaki ateş çıtırtılarla yanardı.
uçmaya
hazırlanan külrengi bir kuş
beş uzun yıl sonra sürgünden
dönen bir adamın odasına
girebilirdi.
hasret girebilirdi
direnme girebilirdi
yitirilmiş bir aşk girebilirdi.
adam odadan çıkar giderdi.
çünkü ayios pavlos cezaevinin
ve kartal maltepe’ nin avlusunda
düşünceli dolaşan birinin gölgesiydi.
gölgesiydi gölgelenmiş güneşin
umudun öldürülüşünün
postalların bütün güzellikleri
çiğnemesinin
zakkumun ve bethoven’ in
şiirin ve aşkın
yasak edilişinin gölgesiydi.
oydu
ter ince bir ırmak gibi akarken
spil dağı eteklerinde
ve tırhala’da tütüne koşan
yüzü aynı esmer reçber.
başka bir yerde başka bir esmer yüz
mazgalların arasından
gökyüzüne bakıyordu
ürkek sarı
kaçak yıldızlara
başının üstünde mazgallarda
nöbetçilerin ayak sesleri.
üç gün önce getirmişlerdi
üç gün üç gece
sadece zeytin
ekmek ve sigara.
demir kapıda küçük bir delik
havalandırma
yukarda ürkek
sarı kaçak yıldızlar.
tutuklunun adı
takis petrulastı.
belki de onun türkçesiydi.
o gece yarısı
oturdu ilk şiirini yazdı.
Fesleğenler
bir gün girit’e geri döndüm.
tam üç uzun yıl geçti, deniz
orda her gün köpürürdü.
ve yaşlı bir kadın her gün ağlardı
hiç dönmeyecek olan
bir balıkçı teknesini bekler gibi
aynı kıyıda.
çakıl taşlarıyla
rengarenk,
kırmızı mendil ve usul sesli türküleriyle
oğlundan,
bir tutukevinden gelecek
mektubu.
üç uzun yıl
benim kapımı çalan güneş
onun konuk gecesiyle durmadan yer değiştirdi.
fesleğenler kırağılarla
eski gemi artıkları
saban demirleriyle
yer değiştirdi.
beklediği mektup
hiç gelmeyecekti.
biraz önce nikos’u tuvalete götürdüler
hücremin önünden geçerken
ıslık çaldı
ve korkunç güzel
bir portakal kokusu yayıldı ortalığa
nikos’un ıslığından.
oysa sıcak bir geceydi ve yazdı.
işte o portakal kokusu
hatırlattı bana
bir gün dönmüştüm diye başlayan
selaniğe, pireye, atinaya, pireye
barba hristos’un dönüş öykülerini.
gece yarıları başlayan
gece yarısı götürülmelerle
dönüş öyküleri.
Sevmeyi Unutanlar İçin
sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan her şey gibi
aşklarınız da.
yaşamı ölüm
diye anlatıyorlar size
yalanı gerçek diye.
ne leylakların
tomurundan
haberiniz var
ne önünüzden
kara bir tabut
gibi geçen geceden.
sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan aşklarınız
da.
Ay Işığı Cinayeti
sokak fenerine asmış kendini
ay ışığının
biri
şehrin
ortasında
ölmemiş
hâlâ dipdiri.
bir tek yıldız yokken
gökyüzünün hurcunda
turuncu bir ay
yalnızca
çıplak soyunmuş
bütün örtülerini.
niye yaptın ay
ay ışığı
sızmıştı bir saat önce
gözlerimle gördüm
yanında
şarap testisi
ve bütün şarkıları
bir türlü
söyleyemediği.
asmış kendini.
Bir Eflatun Ölüm
kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim
sessiz akan bir ırmağım
geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım
git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım
ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,
kötü
günleri bırakırım.
aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki
gidip
yağmurlara durayım.
söylenmemiş sahipsiz
bir şarkıyım
belki
sararmış
eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde.
bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.
Unutulmayan
durmadan taşırdım yanımda üç şeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
ipekten
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda.
bize hep beyaz mendil
sallayan
ölüm ki,
iki kapısında
haki bir yalnızlık
dikilirdi
ve hatırlatırdı
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri.
bense, yulaf kokan
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır
sanırdım yaşamak ve sana kansız
bir gökyüzü
getirirdim
getirebilsem ah,
– avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı –
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
çatlamış bir narı, unutmadım.
Örüp İnce Bir Tığla
duvarda, solgun ışıklarla oynaşmada
bir örümcek ve düşüncelerim
ince bir tığla
örüyor ağını, sessizce
gün
batıyor.
kara battaniyeli
bir ölü yürüyor sonra
kireç döküntüleri ne kadar da
benziyor
ona, öldürülmüş bir arkadaşının
fenerini
tutuyor, içli bir madenci
şarkısıyla
geçerken
şehrin dikenli telleri arasından.
limanda yük boşaltıyordu kardeşi
dünya geniş
pergeliyle
yer
açıyordu, onunla koşanların
kalbinde ve bir gül ağacının
tomurcuğunda yeniden açıyordu.
sessizce
gün
batıyor, bir aşk bitiyordu
bir aşk dağılmış
bir gerdanlık gibi.
sakallarım uzuyor, bir yara
bir yara durmadan işliyordu
kendini
ben de
çekiyordum
derin ağlardan
çekiyordum gölgemi.
sevmiyordum artık
ne sis çanını
ne dağlalesini
günlerim değiyordu
ateşten bir dolunaya.