İstanbul’un hem alın yazısına hem de silüetine kazınmış, her gün yüzlerce insanın ziyaret ettiği bir muhteşem anıtı tarihi ve bazı efsaneleriyle anlatalım istedik size bu yazımızda.
Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan; hem mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü hem de işlevselliği yönünden sanat dünyasında önemli bir yer teşkil eden Ayasofya’yı yani…
Kutsal bilgelik
Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilen ve “Kutsal Bilgelik” anlamına gelen Ayasofya, V. yüzyıldan itibaren Bizans İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi sıfatıyla katedral işlevi görmüş.
Üçüncü Ayasofya
Daha önce aynı yerde yapılan ve çeşitli etkenlerle yıkılan iki kiliseden sonra günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletoslu (Milet) İsidoros ile Trallesli (Aydın) Anthemios’a yaptırılmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşaat, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmış.
En güzel mimari parçalarla süslenmiş
İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, kendine bağlı tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiş. Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Efes, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriyedeki antik şehir kalıntılarından getirilmiş.
Altın ve gümüşten mozaikler
Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmişti. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmıştı.
Yağmalanan Ayasofya
İstanbul IV. Haçlı Seferi sırasında, 1204-1261 yılları arasında Latinler tarafından işgal edilince gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmış ve oldukça harap bir duruma gelmişti. 1261 yılında Doğu Roma İmparatorluğu kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya da yeniden elden geçirilip tamir edilmişti.
İstanbul’un Fethi ve cami olan Ayasofya
Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür.
Kilise olan Ayasofya, 1453’te camiye dönüştürüldüğünde Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği büyük hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş, içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır, yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir.
Mimar Sinan‘ın minareleri
Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, hem Doğu Roma, hem de Osmanlı Döneminde destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ise aynı zamanda yapıda destekleyici payanda işlevi görmüştür.
Camiden müzeye
Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir. Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’te müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır.
Bir baş yapıt
Yüz yıllar boyunca ayakta duran bu yapı, sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer almış ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuştur. Ayasofya’yı diğer katedrallerden ayıran farklı özellikleri vardır.
Dünyanın en eski katedrali
Dünya’nın en eski katedrali olan Ayasofya, yapıldığı dönemden itibaren yaklaşık bin yıl boyunca (1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali’nin inşaatı tamamlanana dek) dünyanın en büyük katedrali ünvanına sahip olmuştur. Günümüzde yüz ölçümü bakımından dördüncü sırada yer almaktadır ve yine dünyanın en hızlı inşa edilen katedralidir. Kubbesi “eski katedral” kubbeleri arasında çapı bakımından dördüncü büyük kubbe sayılmaktadır.
Ayasofya’nın gizemli efsaneleri, devin izi
Ayasofya’nın inşaatı o devir için imkansız gibi görünen bir sürede, yani beş yılda tamamlanmış. Rivayete göre bu iş, inşaatta çalışan binlerce işçinin yanı sıra manevi işçilerle; yani cinler, devler ve perilerle başarılmış. Süleyman Peygamberin emriyle işte bu devler, periler, cinler yüce bir saray yapılması için Elbürz ve Kaf dağlarından çeşit çeşit ve renkli mermer sütunlar kesip getirmişler. İşte Ayasofya’nın sütunları da bunlarla yapılmış. Devlerden biri de “benim de burada izim kalsın” diye mermere vurarak orada elinin izini bırakmış. O iz hâlâ Ayasofyadaki o mermerde durur.
Meryem’in gözyaşı
Ayasofya’nın yapımı sırasında İmparator Justinianos inşaatı kontrol etmek için sık sık Ayasofya’ya gelirmiş. Kontrol için yine bir gün Ayasofya’da dolaşırken çok şiddetli bir baş ağrısına tutulmuş. Bu sırada bir direğe başını dayamış ve baş ağrısı tamamen geçmiş. İmparator, dikkatlice sütuna baktığında, sütunda ufak bir delik olduğunu ve bu delikten bir yaşın süzüldüğünü görmüş. Bu yaşın, Meryem Ana’nın gözyaşı olduğunu ve kendisini iyileştirmesi için Tanrı tarafından gönderildiğini düşünmüş. Halk, bu mucizeden haberdar olunca sütun kutsal kabul edilmiş. Bundan sonra hastalıklarının iyileşmesini isteyenler Ayasofya’ya gelmeye başlamışlar. Bu sütundaki deliğe parmaklarını sokarak, parmaklarını ıslatan suyu hasta olan bölgelerine sürerlermiş. Çünkü bu suyun Hazreti Meryem’in gözyaşları olduğuna ve böylece hastalıklarının iyileşeceğine inanırlarmış.
Nuh’un Gemisi’nin parçalarından yapılan kapı
Yine efsaneye göre, Tufan’dan beri Hz. Nuh’un gemisi, Cudi Dağı üzerinde durmaktaymış. İstanbul’un kurucusu Kral Vezendon’un zamanında kızı Ayasofya, ilk bina yapılırken Hz. Hızır’ın işaretiyle Nuh Peygamber’in gemisinin tahtalarını getirtip Ayasofya’nın kutlu orta kapısını bu tahtalarla yaptırmış. Evliya Çelebi’ye göre kapının üzerinde hâlâ gemi çivilerinin yerleri dururmuş.
Kubbedeki kemikler
Ayasofya’nın kubbesi yapılırken zamanın keşişleri imparatora, “Eğer bu kubbenin depremden zarar görmeden, kıyamete kadar ayakta kalmasını istiyorsan, tuğlaların arasına geçmiş peygamberlere ait kemikleri koymalısın.” demişler. Keşişlerin bu tavsiyesini tutan imparator da Arap ülkelerinden, geçmiş peygamberlerin kemiklerini bulup getirtmiş ve kubbeye koydurmuş.
Aya Sofya
İmparator Justinianos, bir gün Ayasofya’nın inşaat sahasındayken, bu mabede ne isim vereceğini düşünüyormuş. O anda oradan geçmekte olan bir kişi inşaata bakmış ve “Ayasofya” diye bağırmış. İmparator bunu duyunca çok etkilenmiş ve mabedin ismi böylece Ayasofya olmuş.
Binanın adındaki “sofya” kelimesi eski Yunancada “bilgelik” anlamındaki “sophos” sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla “Aya Sofya” adı “Kutsal Bilgelik” ya da “İlahi Bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır.
Kutlu Saat
Ayasofya’nın yapımına başlanmadan önce zamanın müneccimleri, uğurlu bir saat gözetmişler. Gözetilen uğurlu vakit geldiğinde inşaat sahasında İmparator Justinianos, Mimar Agnadiyos ve başlarında 455 yaşındaki Martikos adlı keşişin de bulunduğu din adamları, mabedin uğurlu olması için dua etmişler. Ayrıca bu yaşlı keşiş, Ayasofya’nın kıyamete kadar ayakta kalabilmesi için bir tılsım yapmış ve böylece Ayasofya’nın inşasına kutlu bir saatte, tılsımlarla başlanmış.
“Ey Süleyman, yendim seni!”
Ayasofya’nın inşası bittiğinde imparator,gümüş tekerlekli altından bir arabaya binip mabede gelmiş. Bina o kadar görkemli ve muhteşemmiş ki mihrabın karşısında durup, “Ey Süleyman, yendim seni!” diye haykırmış Justinianos. Çünkü, o güne kadar gelmiş geçmiş en zengin hükümdar olan Süleyman Peygamber bile böyle görkemli bir bina yaptırmamıştır.
Aslında Ayasofya ile ilgili anlatılan daha pek çok efsane var, ama biz bu kadarıyla yetinelim bugünlük, siz de gidip kalan efsaneleri yerinde inceleyin bizce. 🙂