Konuk yazarımız Merih Yazıcı listeledi, haberiniz olsun. (@champersnova)
Yaz geldi, geliyor. Müzik festivalleri kapıda. Konser sezonu açıldı bile. Arkadaşlarla, ‘hangisine gitsek’ konulu e-mail zincirlemeleri başladı. ‘Ya o da mı geliyormuş, tek gün mü gitsek?, kesin çok kalabalık olur’ serzenişleri whatsapp’ta yolunu almış durumda.
Zor zanaat tabi konser ajandası oluşturmak. Bilet fiyatları, yıllık izin tarihleri, yaş-sınırı, mekanın konumu, alkol serbestisi derken; bir bakmışsınız iyiden iyiye stratejikleşmiş bir karar verme sürecine girmişssiniz.
Bitti mi? Bitmedi. Bu çetin sürecin tüm dengesini alt-üst eden ağır toplar var bir de. Hani yıllarca iç geçirerek müzik kanallarında izlediğiniz, bir şekilde konser kaydını elinize geçirip ağır aksak çalışan Pentium 3’ünüzde izlediğinizde kendinizi özel hissettiğiniz, Youtube’un icadıyla çalışma masanızda rönesans esintileri yaşatan o çok, daha çok, en çok sevdiğiniz müzisyenler…
Hani yolu asla Türkiye’ye düşmezmiş gibi görünen zamanlarının parlak billboard rockçıları… Listeleri alt-üst ettikleri 80-90’lardan sonra ya grupları dağılmış ya da 3. dünyanın dertleriyle sofistikeleşmiş duyarlı müzisyenler… Solo kariyerinde deneyselleşip, evrilip kürkçü dükkanına geri dönen “hadi bir de eski günlerdeki gibi bir dünya turu patlatalım” diyen siyah gözlüklü adamlar…
Yaş ilerlemiş, en çılgın konserler verilmiş, walkman’lerimizi aşındıran hit’ler eskimeye yüz tutmuşken gidilmemiş diyarlara çıkarma yapma vakti gelmiştir: İstanbul!
İşte biz de sizler için ‘belirli bir yaş ve şöhret eşiğini aştıktan’ (bkz. kartlaşmak) sonra yolu İstanbul’a düşen müzisyenler seçkisi hazırladık. Tahmin edileceği gibi hiç de az değillermiş.
Depeche Mode
Just Can’t Get Enough (1981)
Şimdi Depeche Mode kartlaştı ya da kartlaşmadı tartışması yapmak yersiz tabii. Zira her daim genç ve üretkenler. İsyanımız, o en cafcaflı zamanları olan 80’lerde ya da 90’larda değil de ilk kez 2001 yılında Türkiye’ye gelmelerinedir. Dile kolay, Speak & Spell’in üzerinden tam 20 yıl geçmiş kendileri ilk Türkiye konserlerini verdiklerinde.
Pulp
Common People (1995)
90’ların müzik kültürüne vakıf olanlar bilir. Britpop kutuplaştırır. Ya Blur’cusundur ya Oasis’ci. ‘Ya ikisi de iyi bence aslında’ diyecek olan bertaraf olur. Ötekileştirilir. Ocak dışı kalır.
Blur’cuyu ve Oasis’ciyi tek çizgide buluşturacak yegane müzikal irade ise Pulp’tan başkası değildi. Herkes yerden yere vurulur. Ama Pulp değil. İşte yıllarca bu birleştirici gücü bekledi Türkiyeli müziksever. Ve nihayet 2002’nin bir yaz akşamı vuslat yaşandı.
Violent Femmes
Gone Daddy Gone (1983)
80’lerde ortalığı kasıp kavurdular. Bir ayrılıp bir barıştılar. Turneler, ödüller, rekor satışlar derken… Nihayet ilk kez 2004 yılında, 1983 yılında çıkan ilk 45’likleri ‘Gone Daddy Gone’un üzerinden 21 yıl geçtikten sonra İstanbul’a vardılar. Gel de anla, niye bu kadar beklediler?
Spiritualized
Run (1992)
Nev-i şahsına münhasır Jason Pierce’ın shoegaze akımına da ilham vermiş Spacemen 3 macerasından sonra 1990’da ete kemiğe büründü Spiritualized. Spacemen 3’e yetişemeyen bir neslin çocukları kendisiyle ancak 2004 yılında İstanbul’da hasret giderebildi.
Ian Brown
My Star (1998)
Madchester hareketinin öncülerinden ve Brit akımının da nüfuzlu abilerindendir The Stone Roses. Ian Brown da bu efsanenin, efsanevi vokalidir işte. 1980’de müzikal kariyerine başlayan ve dağılan The Stone Roses’dan sonra da solo albümler kotaran Brown’u görmekse ancak 2005 yılında mümkün olabildi. Yıllar yılı Liam Gallagher’ın sahne duruşunu özgün bulan Britçilerin, sahnede salınan Ian Brown’a bakıp, “bu adam Liam’ı taklit ediyor” tespitleri ise konserin en akılda kalan anısıydı.
Bu arada, The Stone Roses da yeniden birleşmiş diyorlar, hani!
Elvis Costello
Oliver’s Army (1979)
Görece genç kuşak onu Notting Hill’de çalan ‘She’ ile tanısa da, Elvis Costello rock müzik sevenlere çok daha fazlasını ifade eder. Get Happy’den, Spike’a nice başucu albümünün fötr şapkalı kahramanıdır o. 2000’li yıllara kadar neredeyse senede bir albüm çıkaracak kadar aktif kahramanımız ancak -kariyerinin yaklaşık 30. yılına tekabül eden- 2005 yılında çıkar İstanbul sahnesine.
The Cure
Boys Don’t Cry (1979)
Post-punk’ın kitabını yazıp yazıp okutanlardan The Cure 1978’de kuruldu. İstanbul’umuza teşrifleri ise Boys Don’t Cry’ı patlatmalarından tam 26 yıl sonra, 2005 yılında gerçekleşti. Tam 26 yıl! Yazıyla yir-mi-al-tı!
Morrissey
Everyday Is Like Sunday (1988)
Müzik arşivlerimizin medar-ı iftiharlarındandır The Smiths. Eğri oturup doğru konuşalım, hayatının herhangi bir döneminde The Smiths’e takılmayan kaç insan vardır çevremizde? Böyle bir açlıktı bizimkisi; yer yerinden oynasa Johnny Marr ile Morrissey’i asla bir araya getiremeyecek cinsten. Neyse ki 80’lerden beri içlere işleyen o ağdalı vokalleri ancak 2006 yılında canlı canlı izleme şerefine nail olabildi Türkiyeli fanlar. Ne terlemişti ama Moz(za)!
Roger Waters
What God Wants, Part 1 (1992)
Hadi Pink Floyd’un ömrü zaten vefa etmezdi diyelim ama Roger Waters’ın ilk İstanbul konseri için 2006 yılını beklemek ne ile açıklanır ki başka? Yıkılsın duvarlar.
Paul Weller
Sunflower (1993)
Ne bantlar eskitmiştir emektar kasetçalarlarımız ‘That’s Entertainment!’ diye. Dile kolay 3 nesile uzanıyor Paul Weller’ın The Jam ile başlayan macerası. Mod kültürünün biricik abisi, Brit müziğin yol göstericisine yıllarca hasret kalan yurdum müzikseverleri, nihayet 2006’da bir yaz akşamı kanlı canlı kavuştular ‘The Modfather’a.
Mercury Rev
Goddess on a Highway (1998)
Psychedelic rock’a yaptıkları özgün orkestral dokunuşlar ve şairane vokaller ile popüler anlamda kitleleri sürüklemiş olmasalar da, duygusal anlamda binlerce insanı süründürmüş bir topluluktur Mercury Rev. Önünüze sürdükleri buğulu hayal aleminde gel-gitler yaşatır, hatta yerden yere vururlar sizi. 1989 yılında kurulan topluluk, nice depresyonların yarenliğini yapmıştır da Türkiyeli bekleyenleriyle ancak ‘Yerself Is Steam’den 15 yıl sonra, 2006 yılında bir araya gelmişlerdir.
James
So Many Ways (1986)
Pek kıymetli Manchester “müzik sahnesi”nin pek kıymetli lokomotiflerinden olsa da yıllar içinde mantarlaşan nice Brit toplulukları arasında hakkının yendiğini düşünüp, helak olduğumuz o nadide gruplardandır James. Hala solist Tim Booth’un adının James olduğunu sanan aklıevvelleri saymıyorum bile. Sağ olsunlar, Slutter’ın çıkışından tam 21 sene sonra 2007 yılında İstanbulluların karşısına çıktılar. Geç oldu, güç oldu, ama değdi.
Marilyn Manson
Get Your Gunn (1994)
Seveni var. Sevmeyeni var. Ama müziği, sahne şovu, sansasyonel haberleri ile tam bir karakter paketi olan Marilyn Manson’a ilgi duymayan neredeyse yok gibi. Tam da bu sebeple kendisi en çok merak edilenlerdendi. Manson, renkli kariyerinin neredeyse 20. yılında, 2007 yılında Türkiyeli dinleyicilerle buluşabildi.
The Smashing Pumpkins
I Am One (1990)
Chicago’nun gururlarından The Smashing Pumpkins, 90’larda dünya listelerinden grammy’lere ortalığı kasıp kavurduktan yaklaşık 20 yıl sonra 2007’de İstanbul’da sahneye çıktı. Bu arada grubun tam da 2000-2006 yılları arasında bir ayrılık sürecinden geçtiğini hatırlatmayı da unutmayalım. Nasıl? Manidar değil mi?
Manic Street Preachers
Motorcycle Emptiness (1992)
Biz onları The Manics diye biliriz. Motorcycle Emptiness’inden, A Design for Life’ına bağrımızda dinleriz. Ne var ki, kendileri parlak geçen 90’lı yılların ardından solo kariyer sevdasına atılan ve bu maceradan sonra yeniden grubu toplayıp ancak 2007 yılında İstanbul’un yolunu bulan ‘yaşını almış’ gruplardan.
Patti Smith
People Have The Power (1988)
‘Punk’ın vaftiz anası’ mı desek, şairane isyancı mı? Jenerasyonlar eskiten cinsten bir idol mü yoksa iflah olmaz bir aktivist mi? Bunca yoğunluk, “Horses”ı 1975’te yayımlayan Patti Smith’in ancak 1999 yılında Türkiye’ye gelmesinin bir bahanesi olabilir mi bilmem ama, çok bekledik be Patti!
Travis
Tied to the 90’s (1996)
“Dünyanın en ‘cool’ ‘cool olmayan’ rock grubu kimdir?” diye sorsanız (sanmam ki böyle bir soru sorulsun) tek nefeste Travis deriz. Zira Glasgow’un bağrından kopup gelen bu abiler, rockstar olmak için fazla iyi olmakla beraber ayakları da fazlasıyla yere basanlardan. Britanya’da her sekiz evden birinde bulunduğu rivayet edilen ‘The Man Who’dan aşırı politik duyarlı ‘12 Memories’e; envai çeşit psikolojik duruma hitap eden şarkılarıyla yıllarca beklettiler biçare Türkiyeli hayranlarını. 2008 yılının bir haziran gününe dek. Glass Onion adıyla çıkardıkları ilk EP’den tam 15 yıl sonra yani!
R.E.M.
Radio Free Europe (1981)
Neredeyse dinlediği her müziği ‘alternative’ diye etiketleyen bir jenerasyona dönüştüğümüz şu günlerde iki dakika düşünüp ‘etikete’ hakkını vermek isteseydik ‘alternative’ janrın babalarından R.E.M. en önde anılacaklardan olurdu. Nirvana’dan Pavement’e birçok büyük grubu zamanın öncü vokalleri ve gitar vuruşlarıyla etkilerken, politik duyarlılığın en adaplı temsilcilerinden oldular. Karnedeki bunca ‘pekiyi’ye rağmen, İstanbul’a gelişleri 1981’de yayınladıkları ilk single’larından tam 27 yıl sonra, 2008’de vuku buldu.
Leonard Cohen
Dance Me to the End of Love (1984)
Yıllarca bir şair mi yoksa bir müzisyen mi diye tartışıladursun, 60’lardan beri yazıp söyleyen Leonard Cohen’ın Türkiyeli kulaklarla ilk buluşması 2009 yılında gerçekleşti. 1934 doğumlu olduğunu düşününce, “İyi şeyler sabredenlere gelir” diyenler haklılarmış galiba.
U2
I Will Follow (1980)
‘Türkiye’de insan haklarına saygı yokmuş’ bahanesiyle ülkemizde konser vermedikleri çok sık konuşuldu. Bu dedikodu doğru ise, malum duyar seviyesi arşa değen Bono’ya yakışır bir bahane olurdu herhalde. Nitekim kendisi artık müzikten çok sosyal sorumluluk ‘şeyleri’ ile anılır oldu. Neyse, İrlanda’nın efsanevi rockçıları da nihayet 2010 yılında Türkiye konser arşivlerinde yerlerini aldı. “Boy”un çıkışından tam 30 yıl sonra!
Red Hot Chili Peppers
Give It Away (1991)
California’nın bağrından çıkıp California’yı dünyaya anlattılar. Öyle güzellemelerle de değil hem. İğneyi hem kendilerine hem de memleketlerine batırdıkları Californication’la ülkemizde de rekor dinleyiciye ulaşırken, damardan fanlar ‘Blood Sugar Sex Magik’i asla unutamadılar. 1983 yılından beri bir Frusciante’li bir Frusciante’siz yollarına devam ediyorlar. Nihayet 2012 yılında Türkiye’nin yolunu bulabildiler.
Primal Scream
Loaded (1990)
Kuruldukları yıl olan 1982’den bugüne ‘müzikal yolculuğun’ dibine vurmuş İskoçya’nın medar-ı iftiharı onlar. Gerek Screamadelica öncesi yalnız ama mağrur duruşu ile gerekse ana-akımı yeniden şekillendiren 90’lar sonrası gidişatı ile girdap gibi büyüdüler emektar arşivlerde. Ne var ki ancak 2013 yazının sıcak bir öğleden sonrasında buluşabildi İstanbullular kıymetlilerle.
Aerosmith
Cryin’ (1993)
70’lerden beri çılgın turneleriyle dünyanın altını üstüne getiren ‘Boston’ın kötü çocukları’ bu sene artık İstanbul’u da turne kapsamına almıştı. 14 Mayıs tarihinde gerçekleşecekti konser. Ne var ki, 13 Mayıs gecesi Soma’dan aldığımız kömür karası bir haber hepimizin yüreklerini derin acılarla doldurdu. Aerosmith üyeleri de tutulan mateme saygı duyarak içten taziye mesajları ile konserin iptal edildiğini duyurdu.
Soundgarden
Hands All Over (1989)
Henüz ‘grunge’ sevdasının kıtalara yayılmadığı ve Seattle “müzik sahnesi”nin ‘grunge’ ile anılmaya başlanmadığı günlerden gelen rock emekçileri onlar. Kurucu Chris Cornell’ın, solo bir konserle İstanbul’a uğramışlığı olsa da bir bütün olarak Soundgarden ancak bu haziranda teşrif edebildi. ‘Screaming Life’dan tam 27 yıl sonra!
Pixies
Here Comes Your Man (1989)
Nirvana’dan The Strokes’a, Radiohead’den Blur’e nice gruba ilham vermiş, Amerikan rock sahnesinin yüz akı onlar. Cesur şarkı sözleriyle özgün ritimleri buluşturanlar onlar. 1987 çıkışlı ‘Come on Pilgrim’ in üzerinden geçen 27 yıla rağmen İstanbul’un yolunu bulamayanlar onlar. Bu haziran 10 yılların hasretiyle kavuşacaklarımız onlar. Eyyy Massachusetts’li Pixies! 90’larda neredeydin?
Neil Young
Rockin’ in the Free World (1989)
35 albüm ve sayısız konserle dolu bir müzik kariyeri, Buffalo Springfield’den Crosby, Stills & Nash’a bol maceralı bir rota ve rock’n roll’un en nadide vokallerinden birine sahip olmak Neil Young’u tanımlamak için yeterli midir? Bilmiyorum. Yaklaşık 50 yıldır hiçbir surette müzik yapmaktan geri durmayan Neil Young, Crazy Horse ile birlikte; kendi ismini taşıyan ilk solo albümünün çıkışından tam 46 yıl sonra Türkiyeli fanlarıyla nihayet bu temmuzda buluşuyor.
Portishead
Glory Box (1994)
90’ların Brit-pop rüzgârından trip-hop kimlikleriyle sıyrılıp zamanın popüler kültürüne meydan okumuş biricik Bristol’lılar onlar. Her daim cool, her daim farklılar. Pek seviliyorlar ayrıca ülkemizde de. Ama yine de İstanbul’u turnelerine katmak için ilk albümleri ‘Dummy’nin yayınlanması üzerinden tam 20 yıl geçmesi gerekti. Portishead nihayet bu ağustos İstanbul’da. Heyecanlı mıyız?