Ana sayfa » Sinema » La La Land’den Oppenheimer’a: 21. Yüzyılın En Çok Abartılmış 15 Filmi
La La Land’den Oppenheimer’a: 21. Yüzyılın En Çok Abartılmış 15 Filmi
Sinemada büyük beklentiler her zaman büyük sonuçlar doğurmaz. Bazı filmler, etkileyici görselleri ve güçlü isimleriyle öne çıksa da, arkasında izleyiciye boşluk hissi bırakan bir anlatı bırakır.
Bazı filmler vardır, izleyince hayran kalırsınız; bazılarıysa sadece çok konuşulduğu için izlersiniz… ve sonra “Hımm… bu muydu yani?” dersiniz. İşte 21. yüzyıl sineması tam da bu ikilemin sahnesi oldu. Oscar’lara boğulan yapımlar, eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı filmler, sosyal medyada “başyapıt!” diye göklere çıkarılan sinema olayları… Ancak perde aralandığında karşımıza çıkan şey çoğu zaman görkemli bir kabuğun altında eksik kalmış bir ruh oluyor. Evet, teknik olarak başarılı, oyunculuklar şahane, yönetmenler dâhi… ama anlatılan hikâyede bir boşluk var, bir eksiklik, bazen sadece bir “fazlalık”. Bu listede, bolca övgü almış ama bir o kadar da tartışma yaratmış, “abartıldı mı acaba?” dedirten filmleri birlikte mercek altına alıyoruz. Sürükleyici mi, kafa karıştırıcı mı, yoksa sadece şatafatlı mı? Her bir film için kendi vicdan terazimizi kuruyor, sinema dünyasının parlayan ama biraz fazla cilalanmış yıldızlarına samimi bir bakış atıyoruz. Hazırsanız, birlikte o parlak afişlerin ardındaki gerçekleri keşfe çıkalım! İşte 21. yüzyılın en abartılmış filmleri…
15. Her Şey Her Yerde Aynı Anda (2022)
Michelle Yeoh’un başrolde olduğu bu çılgın paralel evren hikâyesi, ilk bakışta oldukça yaratıcı ve çarpıcı görünebilir. Filmde, hayattan bezmiş bir çamaşırhane çalışanının, başka evrenlerde nasıl hayatlar sürebileceğini keşfetmesini izliyoruz. Fikir mükemmel, kabul! Ama sahneler birbiri ardına o kadar rastgele ilerliyor ki, izlerken gerçekten bir “hikâye” izliyor muyum diye insan sorguluyor. Anlatım bir noktada parçalanıyor ve yerini kaotik bir görsel bombardımana bırakıyor. Ama buna rağmen film, Oscar töreninde resmen coştu. Hem En İyi Film, hem En İyi Kadın Oyuncu, hem de En İyi Yönetmen ödülünü topladı. “Daniels” olarak anılan yönetmen ikilisi, kendilerini sinema dâhisi olarak tanıtıyor olabilir; ama bu hikâyede çoğu seyirci için eksik bir şeyler vardı. Belki de o başka evrenlerden birinde, bu film gerçekten daha derli topluydu!
14. Kan Dökülecek (2007)
Daniel Day-Lewis’in ikonik performansı, Sam Amca’nın altın aradığı zamanlara gidiyor. Ama üç saat boyunca süren bu petrol kokulu yolculukta, Lewis’in metot oyunculuğu öyle yoğun ki, film adeta seyir keyfini içine çekip yok eden bir kara deliğe dönüşüyor. Film, görsel olarak etkileyici, oyunculuk şahane, müzikler dramatik… Ama ya ruhu? Sanki bir yerde kaybolmuş gibi. Evet, büyük bir yapım. Ama “abartı” kelimesi tam da burada anlam kazanıyor.
13. Oppenheimer (2023)
Atom bombasının babası Oppenheimer’ın hikâyesi, Christopher Nolan’ın elinde neredeyse bir laboratuvar deneyi gibi şekillenmiş. Cillian Murphy ne kadar kendini parçalasa da, karakterin içsel çatışması sanki hiç derinleşmiyor. Nolan yine bildiğimiz gibi: Teknik olarak muazzam, ama duygusal olarak biraz eksik. Los Alamos’taki ilk nükleer patlama sahnesi bile etkileyici olmaktan çok teatral duruyor. İzlerken “Bu sahne biraz Star Trek’e mi benziyor?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. O kadar çok detay var ki, film temposunu bir türlü tutturamıyor. Evet, büyük bir hikâye… ama anlatım olarak bekleneni tam veremiyor.
Sam Mendes, bizi Birinci Dünya Savaşı’na götürüyor ve bunu tek planmış gibi gösterilen uzun çekimlerle yapıyor. Teknik olarak çok etkileyici, evet. Ama esas sorun şu: Film, hikâyeden çok gösteriye odaklanıyor. Başroldeki Onbaşı, sanki dev bir video oyunu karakteri gibi bir maceradan diğerine koşuyor. Görsellik şahane, ama kalp nerede? Karakter derinliği az, duygu geçişleri sığ. Yani bir bakıma, savaşın estetik bir fon olarak kullanıldığı süslü bir ekran koruyucusu gibi.
11. Dunkirk (2017)
Nolan bu listede bir kez daha karşımıza çıkıyor. Bu kez sahne, Dunkirk Tahliyesi. Ancak o devasa, tarihi olay, filmde oldukça küçük ve sade bir tabloya dönüşüyor. Binlerce askerin sıkışıp kaldığı bir sahil olması gerekirken, ortalıkta sadece birkaç düzine figüran görünüyor. Dahası, kadroya Harry Styles gibi genç yıldızların katılması, filmi bir gençlik dergisi çekimine çevirmiş gibi. Gerilim var, evet; ama gerçekliğe dair hissiyat eksik. Tom Hardy’nin karakteri ise sanki başka bir zaman çizelgesinde uçuyor gibi, olaylarla pek bütünleşemiyor.
10. Soysuzlar Çetesi (2009)
Tarantino, İkinci Dünya Savaşı’nı alıyor ve üzerine bolca pop kültür sosu döküyor. Evet, Christoph Waltz’ın performansı efsane. Fassbender da harika. Ama filmin geneli bir “Tarantino gösterisi” olmaktan öteye geçemiyor. Ciddi bir konuyu alıp altına ironiyi boca edince, bir yerden sonra “Bu kadarı fazla” hissi uyanıyor. Film eğlenceli mi? Kesinlikle. Ama derinlik ve ciddiyet arayanlar için hayal kırıklığı kaçınılmaz. 21. yüzyılın en abartılmış filmleri yazımıza devam ediyoruz.
Coen Kardeşler’in McCarthy romanından uyarladığı bu film, iki unutulmaz sahnesiyle hafızalara kazındı. Ama geri kalanı? Eh, işte… Anton Chigurh’un yazı tura sahnesi ve Tommy Lee Jones’un rüya anlatısı muazzam. Ama Josh Brolin’in hikâyeden neredeyse arka kapıdan çıkışı ve senaryonun bazı tutarsız yönleri, filmi dengesizleştiriyor. Baştan sona gerilimli olması gerekirken, bazı bölümler seyirciyi dışarıda bırakıyor. Özetle: Parlak anları olan ama bütününde eksik hissettiren bir film.
8. Gladyatör (2000)
Russell Crowe’un gladyatör kostümünü kuşanıp arenada adalet aradığı bu destan, çıktığı dönemde olay yaratmıştı. Ama yıllar geçtikçe bazı çatlaklar daha da görünür oldu. Film, hem senaryo hem karakter derinliği açısından oldukça tahmin edilebilir. Joaquin Phoenix’in çılgın imparator performansı elbette ilgi çekici, ama fazlasıyla teatral. Ridley Scott, görselliğin ustası; ancak bu sefer hikâye görselliğin gerisinde kalıyor. Gladyatör büyük olabilir, ama her zaman anlamlı değil.
7. Galaksinin Koruyucuları (2014)
Marvel evreni genişledikçe, mizah dozu da aynı oranda artmaya başladı. James Gunn’ın yönetmen koltuğuna oturduğu bu filmde; uzaylılar, ağlayan ağaçlar (evet, Vin Diesel’in seslendirdiği Groot!), konuşan rakunlar ve hiç susmayan esprilerle dolu bir curcuna karşımıza çıktı. Şimdi dürüst olalım: O kadar çok espri vardı ki, karakterler adeta nefes almaya vakit bulamıyordu. Filmi izlerken bir Marvel komedisine mi, yoksa bir animasyon şenliğine mi maruz kaldığınızdan emin olamıyorsunuz. Birkaç hoş nostalji dokunuşu (mesela 70’ler rock müzikleri) belki hoş bir tat bırakıyor ama üç film sonra bu formül artık biraz bayat gelmiyor mu sizce de? 21. yüzyılın en abartılmış filmleri yazımıza devam ediyoruz.
6. Avatar (2009)
James Cameron, teknolojik yeniliklerde çığır açtı, orası kesin. Ama mavi Na’vilerle dolu Pandora evreni, görsel ihtişamın ötesine geçebildi mi? Tartışılır. Filmin başrolünde yer alan Sam Worthington, oyunculuktan çok “hareket eden mavi bir figür” gibiydi. Üç boyutlu sinema tarihine damga vursa da, içeriği o kadar yüzeyde kaldı ki, milyonlarca insan sinemadan çıkarken “Vay be!” dedi ama bir hafta sonra ne izlediğini unuttu. Hatta, Kate Winslet’in ikinci filmde oynadığını hâlâ bilmeyenler var – belki kendisi de unutmuştur…
5. Harry Potter ve Azkaban Tutsağı (2004)
Üçüncü filmle birlikte, Harry Potter evreni bir anda “sanatsal” bir havaya büründü. Alfonso Cuarón’un yönetmen koltuğuna oturmasıyla beraber sinema dili elbette daha zarif hale geldi, ama hikâyeye duyulan heyecan aynı oranda artmadı. Azkaban Tutsağı, teknik anlamda şık; ama duygusal olarak biraz soğuk. Yönetmenin, Harry’nin büyülü dünyasına dair heyecanından çok, “şık bir iş çıkarayım da listelerde yerimi alayım” havası seziliyor. Ian Brown’ın cameo’su ve Şövalye Otobüs sahnesi dışında akılda kalan ne var? Pek bir şey değil. 21. yüzyılın en abartılmış filmleri yazımıza devam ediyoruz.
Ah o açılış sahnesi! Renkli, enerjik, umut dolu… Ama sonra? Damien Chazelle’in klasik Hollywood müzikallerine aşk mektubu yazayım derken, satır aralarına bolca ego sızdırdığı bir yapım çıktı ortaya. Ryan Gosling ve Emma Stone sempatik mi? Elbette. Ama hikâyeleri, adeta badem ezmesinden yapılmış bir tatlı gibi: ilk lokmada tatlı, ikincide bayıcı, üçüncüde “yeter artık” dedirtiyor. Üstelik müzikal kısmı, klasiklerin yanında oldukça sönük kalıyor. Hani bazı filmler size çok şey vadeder ama sonunda elinizde sadece rengârenk bir boşluk kalır ya… İşte tam öyle bir deneyim.
3. Casino Royale (2006)
Daniel Craig ile birlikte Bond evreni “karanlık ve gerçekçi” bir döneme girdi. Önceki Bond’lar hem karizmatikti hem esprili, bir martiniyle dünyayı kurtarırdı neredeyse. Craig’in Bond’u ise soğuk, kaslı ve duygusal olarak buz gibi. Aksiyon sahneleri elbette etkileyici ama Bond denince akla gelen o ikonik havayı özlememek elde değil. Eski Bond’lar kumar masasında bir bakışla dünyayı fethederdi, Craig’in bakışında ise sadece “fazla ciddiyet” var. 21. yüzyılın en abartılmış filmleri yazımıza devam ediyoruz.
2. Bir Rüya İçin Ağıt (2000)
Darren Aronofsky bu filmle adeta “uyuşturucu kötüdür” tezini izleyicinin kafasına çekiçle çakıyor. Evet, mesaj net. Evet, etkileyici. Ama o kadar karanlık ve iç bunaltıcı ki, bir noktadan sonra film değil, acıdan yapılmış bir sanat enstalasyonu izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Dört karakterin de trajedisi izleyeni yıkıyor, ama sonunda geriye sadece “çok ağırdı” demekten fazlası kalmıyor. Sinema sadece iz bırakmak değil, bir anlatı kurmaktır da. Bu filmse anlatıdan çok bir çöküş seansı gibi.
1. Inisherin’in Ölümleri (2022)
21. yüzyılın en abartılmış filmleri yazımızın sonuna geldik. İrlanda mizahı sever misiniz? Peki, onu trajik bir yalnızlık hikâyesine yedirilmiş halde izlemeye ne dersiniz? Martin McDonagh, tam da Amerikan izleyicisinin bayılacağı türden bir İrlanda portresi sunuyor: eksantrik karakterler, kasvetli manzaralar, bol bol “İrlandalıyız biz” vurgusu. Ama film ilerledikçe bu özgünlük bir maskeye dönüşüyor. Brendan Gleeson ve Colin Farrell gibi dev oyuncular harika oynasa da, hikâyenin alt metni o kadar zorlama ki, izleyici olarak bir yerden sonra “Ben burada ne izliyorum?” diye sormadan edemiyorsunuz. Samimiyetin yerini yapay bir İrlanda kasveti alıyor.