Sıradışı akıllara ve bakış açılarına sahip insanlardı. Hepsi de yazdıklarıyla yaşadığı çağı, hatta sonraki çağları etkiledi, değiştirdi. Shakespeare, Schiller, Joyce, Dickens, Austen, London, Hemingway, Woolf ve daha niceleri… Biz okuyucular onları hep birer yarı-tanrı gibi gördük. Yaptıkları her şeyde bir kutsallık, bir anlam aradık. O kadar büyük eserler vermişlerdi ki, insan olduklarını unuttuk. Kimi karanlıktan korkuyordu mesela; kimi örgü örmeyi, kimiyse yemek yapmayı seviyordu. Kiminin temizlik takıntısı vardı, kimininse kılık-kıyafete düşkünlüğü…
İşte ünlü yazarların hayatı boyunca sahip oldukları ilginç özellikleri.
“Elmasız yazmam abi” diyen Friedrich Schiller
Weiland, Herder ve Goethe ile birlikte, Weimar döneminin en önemli dört şairinden biri olan Schiller, yazarken masasında mutlaka ama mutlaka çürük bir elma bulundururdu. Soranlara, ara ara bu elmayı koklamanın onu başka diyarlara götürdüğünü, kendisini doğada gibi hissettirdiğini söylerdi.
Doğa tasvirli şiirlerin şairi olarak bilinen Schiller’in tüm bu eserlerini üzerinde sinekler uçuşan çürük bir elmayı koklayarak yazması gerçekten ilginç. Ama daha da ilginci var. Ünlü şair yazmak için elmanın kâfi gelmediği zamanlarda banyoya kapanır ve suyun içinde ilham gelmesini beklerdi.
Suyun rahatlatıcı bir özelliği olduğunu biliyorduk da ilham verici olduğunu bilmiyorduk doğrusu.
Beğenilmek isteyen bir yazar: Cahit Sıtkı Tarancı
Bazı insanlar sürekli bir beğenilme, onaylanma telaşı içindedir. Beğenilmediğini düşünüp hep bir eksiklik duygusuyla yaşar. İşte Cahit Sıtkı Tarancı da -tıpkı Ahmet Haşim ve Reşat Nuri gibi- çirkin olduğunu düşünerek içine kapanmış yazarlarımızdandı. Şiirlerinin yalnızlık, karamsarlık ve ölüm kokması bundandı. Oysa çirkin bir adam değildi Tarancı. Her daim bakımlı ve şıktı. Ah be Tarancı! “Yaş otuz beş yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün” diye yazan biri ne kadar çirkin olabilir ya da çirkin olsa ne yazar!
Quasimodo onu görse hasedinden çatlardı: Victor Hugo
Beğenilme takıntısı yalnızca bazı yerli yazarlarımıza özgü bir hissiyat değildi. “Sefiller” ve “Notre Dame’ın Kamburu” gibi başyapıtların efsane yazarı Victor Hugo’nun da böyle bir takıntısı vardı. Yaşlanma etkilerini yavaşlatmak, vücudunu diri tutmak için her sabah buzlu suyla yıkanır, sesi güzel çıksın diye çiğ yumurta içerdi. Kötü görünmekten korkan yazar; her zaman şık giyinir, her gün ama her gün berbere gidip saçını düzelttirir, dakikalarca aynada kendini izlerdi.
Tüm bunları yaptığından mıdır bilinmez ama Hugo 83 yaşına kadar yaşadı.
Zevki sefanın dibine vurmuş bir yazar: Francis Scott Key Fitzgerald
Hayatı mı romandı yoksa romanlarını hayatına mı taşıyordu bilinmez ama Muhteşem Gatsby’nin yazarı Francis Scott Key Fitzgerald tıpkı kahramanı Gatsby gibi yaşıyordu. 1920’de yayınladığı Cennetin Bu Yanı kitabı ona hem şöhret hem de para getirmişti. Artık Hollywood’un tüm seçkin davetlerinin aranılan ismiydi.
Caz dinlemeyi, dans etmeyi, içmeyi ve elbette kadınları seviyordu. Ee kadınlar da onu. Bu hızlı hayatın sonu da hızlı geldi. “Ben alkol olmadan yazamam.” diyen yazarın sonunu alkol getirdi. Bu bağımlılık önce yazarlığını, sonra sağlığını etkiledi. Yazamayan bir yazar olarak zamanla gözden düştü ve 44 yaşında hayatını kaybetti.
Örgü ören, reçel yapan bir romancı: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Yaşadığı dönemde oldukça bilinmesine ve sevilmesine karşın sonraki nesillerin çok tanımadığı bir yazardır Hüseyin Rahmi. Yaşamının son 31 yılını Heybeliada’nın tepesinde manzaraya nazır bir köşkte geçiren Gürpınar, temizlik hastasıydı. Mikrop kaparım korkusuyla eldivenleri olmadan sokağa çıkmaz, dört mevsim eldivenle dolaşırdı. Yazarın ilginç yönü sadece bununla da sınırlı değildi. Örgü örmeyi çok seven Gürpınar, Avrupa’dan model bile getirtirdi. Kendi ördüğü takkeleri giyer, yazmaktan sıkıldığı zaman mutfağa inip erik reçeli ve dondurma yapardı.
Mecburen gecelerin adamı: Mark Twain
İlk gerçek Amerikan yazarı olarak kabul edilen Mark Twain’in bir yazar için belki de iyi diyebileceğimiz bir hastalığı vardı; insomnia, yani uykusuzluk. Twain geceleri bir türlü uyuyamıyor, mecburen çalışıyor; sonra hiç beklenmedik zamanlarda, kâh bir parkta kâh banyoda uyuyakalıyordu. Ünlü yazar, yatağında şöyle kesintisiz, mışıl mışıl bir uykuya öyle hasretti ki bir keresinde yakınlarına, “Bana güzel bir yatak verin, size ölümsüz başyapıtlar vereyim.” demişti. Bu hastalığını bir türlü yenemedi. Ancak doğru düzgün uyumadan da ölümsüz başyapıtlar vermeyi başardı.
Mevcudiyetimin yegâne temeli mahcubiyetimdir: Jane Austen
İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Jane Austen; Gurur ve Önyargı’nın yazarı. Ölene dek ailesiyle birlikte yaşayan, hiç evlenmeyen, buna karşın romanlarındaki tüm kadın karakterleri evlendiren Austen, ailesinden hiç kimsenin çalışmalarını görmesini istemiyordu. Mahcubiyetten midir eleştirilme/etkilenme korkusundan mıdır bilinmez; ünlü yazar, çalışırken aile fertlerinden birinin yaklaştığını dahi hissetse hemen yazdıklarını saklıyordu.
Yazarların Don Juan’ı: Alexandre Dumas
Monte Kristo Kontu, Üç Silahşörler, Demir Maskeli Adam; 100 bin sayfanın üzerinde basılmış eseri olan Alexandre Dumas’nın en bilinen üç romanı. Dumas, çalışkan ve üretken bir yazardı. Ancak aşırı çapkınlık gibi bir huyu vardı. Öyle ki evli olmasına rağmen aynı dönemde 40 sevgilisi olduğu rivayet edilir.
Kendisi hayattayken dört, öldükten sonra ise üç gayrimeşru çocuğu ortaya çıktı. Bunca kadının arasında yazmaya ne zaman vakit ayırdı bilinmez ama yaşadığı dönemde yazarlığı kadar çapkınlığıyla da ünlüydü.
Okuyucunun devrelerini yakan adam: James Joyce
İstedik, gerçekten çok istedik. Neyi mi? Elbette Ulysses’i okuyup bitirebilmeyi… Takıntılı bir adam olduğu Ulysses’ten belliydi zaten. Bir adam 800 küsur sayfa boyunca tek bir günü anlatır mı? Evet takıntılı bir adamdı James Joyce; mutlaka yatağında, yüzüstü, büyük mavi kalemiyle, beyaz giysiler içinde yazardı. Yazmak bir ritüeldi sanki onun için. Bunların biri eksik olsa olmazdı. İçinde hiç kelime tekrarı ve isim tamlaması olmayan 500 kelimelik tek bir cümle yazmayı başarabilmiş, bu, nevi şahsına münhasır yazara şapka çıkarıyor “Abi sen çekmişin, bize çektirme” diyoruz.
Aklını kuşuyla bozmuş bir edebiyatçı: Charles Dickens
He he! Heyecan içinde, bir dedikodu ve magazin merakıyla hızla indirdiniz bakışlarınızı aşağı ama yok yok, olay sandığınız gibi değil. Bu kuş, bildiğimiz gerçek kuş. Charles Dickens sağlam bir hayvanseverdi. Evi, daha doğrusu çiftliği Ali Baba’yı aratmayacak cinstendi; iki kuzgunu; ikisi St. Bernard, ikisi Newfoundland, biri spanyel, biri mastiff, biri Pomeranian olmak üzere yedi köpeği; bir kedisi, bir kanaryası ve bir de midillisi vardı. Dickens, “Grip” adlı kuzgununa öyle düşkündü ki öldüğünde gömmemiş, doldurtup çerçevelettirerek duvarına asmıştı. İnanmayanlar Grip’i Philadelphia Free Library’de görebilir.
Hayvanseverleri kızdıracak yazar: Anton Çehov
Dickens hayvanlara o kadar düşkündü ama Anton Çehov için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz. Ünlü Rus yazarın “Slovoç” adını verdiği bir kuyruksüreni -böyle bir hayvan olduğunu biz de bilmiyorduk, açtık Google’ı öğrendik- vardı. Çehov bir mektubunda, “sıçan ve timsah, kaplan ve maymun karışımı” olarak tarif ettiği Slovoç’unu yaklaşık bir yıl neredeyse hiç yanından ayırmadı. Ancak sonra onu seyahate çıkacağı gerekçesiyle, daha önce kötü koşulları nedeniyle “hayvan mezarlığı” diyerek şiddetle eleştirdiği Moskova Hayvanat Bahçesi’ne bağışladı. Normal ömrü ortalama 20 yıl olan kuyruksüren, burada ancak iki yıl yaşayabildi. Ne diyelim, ayıp etmişsin be Çehov Abi!
Tak tak takıntı: Truman Capote
Onun için “bay takıntı” diyebiliriz. Truman Capote de tıpkı Joyce gibi mutlaka yatarak yazardı. Yazarken sürekli bi’şeyler içerdi; gündüzleri kahve ve çay, akşamüstü nane çayı, ondan sonra sherry, geceyse martini… Ağzından sigara eksik olmazdı. Küllüğünün sürekli boşaltılması lazımdı; uğursuzluk olduğuna inandığı için aynı küllükte üçüncü sigarayı söndürmezdi. Capote’nin takıntıları bunlarla da sınırlı değildi; iki rahibeyle aynı uçağa binmiyor, cuma günleri hiçbir işe başlamıyor ya da sonlandırmıyor, telefon numaraları da dahil nerede rakam görse topluyor, toplandığı zaman sonucu uğursuz rakam çıkan numaraların sahipleriyle bir daha telefonlaşmıyordu. Of, ne zor bi’hayatın varmış be Capote! Biz daraldık valla!
İyi avcı, iyi aşçı, iyi romancı: Ernest Hemingway
Ölüme karşı hep tutku dolu bir ilgisi vardı. Dünyanın neresinde bir ayaklanma, iç savaş veya savaş çıksa bilin ki Hemingway oradaydı. Ölümden beslenerek yaşıyordu, yazıyordu sanki. En yakın dostları dahi böyle söylüyordu. Avcılığa düşkündü. Kampa ve doğaya da. Avlanmaktan, avladığı şeyleri müthiş yemeklere dönüştürmekten ve tarifi kendisine ait bu yemeklerle dolu sofraları dostlarıyla paylaşmaktan büyük keyif alırdı. Silahları, kadınları ve içkiyi severdi. Bu anlamda tipik bir Amerikalıydı aslında. Av tüfeğiyle vurduğu son şey ise kendisiydi.
İşte buna inanamayacaksınız: Tefeci William Shakespeare
Babası döneminin en zengin tüccarlarından biri, annesi ise en zengin toprak ağalarından birinin kızıydı. Bu anlamda şanslı bir adamdı William Shakespeare. Ticarete, zenginliğe ve soyluluğa aşinaydı. Geçim sıkıntısı gibi bir derdi olmadığı için yazmaya uzun vakitler ayırabiliyor, sanat camiasıyla iç içe bir hayat yaşıyordu. Henüz 35 yaşında dönemin en büyük tiyatrosunun ortağıydı. İyi bir tiyatro adamı olduğu gibi iyi bir tüccardı da. Yazdıklarından daha fazlasını ticaretten, hatta “Büyük Yazarların Gizli Hayatları” kitabının yazarı Robert Schnakenberg’e göre tefecilikten kazanıyordu.
Edebiyat dünyasında büyük tartışma yaratan kitaba göre Shakespeare, kıtlık döneminde tahıl ticareti ve tefecilik yaparak, vergi kaçırarak geçimini sağlayan bir tüccardı. Ancak İngiltere, dünya çapında ünlü bir edebiyat tanrısı yaratmak istediğinden, Shakespeare’in bu yönleri tarihten silindi. Bu iddia kimilerine büyük bir iftira gibi gelebilir. Ancak ünlü yazarın kendisinin değil ama babasının tefecilikten birkaç kez yargılandığı kayıtlarla sabit.
Hayatı boyunca John Barleycorn’dan ayrılmadı: Jack London
Jack London, en yakın dostu olan John Barleycorn’a öylesine düşkündü ki onu yanından hiç ayırmıyordu. Hatta bu büyük dostluğa ithafen bir kitap dahi yazdı; “John Barleycorn”, 1913’te yayınlandı. Aslında Barleycorn bir şahsiyet değil, London’ın alkole verdiği isimdi.
Alkole düşkünlüğü öylesine bir hal almıştı ki sonunda “alkolik anılar”ını anlattığı biyografi tadında bir roman yazdı. Barleycorn’la -yani alkolle- beş yaşında tanışmıştı. Bu sabık dost, yedi yaşında meyhaneye giden, 16’sında istiridye korsanlığı yapan London’ın hep yanındaydı. O kadar çok içiyordu ki, bu yüzden başına sayısız kaza geldi. Hatta bir seferinde Oakland Rıhtımı’nda tökezleyerek denize düştü ve kendini San Francisco Körfezi’nde buldu. London’ın adeta ete kemiğe büründürüp kişileştirdiği alkolü anlattığı “John Barleycorn” isimli romanı ABD’deki Adsız Alkolikler Birliği’nin okuma listesinde yer alıyor.
Sen de mi Virginia!
Deniz Feneri, 20. yüzyılın en iyi 10 romanı arasında 8. sırada; yazarı Virginia Woolf ise tüm zamanların en iyi 100 yazarı listesinde, diğer bir kadın yazar Jane Austen’la birlikte ilk 20’de. Çok enerjik bir yazar sayılmazdı Woolf. Hatta psikolojik sorunları nedeniyle hayatının neredeyse yarısını yatarak geçirdiği dahi söylenebilir. Aldığı ilaçlar nedeniyle çoğu zaman halsizdi.
Ancak kendini iyi hissettiği zamanlarda öyle bir huyu vardı ki herkese pes dedirtiyordu. Çok konuşuyordu Woolf. Bir seferinde 48 saat aralıksız konuşmuştu. Erkek egemen söylemin kadınlara özgü dediği “gevezelik” iddiasının canlı kanıtıydı adeta, büyük yazar. “Sen de mi Virginia!” diyor, gözümüzdeki imajı daha fazla zedelenmeden konuyu burada kapatıyoruz.