Sinema denilince akla ilk gelen yer kaçınılmaz olarak Hollywood olsa da orada işlerini yapanların hepsi Amerikalı değil. Pek çok farklı ülkeden insanın var olabilmek adına çaba sarf ettiği sektörde bir ülke ve oradan doğup Hollywood’a gelen isimler aslında sektöre yön veren birçok filmin içinde bizzat yer alıyor.
Bahsi geçen ülke Avustralya…
İşte sizlere Avustralya’nın sinemanın kalbinin attığı gerçek yer olduğunun ispatı 14 isim. Eminiz ki aşağıdaki isimleri gördükten sonra siz de bize hak vereceksiniz. Huzurlarınızda başarılı ve ünlü Avustralyalı oyuncular listemiz.
Şarkı da söyleyebilen mutant: Hugh Jackman
Avustralya bereketinden nasiplenen aktörlerden biri olan Jackman çıkış yaptığı X Men serisindeki Wolverine karakterinin ardından sinema dünyasının gündem maddelerinden biri haline geldi. Oscar töreninde açık ettiği şarkı söyleme ve yeteneği sayesinde X Men devam filmlerinin yanı sıra rol aldığı “Sefiller” müzikali ile En İyi Erkek Oyuncu dalında elde ettiği Oscar adaylığı ile sadece kastan ibaret olmadığını gösterdi.
Tam bir gönülçelen: Chris Hemsworth
Ülkemiz sınırlarında Kıvanç Tatlıtuğ ile denk düşen saç ve ten rengine istinaden bu ikiliyi birer sarışın kültür elçisi gibi düşünebiliriz. Perdede gözüktüğü andan itibaren karizmasıyla ekranı tam anlamıyla doldurabilen nadir isimlerden olan Hemsworth, Thor karakteriyle adım attığı Hollywood’da rol aldığı filmler ile yerini iyice sağlamlaştırdı. Ron Howard’ın övgülere boğulan ama bir o kadar da hakkı yenilen enfes filmi 2013 tarihli “Rush/ Zafere Hücum” da oynadığı James Hunt karakteri ile görüntünün ötesinde yeteneğini ortaya çıkarttı.
Boşanmayla gelen kariyer ivmesi: Nicole Kidman
Hollywood’un en sansasyonel isimlerinden biri olan Kidman, Tom Cruise ile evlenene kadar bilinen ama çok da önem verilmeyen bir yıldız adayı iken evliliğin gündeme bomba gibi düşmesinin ardından hızla yükselişe geçti. Stanley Kubrick’in ölümünden önce çektiği son film olan 1999 tarihli “Gözü Tamamen Kapalı/Eyes Wide Shut” ile tam bir ilgi odağı haline geldi. Olaylı yaşanan boşanma sürecinin hemen ertesinde 2001’de “Kırmızı Değirmen/Moulin Rouge!” ile ilk Oscar adaylığını elde edip ertesi yıl 2002’de “Saatler/The Hours” ile bileğinin hakkıyla kazanmasını bildi. Boşanmak kimine yarıyor!
Sanatın kalbine doğan güzellik: Naomi Watts
Babası Pink Floyd grubunun sesçisi olan Watts daha doğduğu an itibarıyla geleceği şekillenen çocuklardan biri. İngiltere’de doğmasına karşın, 7 yaşında ailesi ile birlikte Avustralya’ya göç eden Watts, sinema kariyerine burada başladığı için bu ülke ekolünden kabul ediliyor.
İrili ufaklı roller ile geçen zamanın ardından rol aldığı David Lynch filmi “Mulholland Dr./Mulholland Çıkmazı” ile tüm dikkatleri üzerine çektikten sonra “Ring/Halka” filmi ile geniş kitlelere ulaşmayı başardı. “16 Gram” ile gelen ilk Oscar adaylığı ve “The Impossible/Kıyamet Günü” ile gelen ikincinin ardından sadece güzel değil yetenekli olduğunu da ispatladı.
Soğuk ama karizmatik: Sam Worthington
Hepimiz onu “Avatar” filmindeki engelli bilim insanı olarak bilsek de Worthington aynı dönemde birer gişe canavarı olan filmlerde kaptığı başroller ile izleyicinin hafızasında yer etmesini bildi. “Titanların Savaşı/Clash of the Titans”, “Terminator: Salvation/Terminatör: Kurtuluş” filmlerinin ardından daha küçük yapımlarla ilerlemeye devam eden aktör, yerini sağlamlaştırdığı Hollywood’da daha neler yapacak bekleyip göreceğiz.
Yeşil Devlikten romantik filmlere: Eric Bana
Dikkat çekmesini sağlayan “Chopper/Kasap” filminin ardından kendisini tüm dünyaya tanıtan 2003 yapımı Ang Lee filmi, kıymeti bilinmemiş “Hulk”un başrolüne yerleşen aktör yakışıklılığı ile herkesin radarına girdikten sonra kalabalık kadrolu “Troy/Truva”da rol alarak her tür filmin adamı olduğuna hepimize ikna etti. “The Time Traveler’s Wife/Zaman Yolcusunun Karısı” isimli roman uyarlamasının ardından romantik kahraman da olan aktör salonlara gelen son filmi “Deliver Us From Evil/Bizi Kötüden Koru” ile bizleri korkudan tir tir titretti.
Eşi benzeri pek olmayan kariyer: Geoffrey Rush
İsmi bile tek başına o kadar çok şey anlatıyor ki! Rush için ekstra ne söylenebilir açıkçası biz de pek bilmiyoruz. Scott Hicks’in yedi dalda Oscar adayı olan “Shine” ile uluslararası şöhrete merhaba diyen aktör, kazandığı Oscar’dan sonra rol aldığı yapımlarla da ona güvenen yapımcıların ne kadar haklı olduğunu ispatladı. “The King’s Speech/Zoraki Kral” ile neredeyse her yarışmada en iyi yardımcı oyuncu ödülü için aday gösterilen Rush, “Shakespeare in Love/Âşık Shakespeare”, “Pirates of the Caribbean/Karayip Korsanları” ve “Munich/Münih” gibi filmlerle gündemi meşgul ederken, içine sinen her tür projede rol almaya devam ediyor.
Tekinsiz mi, güvenilir mi?: Guy Pearce
Hepimizi dumura uğratan “Memento/Akıl Defteri” ile ünü yedi düvele yayılan aktör, farklı yüz hatları ile klasik oyunculardan kendini kolayca ayıran seçimler yaparak yoluna devam etti. Küçük rol, büyük rol ayrımı yapmadan arı gibi çalışmaya devam eden Pearce, “Iron Man 3”, “The Time Machine/Zaman Tüneli”, “Triator/Hain” gibi kabına sığamayan farklı türde yapımlarda rol alarak ilerlediği kariyerinin Avustralya ile sınırlı kalmasının ne kadar büyük bir kayıp olacağını ifade eder gibi adeta.
Erken kaybedilen yetenek: Heath Ledger
Talihsiz bir şekilde genç yaşta hayata veda eden Heath Ledger onu ölümsüz kılan “The Dark Knight/Kara Şövalye” filmindeki Joker rolünden başka Ang Lee’nin kovboyların aşkını anlatan “Brokeback Mountain/Brokeback Dağı” filmi ile hem eleştirmen hem de izleyicinin takdirini kazanmış bir isim. Joker ile kazandığı Oscar’dan önce ilk adaylığını elde ettiği Ang Lee filminin setinde tanıştığı Michelle Williams, yine kendisi gibi Avustralyalı Naomi Watts gibi isimlerle yaşadığı aşklarla da gündemde olan oyuncu, 2008 yılında aramızdan ayrılmasa nasıl bir kariyere sahip olurdu biz de merak esiyoruz doğrusu.
Bukalemunun sinema versiyonu: Cate Blanchett
Avustralya’nın medar-ı iftiharı diyebileceğimiz bir isim Cate Blachett. Yaşadığı topraklarla olan bağını hiç kopartmadan Hollywood’da misafir olarak hayatına devam eden aktris, Oscar başta olmak üzere hemen her ödüle haciz koyan “Blue Jasmine/Mavi Yasemin” filmindeki Jasmine rolüyle resmi olarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Ülke ayrımı yapmaksızın hemen herkesin hemfikir olduğu nokta, Blanchett’in Jasmine performansı, sinema tarihinin şimdiye kadarki en iyi kadın oyuncu performanslarında ilk beşteki yerini aldı. Peki Jasmine öncesi? Oraya da bakacak olursak Kraliçe II. Elizabeth’in hayatını anlatan “Elizabeth” ile odak noktası haline gelmesinin ardından, döneminin değil sinema tarihinin en iyi oyuncularından biri olduğu ispatlayan “Aviator”, “I’m Not There” gibi filmlerdeki performansları ile yeri doldurulması zor isimlerden biri haline geldi.
Kadın neslinin gururu: Jane Campion
Kadın yönetmen zaten az bulunan bir şey iken üstüne bir de Jane Campion gibi bir yeteneğin çıkmasına vesile olmak Avustralya için bir gurur kaynağı bizce. Yüreklerin en derinlerdeki yerine bile dokunan acıklı ama etkili “The Piano/Piyano” filmi gösterim şansı bulduğunda yönetmenin adını bu kadar sık anacağımızı biz de tahmin etmiyorduk. Campion hem yazdığı hem de yönettiği “Bright Star/Parlak Yıldız”, “Holy Smoke/Kutsal Duman” gibi filmlerle de sıradan sinemacılardan farklı olduğunu gösterdi bize. Bu arada Campion’ın da Watts gibi Avustralya’da doğmayan -Wellington, Yeni Zelanda’da doğdu- ama buranın ekolünden yetişen ve burada ünlenen bir sanatçı olduğunu hatırlatalım.
Gladyatörlükten Javert’liğe: Russell Crowe
Kariyerine kendi topraklarında başladıktan sonra Curtis Hanson’un “L.A. Confidential /Los Angeles Sırları” ile ilgileri üzerine çeken aktör, Al Pacino ile karşılıklı rol tokuşturdukları “The Insider/Köstebek ile ilk Oscar adaylığını elde edip Ridley Scott yönetiminde “Gladiator/Gladyatör” ile Oscar kazandıktan sonra her rolün adamı olduğunu bizlere gösterdi. “A Beautiful Mind/Akıl Oyunları” filmindeki şizofren matematik dehası ile hemen herkesin takdirini kazanan Crowe ödüle ulaşamasa da devamında rol aldığı filmler, bir dönem özel hayatı (Meg Ryan ile olan kısa süreli aşk hikâyesi) ile gündemde yer ettikten sonra evlenip daha sakin bir yaşama merhaba dedi.
Problemli veledin çekici annesi: Toni Collette
“The Sixth Sense/Altıncı His” filmi kendisini geniş kitlelere tanıtmış olsa da “Muriel’s Wedding/Muriel’in Düğünü” ile pek çok sinemaseverin kalbini zaten kazanmış olan Collette, standartlara uymayan görünümü ile izleyiciyi güzelliği konusunda ikiye bölen bir aktris. Kendisinin buna çok takıldığını sanmıyoruz… Küçük büyük demeden önüne gelen projelerde yer almaya devam eden oyuncu, sıcak ama bir o kadar da garip ailenin bir ferdi olarak karşımıza çıktığı “Little Miss Sunshine/Küçük Gün Işığım”, “The Hours/Saatler” gibi Oscar’da varlık gösteren yapımlarda ortaya koyduğu oyun gücüyle sektörün vazgeçilmez isimlerinden biri.
Ben de bir göz var ki…: Baz Luhrmann
“Sinema dehası”, “Sinemada farklı bir göz”… ne derseniz deyin ama Baz Luhrmann’ın hakkını vermek gerekiyor. Şimdiye kadar çektiği filmlerle farklı vizyonunu açıkça ortaya koyan yönetmen “William Shakespeare’s Romeo + Juliet”i ile iyiden iyiye ivme kazanan çıkışının devamında karşımıza getirdiği “Moulin Rouge!/Kırmızı Değirmen”, ülkesine saygı duruşu niteliğindeki epik ama çok başarılı bulunmayan “Australia/Avustralya” ve bir yeniden çevrim “The Great Gatsby/Muhteşem Gatsby” ile varlığının sinema için ne kadar önemli olduğunun altını kalınca çizdi.