İtalya’nın büyük ve tasnif edilmesi zor bir isminden bahis açacağız: Umberto Eco; akademik disiplinden gelen bir bilim insanı, romanlarıyla tüm dünyaca bilinen bir yazar, keskin söylemleriyle ezber bozan bir avangart, televizyon ve gazetelere de iş yapmış bir entelektüel. Bunlar giydiği gömleklerden yalnızca birkaçı. Tüm bu işlerinde kolları sıvadığı detayları da anlatmaya başladığımızda ortaya matruşka misali iç içe geçen apayrı dünyalar çıkıyor. On yaşında İtalyan faşistlerin arasına girip daha sonra onlardan kaçışına, sıkı bir inanç sistemi içinde yaşarken itikatları sorgulayıp yeni bir yaşam biçimine geçmesine, akademik yükselişine, edebiyattaki başarılarına ve daha nicesine bakacağız. Umberto Eco; klişe bir söylemi bile ‘’sık kullanılanlardan’’ çıkarıp onu hakikat yapabilecek biri. Buradan hareketle ona ‘’Uçsuz bucaksız bir deniz’’ desek, hiç de klasik bir şey söylemiş olmayız, çünkü bunun hakkını vereceğinden neredeyse emin oluruz.
İtalyan edebiyatının nadide kalemlerinden Umberto Eco, 5 Ocak 1932’de İtalya’nın Alessandria şehrinde dünyaya gelir
Babası bir demir fabrikasında baş muhasebeci olarak çalışırken savaşa alınınca Umberto Eco ve annesi Piemonte dağlarının eteğine yerleşir
Doğduğu coğrafya ve zaman onu çocuk yaşta faşistlerle partizanlar arasındaki savaşı izlemeye iter ve Eco İtalyan faşistleri için düzenlenen bir kompozisyon yarışmasında birincilik ödülünü kazanır
Ancak aile çevresindeki sosyalist ve antifaşist görüşler gibi etkilerle Eco ileri yıllarda aydınlanmacı bir kimliğe bürünür
Burada sakin bir çocukluk geçiren Umberto eco, Katolik bir okulda aldığı eğitimin ardından Torino Üniversitesi’nde Felsefe ve Edebiyat okuyarak üniversiteden 1954’te mezun olur
Yeni mezun Eco, hem lisans eğitimi aldığı Torino Üniversitesi’nde dersler vermeye hem de İtalyan resmî yayım kurumu olan RAI’da görev almaya başlar
Orta Çağ estetiği uzmanı Eco, yüksek lisans ve doktorasını Thomasçılık üzerine yapar. Thomasçılık akımı, 13. yüzyılda yaşayan ve Skolastik düşünceye katkılarıyla bilinen Aquinolu Thomas’tan ileri gelir
Eco siyasi kimliğini değiştirmesinin yanı sıra dini inançları da sorgular ve 50’lerin başında Katoilk bir militan olmasına rağmen sonraki yıllar bu düşünceden ayrılır
Akademik başarılarının belki de mihenk taşı olan Orta Çağ Estetiği alanındaki uzmanlığını da 1961’de alarak profesörlüğün kapılarını aralar
Sonunda 1975’te Bologna Üniversitesi’nden ‘’Semiyotik Profesörü’’ unvanını alan Umberto Eco, farklı farklı ülkelerde hocalık yapar akademik pratiğini sürdürür
Eco: Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmeyi de kapsar.
Semiyotik, diğer adıyla göstergebilim çok kabaca; işaretlerin anlaşılma ve yorumlanmasını içerdiğinden, işaretlerle yani harflerle bir araya gelen metinler de göstergebilimin alanına girer
Ve daha da mühimi, göstergebilime göre bir metnin ilk bakışta görünen birincil anlamlarının dışında her zaman yan anlamları da vardır ve ana mesele de o yan anlamlar ekseninde verilir
İşte Eco da adeta “Kazın ayağı öyle değil’’ diyen göstergebilim alanında akademik olarak uzmanlaşır ve karşımıza yüzeyin ardındaki hakikatleri de bize söyleyen bir düşünür çıkar
Yazarın ‘’Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’’ kitabından bir alıntı: “Evinizde, şöminenin yanındaki bir koltuğa gömülmüş rahatça otururken kendinize hiç dışarda neler olup bittiğini sordunuz mu? Olasılıkla sormamışsınızdır. Elinize bir kitap alıp bunu şunu okuyor ve gerçekdışı kişilerle olaylardan başkaları adına heyecan duyuyorsunuz… Eğlenceli, değil mi?.. Eski Romalılar da böyle yapıyorlardı, Colosseum’da oturup insanları parçalayan vahşi hayvanlara bakarak, bu kan ve şiddet manzarası karşısında kendilerini eğlendirdiklerinde, başkalarının eylemleriyle yaşamlarına bir tat katmış oluyorlardı… Öyle ya, seyirci olmak güzel şey. Bir anahtar deliğinden gizlenen yaşam. Ama şunu unutmayın: Dışarda ‘gerçekten’ olaylar oluyor… Artık Colosseum yok, ancak şehir çok daha büyük bir arena ve çok daha fazla insana yer var. O keskin pençeler yırtıcı hayvanların pençeleri değil artık, ama insanların pençeleri çok daha keskin ve kötü olabilir. Uyanık ve becerikli olmalısınız, yoksa yutulanlar arasına karışırsınız… Uyanık olmak zorundasınız. Ve becerikli. Yoksa sizi öldürürler.”
Akademik hayatında değinilecek daha sayısız konu olsa da yavaş yavaş biraz daha güncel ve popüler konulara doğru gelelim
Umberto Eco akademik sahada bilinmesine bilinir ama tüm dünyaya açılmasını sağlayan asıl eserleriyle edebî ürünleri olur
Birçok eseri Türkçe’ye çevrilen yazarın ilk romanı, tüm edebiyatlarda büyük bir şöhrete kavuşan Gülün Adı’dır
İlk kez 1980’de yayımlanan ve o andan itibaren tüm dünyayı etkileyen roman Türkiye’de de büyük bir titreşim yaratır
Romandan bir alıntı: ‘’Gençler artık hiçbir şey öğrenmek istemiyorlar, bilim geriliyor, tüm dünya tepe-taklak olmuş, körler körleri yönetiyor ve onları uçuruma sürüklüyorlar, kuşlar, daha uçmayı öğrenmeden yuvadan ayrılıyor, eşekler çalıyor, öküzler oynuyor.’’
Sekiz milyonun üstünde bir satışa ulaşan Gülün Adı, on dördüncü yüzyılda bir manastırda zehirlenip öldürülen bir rahibin ardından yaşanan hadiseleri anlatır
Binbir emekle ulaştığı akademik kariyeri, özellikle de Orta Çağ alanındaki uzmanlığı böylece ilk romanını da çok başarılı bir şekilde yansır
Umberto Eco, Gülün Adı’yla hem Hristiyanlık düşüncesini tartışan tarihî bir roman, hem polisiye unsurlarla iç içe geçen sürükleyici bir kurgu ortaya koyar
Filme de çevrilen Gülün Adı, gerek edebiyat gerek sinema sahasında bugün hala sarsıcı bir ”eko” yapmayı sürdürmektedir
Yazarın 1988’de yayımlanan ikinci romanıysa Foucault Sarkacı olarak bilinir ve simya gibi gizli bilimlerle örülüdür
Burada romanın iyi yazılmış tanıtım bültenini aktaralım: ‘’ ‘Umberto Eco’nun ilk romanı olan ‘Gülün Adı’ gibi, bu ikinci romanı ‘Foucault Sarkacı’ da, bildiğimiz roman türlerinden hiçbirine girmiyor. Belki de en uygunu, onu bir ‘bilim-roman’ ya da ‘Eco-roman’ diye nitelendirmek. ‘Foucault Sarkacı’, çok-katlı, çok değişik düzlemlerde okunabilecek bir roman. Bu da romana, değişik açılardan yaklaşmamıza olanak veriyor. ‘Foucault Sarkacı’, kısaca, irrasyonel düşüncenin 500 yıllık tarihinin 500 küsur sayfalık bir serüveni: Pozitif bilimin yanı sıra, uzantıları günümüze dek süregelen, gizli bilimlerin, Ortaçağı da kapsayan çok uzun bir zaman dilimi içinde bilim-büyü kardeşliğinin öyküsü. Okuyucuların, bu çetin, ama keyifli okuma serüveninden nice hazlar derleyecekleri umuduyla.’’
Çetin ceviz olduğu, romanlarına yazılan tanıtım bültenlerinden dahi anlaşılan Umberto Eco bu ikinci romanıyla da tasnif edilmesi zor bir edebî ürün ortaya koyar
Yazmak istediğim hikâyeler beni hiç rahat bırakmaz. Odamdayken sanki hepsi çevremi sarmış gibi gelir bana; küçük şeytanlar, biri kulağımı bir diğeri burnumu çekiştirir ve her biri ‘Beni yazın, efendim, ben güzelim’ der
2013’te İstanbul’a gelen Eco, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı söyleşiyle de bilinir ve programın bir diğer konuğu da Orhan Pamuk’tur
Dünyaca ünlü iki yazarın, Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birinde gerçekleştirdiği bu buluşma ayrıca çok da önemli bir edebiyat haberi olsa gerek. Sayısız konudan bahis açtığı söyleşide Eco ayrıca herkesin yüzünü güldüren şu sözleri de söyler: “Ben inanıyorum ki dünyadaki insanların çoğu aptaldır. Bu çok önemli bir his. Ölmeye hazır olabilmek için, ölüm anında eğer ikna olduysam insanların hepsi aptaldır o zaman ölebilirim. Adım adım hergün kendi inancınızda bu şekilde düşünebilirsiniz. Ancak yaşamın şu noktasında sadece yüzde 50’sinin aptal olduğun düşünüyorum.”