Ana sayfa » Müzik » Dinlemekten Sıkılmayacağınız Tüm Zamanların En İyi Rock Şarkıları
Dinlemekten Sıkılmayacağınız Tüm Zamanların En İyi Rock Şarkıları
Rock 'n' roll dediğiniz nedir ki? Bir zamanlar blues ve country'nin masum bir dalıyken kendi içinde yüzlerce türü, alt türü ve hatta alt-alt türü barındırır oldu. Şimdi ise günümüze kadar gelen birçok popüler rock şarkısı var. İşte bazıları...
Rock müzik, kimine göre isyanın sesi, kimine göre duyguların en gürültülü hâli. Aslında o çok mütevazı blues tınılarından doğdu, country ritimleriyle gençliğini yaşadı ve sonra ne olduysa oldu: devleşti, kükredi, bazen melodik, bazen hırçın ama her zaman heyecanlı bir canavara dönüştü. Bugün sayamayacağımız kadar alt tür var. Progressive, punk, metal, alternatif, garage, indie ve daha nicesi… Yani rock sadece müzik değil, kültür, devrim ve tarih demek. Elbette favoriniz eksik olabilir ya da listede görünce homurdanacağınız bir şarkı olabilir. Ama eğer bu seçki sizi yeni keşiflere, nostaljiye ve rock’ın derin tünellerine sokuyorsa, amacımıza ulaştık demektir. İşte tüm zamanların en iyi rock şarkıları arasından sadece bazıları (!)
I Love Rock ‘N Roll (1981) – Joan Jett ve Blackhearts
Cover olmasının ne önemi var? Joan Jett, bu şarkıyı öyle bir sahipleniyor ki, artık onunla özdeşleşmiş durumda. Vinil gibi kara saçları ve gitar gibi kollarıyla Jett, rock’ı sadece sevmiyor. Aslında o, rock’ın ta kendisi. Ancak bu sertlik bir rol değildi. The Runaways dağıldıktan sonra, tam 23 plak şirketi onu kapıdan geri çevirdi. Bu direniş, I Love Rock ‘N Roll’un tüm dünyayı kasıp kavurmasını daha da tatlı bir zafer haline getirdi. Prodüktörü Kenny Laguna’nın yarattığı, okul koridorlarındaki tezahüratı andıran canlı el çırpmalar ve o vahşi gitar akorları arasında, Jett’in gür sesi birleştiğinde ortaya mükemmel bir yapım ortaya çıkmış.
Born to Run (1975) – Bruce Springsteen
“Geceleyin, görkemli saraylarda süreriz, intihar makinelerinde.” Bu sözler size sıradan bir rock şarkısını mı anımsatıyor? O halde yanılıyorsunuz. Bruce Springsteen’in başyapıtı, en iyi rock şarkıları arasında aşka, arabalara ve Amerikan rüyasına adanmış epik bir destandır. Springsteen’in yorgun, monoton sayılabilecek anlatımıyla başlayan şarkı, yavaş yavaş bir ses duvarına (gitarlar, org, saksafon, klavyeler, çanlar) dönüşür ve rock tarihinin belki de en unutulmaz “woo-oah”larıyla doruğa ulaşır. Şarkının sözleri, sonlara doğru mucizevi bir dönüşüm ile kapanışı yapar.
Starman (1972) – David Bowie
Dünyadaki çocuklarla radyo aracılığıyla konuşan bir uzaylının hikayesi… Kulağa bilim kurgu gibi gelse de, David Bowie’nin Starman’i aslında Amerikan pop müziğine yazılmış bir aşk mektubudur. Somewhere Over the Rainbow’daki o büyülü oktav sıçramasından, gitar melodisine ve girişteki o neşeli “oh-oh-oh”lara kadar her detay, popun altın çağına etkili bir giriştir. Şarkı, her katmanında yeni bir sürpriz barındıran bir origami kutusu gibidir. Mick Ronson’ın aya yolculuk eden gitar solundan, herkesin bir ağızdan söyleyebileceği o akılda kalıcı nakarata kadar. Bowie’nin 1972’deki efsanevi BBC performansı, Bono’dan Boy George’a kadar bir nesil geleceğin yıldızını yaratmış, adeta şarkının sözleri gerçek olmuştu.
Once in a Lifetime (1980) – Talking Heads
Talking Heads’in bu imza şarkısı, Tina Weymouth’un hipnotik bas ritmi ve Chris Frantz’un titrek davulları üzerinde yükselir. Ancak asıl sihir, yapımcı Brian Eno’nun dehasında gizlidir. Eno, grubun Fela Kuti’den ilhamla yaptığı doğaçlama seansları ile zamanının ötesinde bir ses kolajı yaratmıştır. Sonuç, kendinizi tekrarlayan sinyaller ve ses döngüleri arasında sıkışmış gibi hissettiğiniz, modern hayatın bir metaforu gibidir. Ve tabii ki, David Byrne’ın kısmen bir vaiz, kısmen bir falcı edasıyla sorduğu o varoluşsal sorular…
1990’ların punk sahnesi genellikle maço bir mosh pit’ten farksızdı ve feminizm neredeyse bir küfür gibi karşılanırdı. Ta ki Bikini Kill sahneye çıkana kadar. “Kızlar önde!” naralarıyla sahneyi domine eden Kathleen Hanna’nın öncülüğündeki bu grup, Rebel Girl ile kız kardeşliğin, dostluğun ve hatta arzunun destansı bir marşını yazdı. Gitar sesleri ve durmak bilmeyen bir davul ritmi eşliğinde, Hanna’nın sesi, mükemmel bir şekilde öne çıkmayı başarmış. O vadi kızı uluması sizi olduğunuz yere mıhlar. Bu şarkı sadece bir punk şarkısı değil, erkek egemen bir dünyada kendine yer açmaya çalışan her asi kız için bir savaş çığlığıdır.
Where Is My Mind? (1988) – Pixies
David Bowie’nin psikopat bir Beatles olarak tanımladığı Pixies, gürültü-sessizlik-gürültü formülünün tartışmasız ustalarıydı. Bu grubun tüm tuhaf ve bulaşıcı şarkıları arasından bir seçim yapmak zor olsa da, “Where Is My Mind?” bu taç için en güçlü adaylardan. Joey Santiago’nun dalgalı, hüzünlü gitarı, Black Francis’in panik atak geçiriyormuşçasına anlattığı rüya gibi hikaye ve Kim Deal’ın stüdyo banyosundan süzülen o hayaleti andıran “ooh-ooh”ları… Pixies’in tüm şarkılarında olduğu gibi, burada da sihir zıtlıklarda saklı: Rüya gibi ama bir o kadar da ürpertici, hafif ama ağır.
Whole Lotta Love (1969) – Led Zeppelin
Bu şarkı klasik rock radyolarının o kadar temel bir parçası haline geldi ki, aslında ne kadar tuhaf ve devrimci bir canavar olduğunu unutmak kolay. John Bonham’ın davul performansı sayesinde, Led Zeppelin standart rock formülünü (davul bası takip eder) ters yüz etti ve Jimmy Page’in gitarını takip ederek daha önce duyulmamış, ağır ve sarsıcı bir sound yarattı. Çılgın gitar riffleri, Robert Plant’ın blues sözlerini kendi tarzında yorumlaması ve trip-hop’u andıran theremin solosuna rağmen, Whole Lotta Love, Bonham’ın o demir gibi ritmi sayesinde sağlam bir zeminde durmayı başarmış. Genel olarak bu grubun yapımları, en iyi rock şarkıları arasında mutlaka olmazsa olmazlardan.
La Grange (1973) – ZZ Top
ZZ Top’un La Grange gibi bir canavarın ne kadar radikal olduğunu anlamak için, 1973’te radyolarda en çok Tony Orlando ve Dawn’ın çaldığını hatırlamak gerekir. Billy Gibbons (gitar), Frank Beard (davul) ve Dusty Hill (bas), boogie blues’u modern rock’la harmanlayarak, tarihin en çıtır, en funk dolu ve en ateşli gitar performanslarından birini kaydettiler. Sonuç, tamamen yeni, kendine özgü bir ritimdi. Daha sonra şık klipleriyle ticari bir kimliğe bürünseler de bu dönemde ZZ Top, sadece kendi işini yapan, barbekü kokulu, sakallı üç Teksaslı eksantrikti. Bu yapım en iyi rock şarkıları arasında yer almayı başardı.
Fell in Love With a Girl (2001) – The White Stripes
Aşık olmanın hissettirdiği o saf, kontrol edilemez, heyecan dolu enerjiyi anlatan bir şarkı seçmek zorunda kalsaydınız, bu kesinlikle o şarkı olurdu. The White Stripes, aşkın kalpler ve gökkuşaklarından ibaret olmadığını biliyordu; aşk aynı zamanda küstah sözler, bıçak gibi keskin gitarlar ve sizi yerinizden zıplatacak bir güçtü. Orson Welles’in “Sanatın düşmanı kısıtlamaların olmamasıdır” sözü, bu ikilinin felsefesini özetler gibi. Onlar için kısıtlamalar bir güç kaynağıydı: İki renkli bir palet, iki kişilik bir kadro, Meg White’ın basit ama vurucu davulu, Jack White’ın ucuz plastik gitarlardan çıkardığı inanılmaz tonlar… Bu kadar minimal bir düzenekten nasıl bu kadar devasa bir ses çıktığını merak ediyorsanız, cevabı Fell in Love With a Girl’da saklı.
Bohemian Rhapsody (1975) – Queen
Bu şarkının yapım hikayesi efsanedir: 10 saatlik vokal seansları, 180’den fazla kayıt katmanı ve üç haftalık stüdyu ızdırabı… Ancak, Queen’in bu Frankenstein’ının oynat tuşuna bastığınız anda tüm bu teknik detaylar artık önemsiz hale gelebilir. Yaklaşık altı dakika boyunca sizi alıp götüren bu müzikal yolculuk, Freddie Mercury’nin deyimiyle bu sahte opera, bir gişe rekortmeni film kadar eğlenceli, altı çeşit ziyafet kadar doyurucudur: Balad, gitar solosu, opera, hard rock ve sonuç… Bohemian Rhapsody, en iyi rock şarkıları arasında neşeli yaratıcılığın sınır tanımazlığının bir anıtıdır ve öyle kalacaktır.
Gimme Shelter (1969) – The Rolling Stones
1969: Manson cinayetleri, Vietnam’da kan gövdeyi götürüyor ve Nixon Beyaz Saray’a çıkıyor. Barış ve sevgi çiçekleri solmuş, yerini bir korku ve belirsizlik bulutuna bırakmıştı. The Rolling Stones’un Gimme Shelter’ı, bu kaosun sesidir. Keith Richards’ın yankılanan, bir yük treni gibi gelen gitar rifi, dönemin çaresizliğini özetler. Ancak şarkının ilk çıkış noktası olan, Merry Clayton’ın o gece yarısı stüdyoya pijamalarıyla gelip söylediği, tecavüz, cinayet sözlerinin olduğu o çığlık gibi yükselen vokali, Clayton’ın sesi o kadar güçlü bir şekilde zorlanmıştı ki, son notada neredeyse kırılıyordu.
There She Goes, My Beautiful World (2004) – Nick Cave and the Bad Seeds
“Sen pek bir ilham perisi değildin, ama ben de pek bir şair sayılmazdım.” Bu sözler bir aşk şarkısına aitmiş gibi gelmeyebilir, ama Nick Cave söz konusu olduğunda, bu tam da onun aşkı anlatma biçimidir. Onun için aşk, en karanlık çukurlardan en parlak zirvelere kadar her şeyi kapsar. Bad Seeds ile çıkardığı 13. albümünde, evli, ayık ama punk ruhundan hiçbir şey kaybetmemiş, gospel’in gücünden ilham alan yeni bir Nick Cave ile tanışırız. There She Goes, My Beautiful World onu, Larkin, Nabokov ve Johnny Thunders gibi isimleri anarak, yazar tıkanıklığı hakkında yazılmış belki de tek büyük rock şarkısını sunan, siyah takım elbiseli bir vaiz olarak sunar.
Joey Ramone daha 13 yaşındayken ve punk kelimesi dillere düşmeden yıllar önce, The Kinks ham, modern ve saldırgan bir sese sahipti. Akorlar kasıtlı olarak pürüzlü ve kusursuz bir tempodaydı. Ray Davies’in vokalleri mükemmeldi. Ama asıl büyü, o çılgın gitar tonunda gizliydi. Gitarist Dave Davies, amfisinin hoparlörünü bir jiletle parçalayarak, daha önce duyulmamış, kirli, pis, distorsiyonlu bir ses elde etti. Ve işte, bir bıçak darbesiyle, punk rock doğmuş oldu.
London Calling (1979) – The Clash
Bu şarkıyı 1980’de radyoda duyduysanız, o ilk 20 saniyenin sizi nasıl yerinize mıhladığını hatırlarsınız. Topper Headon’ın o davul girişi, asfalta çarpan bir çelik tokattan farksızdı. Baslar devreye girdiğinde, Joe Strummer’ın hikayesi başlardı. The Clash’ın şarkıları, düşük bütçeli, gösterişsiz ama bir o kadar güçlü enstrümanlardı. Gitarlar kısa, keskin vuruşlar sağlarken, spot ışığı her zaman Strummer’ın o acil ve uyarı dolu hikayesinin üzerindeydi.
Blitzkrieg Bop (1976) – The Ramones
The Ramones, sadeliğin ve verimliliğin somutlaşmış haliydi. Dört üye, dört akor. Aynı soyadı, aynı kot ceketler. Ve şarkılarının ne zaman başlayacağını her zaman bilirdiniz, çünkü Joey Ramone size “1-2-3-4!” diye sayar ya da Blitzkrieg Bop’taki gibi “Hey! Ho! Hadi gidelim!” diye bağırırdı. Onlar sahnede ulaşılmaz rock tanrıları değil, tuhaf, uyumsuz, yırtık pantolonlu sıradan insanlardı. Elbette akılda kalıcı, enerjik ve kusursuz bir pop-punk yarattılar, ama Ramones’un asıl mirası, yarattıkları demokratik ruh oldu: En iyi rock şarkıları listesine girmeye hak kazandılar.
Smells Like Teen Spirit (1991) – Nirvana
Işıklar sönüyor, daha az tehlikeli, işte buradayız, eğlendirin bizi. Kurt Cobain ünü hiç istememişti. Pasifik Kuzeybatısı’nın flanel gömlekli punk sahnesinden fırlayan Smells Like Teen Spirit’in (platin plak, eleştirmenlerce beğenilen) bu denli büyümesi onu şaşırtmıştı. İronik ve öfkeli bir nesil için ironik ve öfkeli bir marş olan bu şarkı, Pixies’den ödünç aldığı gürültü-sessizlik-gürültü dinamikleri, öfkeli ve anlaşılmaz sözler ve Dave Grohl’un funk esintili davul vuruşlarıyla eşsiz bir rock simyası yaratmıştı. Bu yapım, ana akımın kalbine saplanan, süslü püslü 80’ler rock’ına bir göndermeydi.
Voodoo Child (Slight Return) (1968) – The Jimi Hendrix Experience
Voodoo Child, Jimi Hendrix’i bir Yunan tanrısı olarak, Stratocaster’ıyla yıldırımlar fırlatırken resmeder. Ya da ateş püskürten bir rock canavarı, batik desenli bir Godzilla olarak… Kısacası, o gitarın ta kendisidir. Şarkıda, dağları kesip biçerek adalar yarattığından bahseder ve sanki bu abartılı iddianın farkındaymış gibi, güler. İşin ilginci, bu parçadaki gitar işçiliği o kadar devrimci, o kadar kışkırtıcıdır ki, bu övünmeyi fazlasıyla hak eder.
Gloria (1975) – Patti Smith
“İsa birinin günahları için öldü, ama benimkiler için değil.” Patti Smith, tüm zamanların en kendinden emin ve en havalı rock girişiyle böyle haykırır. Onun Gloria’sı aslında iki eserin birleşimidir: kendi şiiri Oath ve Van Morrison’ın masum şarkısı Gloria. Smith, Morrison’ın şarkısını alır, büker ve onu çok daha karanlık, karmaşık ve kişisel bir vizyona dönüştürür. Günahlarım bana ait, bana ait, dediğinde, bu sadece bir söz değil, erkek egemen rock dünyasında kendi söz hakkını, kendi cinselliğini, kendi günahlarını talep eden bir kadının manifestosudur. Ve ona yol açtılar.
Search and Destroy (1973) – The Stooges
Bu şiddet dolu, uğursuz şarkının punk’ın doğuşundaki rolünü biliyor olabilirsiniz. Ama bilmediğiniz şey, David Bowie’nin (yapımcı olarak) bunda oynadığı kilit roldür. Bowie, Iggy Pop’un vokallerini ve James Williamson’ın çılgın gitarını öne çıkarmak için ritim bölümünün sesini kıstırarak, Sex Pistols’tan White Stripes’a kadar sayısız gruba ilham verecek bir şablon yarattı. Sonuç, acil, saldırgan ve ham ruha sahip bir şarkı oldu. Iggy’nin aşk ve savaş hakkındaki sözleri, aldatıcı bir şekilde basit ama umutsuzlukla doluydu. Ve bu eser en iyi rock şarkılarından biri olmasına yetti.
Let’s Go Crazy (1984) – Prince & the Revolution
Mor renkli asansörler, kilise orgları, ateşli gitar soloları ve rock tarihinin en iyi methiyesi… Prince’in bu parti (ve din) şarkısı, Purple Rain albümünü ve filmini muhteşem bir şekilde açar. Synthesizer’lar, davul makinesi ve gitarın muhteşem karışımı, Prince’in zekice kelime oyunları (“Dr. Everything’ll-be-alright / her şeyi yanlış yapacak”) ve diğer herkesi gölgede bırakan o ulumayla birleşir. Bugün, dünyevi hayatın sonunun geldiğine dair o sözler, onun aramızdan ayrılışıyla birlikte yeni bir anlam kazandı. Ama bu şarkı, onun mirasının sonsuza kadar yaşayacağının bir kanıtı.
Little Richard, gospel, blues ve sınır tanımayan bir tavrın benzersiz karışımıyla 1950’lerin muhafazakar Amerikan pop sahnesine bir kasırga gibi daldı. Kendini rock’n’roll’un kralı ve kraliçesi olarak ilan eden Richard, piyanoyu parçalayacakmış gibi çalıyor, hayatı buna bağlıymış gibi çığlık atıyordu. İlk hiti Tutti Frutti’nin sözleri radyo için temizlense de, şarkının canlı ruhu asla sönmedi ve “A-wop-bop-a-loo-bop-a-lop-bam-boom!” ulusal bir rock’n’roll narası haline geldi. O, cinsiyet normlarını ve cinselliği ana akım sahnenin ortasına korkusuzca taşıyan ilk isimlerdendi.
A Day in the Life (1967) – The Beatles
The Beatles’ın Sgt. Pepper albümünü kapatan bu parça, John Lennon ve Paul McCartney’nin zihninden çıkmış, çağlar boyunca yankılanacak bir şaheserdir. John’un karanlık, gazete manşetlerinden ilham alan bölümlerinin (“Bugün haberleri okudum, oh tanrım”) ardından, Paul sanki alternatif bir evrenden çıkagelir ve sıradan bir sabah rutininden bahseder. Şarkı, McCartney’nin 40 kişilik bir orkestrayı, en düşük notadan en yükseğe doğru çılgınca çalmaları için yönlendirdiği o muhteşem kakofoni ile sona erer ve üç ayrı piyanoda aynı anda çalınan tek, uzun bir akorla son bulur. Sonuç? Bu yapım en iyi rock şarkıları arasında yerini alır.