Yıl, 1995… Puslu ve gri bir Louisiana gününde ıssız bir tarlanın ortasında bir kadın cesedi bulunur. Olay mahalline intikal eden dedektifler bunun devam etmekte olan bir ritüelin parçası olduğunu iki dakikada anlarlar, geriye çözecek tek bir soru kalmıştır: “KATİL KİMDİR?”
Evet, az önce neredeyse her polisiye/drama dizisinin çıkış noktası olan bir kuple okudunuz. ’67 yapımı In The Heat of The Night filmiyle başlayan buddy cop janrına bir ek daha, ne güzel değil mi?
Hayır değil, çünkü True Detective öyle bir dizi değil. Var olmuş her türlü polisiye klişesini yok eden tavrı, mükemmel karakterleri ve varoluşçu/ampirik duruşuyla HBO’nun bir kez daha TV tarihindeki ender güzelliklerden birine imza attığını söyleyebiliriz.
Peki neden koşa koşa True Detective izlemeli? Hah işte ona bi bakalım.
Yukarıdaki görselden uslanmayanlar için bir kez de yazıyla söyleyelim: SPOILER EZELDEN…
Çünkü Amerikan buddy cop ikililerini yıkan iki karakteri var
Başrollerde taban tabana zıt iki karakter. Rustin Cohle (Matthew McConaughey AKA alabildiğine güneyli aksanı bebeğim) yalnız, nihilist, kural tanımaz, dik başlı, alabildiğine ukala, anti-sosyal, var olan her normatife karşı biri iken ortağı Martin Hart (Woody Harrelson AKA Natural Born Killer) -Marty- ise Amerikan banliyösünün adeta bir bayrak taşıyıcısı gibi. Evli, iki güzel kız çocuğu babası ve taş gibi bir karısı var ve hani neredeyse karısının azla yetindiğini düşüneceğimiz kadar taş bir abla bu. Neyse efendim otorite kuzusu, sözde etik değerlere gönülden bağlı bu Marty’nin dizide ilk başta sadece bizim bildiğimiz sonra cümle alemin öğrendiği bir sırrı var. Genç kızlara olan düşkünlüğü… Basit bir düşkünlük de değil, baya baya zina yapıyor abimiz. Zaten bu noktada dizi haleflerinden ayrılıyor ya. Açıkça aile değerlerine daha uzak olan Rust’ı aile babası Marty yoluyla dize getirmeye falan çalışmıyor. Çoğu Amerikan buddy cop filminde olduğu gibi aile reyizi polis, yalnız polisi düzenli akşam yemeğine, eşe ve çocuğa özendirmiyor. Rust’ı Amerikan banliyö maymunu değerlerinden yoksun olduğu için anti-hero haline de getirmiyor.
Çünkü karakter evrimini açıkça gözlemleyebileceğimiz bir kurgusu var
1995’te Rust ile Marty’nin olağanüstü çabaları sonucu çözüme kavuşan seri cinayetlerin 2012’de tekrar vuku bulması diziyi bir zaman ayrımına sokuyor ve flash-forwardlarla bir 1995’e, bir 2002’ye, oradan 2012’ye gidip geliyoruz. Bu süre içerisinde de gözümüze gözümüze çarpan tek şey Rust ve Marty’nin ne kadar evrildikleri.
Kızını bir trafik kazasında kaybettikten sonra evliliğini de kaybeden Rust’ı 1995 yılında hayata tutunmaya çalışan biri olarak görüyoruz. Uzun yıllar yaptığı undercover görevi onu yıpratmış, uyuşturucu bağımlısı bu alter kişiliği bir kenara asmış ve insanlarla ilişkisini minimumda tutarak, kendisini davasına adayarak hayatta kalmaya çalışıyor. Bu dava onun her şeyi adeta. Bunun iki sebebi var; ilki bu işte çok iyi olması, ikincisi eğer bu dava olmazsa intiharına kesin gözüyle bakması.
Marty ise bir yandan genç kızlarla maceradan maceraya koşarken diğer yandan da mutlu olduğunu sandığı aile hayatını sürdürmeye devam ediyor, bu süreçte çocuklarını ne kadar ihmal ettiğinden ise tamamen bihaber.
Zamanın ve yaşananların bu ikiliye iyi davranmadığı açık. 2012’nin Rust’ı işinden istifa etmiş, bastırmaya çalıştığı bütün sorunlarını salmış ve full time bir alkolik olarak, ama hala davasına takıntılı bir şekilde hayatını sürdürmekte. Marty ise şehvetinin bedelini ailesiyle ödemiş, istifa etmiş, çocuklarının ihmalinin sonuçlarını çeken, yalnız, emeklilik kazancıyla özel dedektiflikten hallice bir müessese kurmuş, ortalığın baldızını bulduzunu arıyor.
Çünkü çok gerçekçi bir olay çözüm aşamasına sahip
Şimdi bu noktada sizi çok da uzak olmayan bir geçmişe, CSI serisiyle başlayan kriminal laboratuvar fetişine götürelim. O laboratuvarda her cinayet 45 dakikada çözülür ki bir sonraki bölüme yeni cinayet vaadi verilebilsin. Bakmayın öyle şimdi, CSI canımız ciğerimiz ama bu ne kadar gerçekçi, yani her bölüme bir cinayet, süreci ne kadar görüyoruz, orası belli değil. True Detective ise şipşak cinayet çözme becerisi olan karakterler pazarlamak yerine bu işin ne kadar zor bir iş olabileceğini, bu işi yaparken insanoğlunun kendi pisliğinde ne kadar derine batabileceğini ve topluma “sözde kahraman” olarak lanse edilen dedektiflerin de aslında “iyi” taraf olmayabileceğini cesurca önümüze koyuyor.
Çünkü dizide sembolizmin allahı var
Amerika’nın en ünlü korku yazarlarından H.P. Lovecraft’in eserlerine selam çakan gotik seri katil betimlemeleri, bira tenekelerinden yapılan fail çağrışımları… 2012 sekanslarında Rust soruşturmayı aydınlatmak adına dedektifler tarafından sorguya çekilirken dizide seri katil olarak lanse edilen Yellow King’i es geçmemize sebep olacak bir ipucu verir. Onun yorgun ellerince şekil verilmiş beş teneke adam, Five Horsemen teorisini ortaya atar. Tüm bu olayların başlangıcı olan Dora Lange isimli kurbanın evinde bulunan Ku Klux Klan stayla kukuleta takmış beş kişinin fotoğrafı da bu teoriyi destekler niteliktedir. Yellow King ise ünlü korku yazarı Robert W. Chambers’ın The King in Yellow’undan başkası değil. Bulmaca gibi dizi valla.
Çünkü hikâyenin temeli Dante’den başlayıp Descartes’a kadar gidiyor
Temelini Descartes felsefesinden alan dizi iyi – kötü çatışmasına alabildiğine ağırlık vererek kalan her şeye bakış açınızı değiştiriyor. Zira sadece suç çözme tatmininden ve vekaleten sevdiklerinize karşı hatalarınızı affettirdiğinizde bağışlandığınız yanılsamasından öte bir şeyler var bu kurguda. Dante’nin Araf’ındaki (dön bak: İlahi Komedya) tövbe etmiş günahkarlar gibi, yapılması gereken belli fedakarlıklar olduğunun farkında olan ve kendi hayatlarının Araf’ını yaşayan iki dedektif onlar. 45 dakikada cinayet faili yakalayan robotlar değiller, bir davayı çözmek için aile-rahat hayat-kariyer konformist üçgeninin içinden çıkmaya hazırlar. Değişen olaylar değil, değişen karakterler, dizinin organik yapısına da tamamen uygun ve bu bakımdan karakter evriminin de tillahı gelse True Detective’in eline su dökemez diyebiliriz.
Çünkü dizilerde sıkça karşılaşmadığımız kamera teknikleri var
Dizinin 4. bölümü olan Who Goes There’de Rust’ın alter egosu Crash’i oyuna tekrar sürdüğünü görüyoruz. Kırmızı sandığını açıyor, içinden eski motosiklet ceketini ve bir şişe Jameson viskiyi çıkarıyor. Bu da onun için bir dönüm noktası, kendini alabildiğine bastıran Rust’ı bu bölümde bütün gece kokain çekip kötü polisçilik oynarken izliyoruz. Hele bir bakın! Sanki kameraman kokain çekmişcesine kaotik bir aksiyonun canlandırıldığı sahne o kadar iyi kurgulanmış ki, neredeyse Children of Men filmindeki kamera atraksiyonları gibi. Bu sahne direksiyon başı döndürülen felsefelere de bol hareketli bir sünger çekti, diziyi acayip bir noktaya sürükledi. Arka planda çalan Wu Tang – Clan In Da Front ise cabası.
Çünkü katil kim sorusu bu dizide önemli değil
Anlamamız gereken tek şey, bu itkilere sahip olan bir bünyenin dünyada ne ilk ne de son olduğu. Öyle ki bu kişinin yakalanması bile aslında bir zafer teşkil etmeyebilir. En nihayetinde dizide de sürekli altı çizildiği gibi, bu zamanın başlangıcından beri anlatılan bir hikâye. İyi ve kötünün hikayesi. Yine ekstra gerçekçi olarak hangi tarafın kazandığını, tabii ki bilmiyoruz. Orta karar her TV şovunun kanlı, yaratıcı suç mahalline verdiği öneme kıyasla şeytanlarıyla yüzleşen karakterlerin psikolojilerine ağırlık verilmesi True Detective’i “gerçek” yapan başka bir etken. Say say bitmiyor.
Çünkü Alan Moore’un çizgi romanlarından etkilendiğine açık kanıtlar var
Yazının başından beri cırlayıp durduğumuz Descartes esintili iyi kötü çatışmasını kullanan bir diğer eser ise Alan Moore’un az bilinen çizgi romanı Top 10. True Detective’in bizzat son bölümünün son replikleri, bu çizgi romanla aynı. Yaa. Yaa. Ortaçağ epik şiiriyle (İlahi Komedya) modern distopyayı birleştiren bir dizi buldunuz, tepe tepe izleyin.
Çünkü Louisiana, tarlaları güzel olduğu için seçilen bir yer değil
H.P. Lovecraft’in eserlerinde sıkça işlediği Louisiana vudu tarikatları ve yarattığı Cthulhu isimli karakterin True Detective’deki Yellow King ile benzerliği dizinin yaratıcılarının Lovecraft’e çaktığı bir selam gibi. Ambrose Bierce’ın “An Inhabitant of Carcosa” isimli kısa hikayesinde betimlenen yer ise True Detective’de işlenen, ölüm-ötesi bir yer olan Carcosa’dan başkası değil. Şüphesiz ki Louisiana şansa seçilmiş bir yer değil. Vudu ve Afro kaynaklı büyücülük geçmişleri, eyalette cidden bu temada düzenlenen festivaller, zombifikasyon… Suç işleyecekseniz, Louisiana’yı seçin.
Çünkü Matthew McConaughey’nin über oyunculuğu
Bir sahnede üç paket sigara, altı teneke bira bitirmek kolay iş değil.
Çünkü country sevmeyen adamı bile Johnny Cash aşığı eden jingle’ı
Cıngıl güzel, hikâye güzel, daha ne olsun?