2017 yapımı bir psikolojik korku-gerilim olan The Killing of a Sacred Deer, Efthymis Filippou’nun yazdığı ve Yorgos Lanthimos’un yönettiği bir uzun metrajlı sanat filmidir. Önemli rollerinde Colin Farrell, Nicole Kidman, Barry Keoghan, Raffey Cassidy, Sunny Suljic, Alicia Silverstone ve Bill Camp bulunan film; Cannes’da Altın Palmiye adaylığına layık görülmüş, ayrıca En İyi Senaryo dalında Cannes’dan ödülle ayrılmıştır. Katalonya’nın ünlü film festivali Sitges’ten ise José Luis Guarner Eleştirmenler Ödülü ile ayrılan Kutsal Geyiğin Ölümü yaklaşık 7 milyon dolarlık bir gişe performansına sahiptir.
Bu yıl iki mükemmel ve şaşılası derecede birbirinden farklı performans sergileyen 25 yaşındaki İrlandalı Barry Keoghan, kendisinden on yıl daha genç bir karakteri canlandırdığı The Killing of a Sacred Deer filminde; babası bir kalp ameliyatı geçirirken ölen, yalnız ama sıra dışı bir şekilde kendine güvenen bir çocuğu canlandırıyor. Ancak Keoghan’ın canlandırdığı karakter olan Martin, adalet kavramına karşı alışılmadık bir takıntıya sahip olduğu için üzüntüden çok etkilenmeyen bir gençtir. Yavaş yavaş keşfediyoruz ki bu takıntı Martin’in babasının hayatını kurtarmayı başaramayan başarılı kardiyolog Stephen’la (gösterişli, inanılmaz sakallı Colin Farrell) tuhaf arkadaşlığında farklı sulara yelken açmasına neden olan bir unsur olmaya başlıyor.
The Killing of a Sacred Deer, aynı anda birbirinden başka duygularla izlenebilen türden bir film: büyülenme ve filmi bırakıp gitme arzusu…
Lanthimos, filme açık bir kalp ameliyatı sırasındaki çekimle başlar ve oradan başlayarak işler sarpa sarar: yüksek açılı kamera çalışması; tanıdık ortamlardan ve duygulardan uzaklaşan, sanki başka bir dünyaya ve yer çekimine aitmiş gibi yavaşlayan hareketler. Filmin geri kalanı da çok şeyle dolu… En aleni eylemler ya da en masum cümleler bile anlaşılmaz bir huzursuzlukla yüklüdür. Steven ve meslektaşı Matthew (Bill Camp) bir koridorda yürürken, kamera onlara bakar ve hafif bir alay havasıyla yumuşak bir şekilde geri çekilir.
16 yaşındaki Martin’in babasının ameliyat masasında zamansız ölümünden sonra, onunla saygın kalp ve göğüs cerrahı Dr. Steven Murphy arasında yavaş yavaş derin ve empatik bir bağ oluşmaya başlar. İlk başta, pahalı hediyeler ve ardından bir akşam yemeği daveti ile; öksüz genç, Dr. Steven’ın alışılmadık ölçüde mükemmel ailesinin onayını kazanacak, ancak en başından beri belirsiz ama sinir bozucu bir duygu Martin’in dürüst niyetini gölgede bırakacaktır. Ergen bir çocukla kırklı yaşlardaki bir adam arasındaki, hem hipokrat yeminini hem de aile bağlarını zorlayan bu iletişim biçimi; oldukça tuhaf ve mitolojik bir temaya sürüklenecektir. Beklenmedik bir şekilde, doktorun ailesi şiddetli ve acımasız biçimde cezalandırılırken, aynı zamanda bu hikayede masumların da acı çekmesinin gerektiği düşünüldüğü için masum görünen her şey dağılmaya başlayacaktır. Bir kişinin günahları tüm aileye yük olurken, yalnızca saf bir fedakarlık talep eden dayanılmaz bir karar ruhu arındırıp aileyi kurtarabilir. Ama arınmak için önce günahı kabul etmek gerekecek.
Filmin son sahnesi izleyiciye nispeten geleneksel gelebilir çünkü Lanthimos, önceki iki filminde kaçınsa da The Killing of a Sacred Deer bir sona sahiptir
The Killing of a Sacred Deer’ın senaryosunun kökleri; filmde tek bir kısacık sözde bahsi geçen, bir Yunan efsanesi olan Iphigenia’nın hikayesinde yatmaktadır.
Iphigenia, Yunan mitolojisinde Agamemnon ve Clytemnestra’nın kızıdır. Iphigenia’nın hikayesi, babası Kral Agamemnon ve annesi Sparta’nın eski kralı Tyndareus’un kızı Klytemnestra olduğu için kraliyet ailesinde doğduğu Miken’de başlar. Iphigenia’nın Orestes, Electra ve Chrysothemis gibi birçok kardeşi vardır. Truva Savaşı sırasında Yunan ordusu Truva’ya yelken açmaya hazırlanırken Agamemnon, kutsal bir geyiği öldürdüğü için tanrıça Artemis’in öfkesine neden olmuştur. Artemis, böylece tüm rüzgarları durdurmaya karar verir ve gemiler artık yelken açamaz. Kahin Calchas sorunun ne olduğunu anlar ve Tanrıça Artemis’i yatıştırmak için Iphigenia’yı ona kurban etmesi gerektiğini Agamemnon’a bildirir.
Hikâyenin bu aşamasında, Agamemnon’un kızını kurban etme fikrine sahip olup olmadığı, artık üzerinde çalıştığınız antik kaynağın yorumuna bağlıdır. Bazıları Agamemnon’un Iphigenia’yı kurban etmek yerine tüm seferi iptal etmeye hazır olduğunu söylerken, diğerleri Miken Kralı’nın Akhaların komutanı olarak bunu bir görev olarak gördüğünü belirtir. Biz en yaygın rivayeti esas alacağız.
İlk başta buna isteksiz olan Agamemnon, sonunda kabul etmek zorunda kalır. Kızına ve karısına, onlar gitmeden önce Iphigenia’nın Akhilleus ile evleneceğini söyleyerek yalan söyler. Anne ve kızı, korkunç gerçekle yüzleşmek için mutlu bir şekilde Aulis limanına giderler. Aşil, adının bir yalanda kullanıldığından habersiz biçimde kurban oluşu engellemeye çalışır ama Iphigenia, onuruna layık olacak bir biçimde ve kendi iradesiyle yaşamına son vermeye karar verir.
İnsan kurban etme fikri bugün oldukça nahoş bir fikir olduğu kadar, antik çağda da pek yaygın bir fikir değildi, ancak tabii ki meydana geldiği örnekler olmuştur. Bu nedenle, Iphigenia’nın hikayesinin biteceği düşünülebilir; ancak rivayetlere göre Agamemnon’un kızı aslında kurban edilmemiştir. Kurban oluş anında Tanrıça Artemis’in Iphigenia’yı bir geyiğin yerine koyması, ancak tek tanık olan Calchas’ın da buna sessiz kalması rivayetlerin en güçlüsüdür. Iphigenia daha sonra Artemis tarafından tanrıçanın rahibesi olduğu Tauris şehrine getirilir. Yunan gemilerini demirli tutan kötü rüzgarlar aniden diner ve toplanan gemiler artık Truva’ya gitmekte özgür kalırlar. Iphigenia’nın kurban edilmesi ya da kurban edildiğine inanılması, Agamemnon için ölümcül sonuçlar doğuracaktır. Truva’da uzun yıllar savaştıktan sonra, muzaffer olan Agamemnon Miken’e döner; ancak onun yokluğunda, eşi Clytemnestra kendisine yeni bir sevgili edinir, bu kişi Agamemnon’un kuzeni Aegisthus’tur. Agamemnon başlangıçta evde hoş karşılanmış gibi görünür, ancak banyo yaptığı savunmasız bir anda; Clytemnestra onu bir ağ ile bağlar ve ardından muhtemelen Aegisthus’un yardımıyla bıçaklayarak öldürür. Bu cinayetin sebeplerinden biri de Iphigenia’nın kurban edilmesidir.
Iphigenia’nın kurban edilmediği hikayelerde Artemis’in genç kızı Tauris’e ya da Taurica’ya, yani günümüz Kırım’ına götürdüğü söylenir. Orada Iphigenia, Artemis Tapınağı’na bir rahibe olarak yerleştirilir. Yıllar sonra, Iphigenia’nın erkek kardeşi Orestes babasının intikamını alarak, annesi ve sevgilisi Aegisthus’u öldürür, ardından annesini katletmek gibi büyük bir suça imza attığı için Erinyeler tarafından avlanır. Daha sonra Tauris’e gitmesi, Artemis’in oymalı ahşap görüntüsünü alması ve Atina’ya geri getirmesi tavsiye edilir. Arkadaşı Pylades ile birlikte gittiği Tauris’te yerliler tarafından esir alınırlar ve Iphigenia’nın önüne getirilirler. İki kardeş başlangıçta birbirlerini tanımasalar da sonunda gerçeği anlayıp şehirden kaçmayı başarırlar. Daha sonra Iphigenia’nın Artemis’e tapınağında bir rahibe olarak hizmet etmeye devam edeceği Yunanistan’a geri dönerler.
The Killing of a Sacred Deer, bazen bir tür sapkın soyutlama yoluyla da olsa adalet ve sonuçlar fikriyle ilgilenir
Başlık, filmin merkezi olan dramatik çıkmaza atıf yapan bir metafordur (Lanthimos, aynı ikilemin gerçek bir versiyonuna tanık olmanın dayanılmaz olacağını anladığımızdan emin olmak için elinden geleni yapar). Başta sessiz olan filmin kahramanını akla ve vicdana sığmaz bir seçim yapmak zorunda kalana kadar sürükleyen bu film; kendisini karanlık bir psikolojik korku-gerilim filmi olarak sunuyor, ancak bizi yapabileceğimizden çok daha sinsi bir yere götürüyor.
Filmin yapımı saf Kubrick sinemasıdır: Panoramik tablolar, uzaktan görülen insanlar veya ışıkla gölge arasındaki denge, Koridorların uzun Steadicam çekimleri, timpani vuruşlarıyla akan film müziği… Hepsi karanlık bir temanın özelden bütüne ögeleridir. Karakterler film boyunca delirmenin eşiğine geldiklerinde bile eşleri ya da daha önce hiç tanışmadıkları biri olup olmadıkları fark etmeksizin, son derece sakin ve klinik bir samimiyetle konuşurlar. Ayrıca, Stephen’la evli bir göz doktoru olan Anna rolündeki sert performansı, Kubrick’in son filmi Eyes Wide Shut’taki kariyerinin en iyi oyunculuğunu hatırlatan Nicole Kidman’ın da filmde önemli bir varlığı var. Hem o film hem de bu film, evliliğin en özel köşelerini araştırmak için Kidman’ın iç gözlem yeteneğini kullanır.
Film akışı da aynı şekilde, Kubrick’in The Shining’inı andırıyor. Oteli hastane ile değiştiriyor ve yavaşça, düşük seviyelerde komplikasyonları sinsi sinsi ilerleten, karakterleri tek tek takip eden ve avlarının üzerindeki yırtıcılar gibi birbirlerinin üzerlerine saldırmaya hazır hâle getiren bu tarz bizlere Kubrick sinemasından tanıdık geliyor. Thimios Bakatakis’in sinematografisinin de güçlü görüntülerle vahşetteki güzellikten en iyi şekilde yararlandığını ve bu duyguyu bizlere sunmakta büyük rol oynadığını söylemekte fayda var.
Lanthimos, hikayenin bizi nereye götüreceğini bilmediğimiz gerçeğinden yararlanıyor ve bir dizi zorlu olay örgüsü ile sürprizlerini katmanlar halinde gözler önüne seriyor
Yorgos Lanthimos’un daha önce aday gösterilen filmleri Dogtooth ve The Lobster (bir başka harika Farrell performansına sahipti), sırasıyla çocuk yetiştirme ve çiftleşme fikirlerini acımasız bir sürrealizmle irdelediler. Kutsal Geyiğin Ölümü ise, ilk saati için gizem açısından nispeten zengin bir film… The Lobster’da olduğu gibi (bekar insanların belirli bir süre içinde evlenmeleri veya kendi seçtikleri bir hayvana dönüşmeleri gerektiğini öne süren) merkezindeki saçma önerme asla açıklanmaz veya sorgulanmaz. Fazla spesifik olmak istemesem de buradaki esrarengiz unsur, Anna ve Martin’in çocukları 12 yaşındaki Bob (Sunny Suljic) ve 14 yaşındaki Kim’i (Raffey Cassidy) etkileyen gizemli bir hastalıktır. İkisi de Kidman ya da Farrell’a benzemese de iki genç oyuncu gerçekten kardeş gibi görünüyorlar ve bu filmdeki diğer tüm insan etkileşimleri kadar doğal olmayan bir stoacılıkla talihsizliklerine katlanıyorlar.
Ve bir gün Bob yataktan çıkamaz. Bacakları felçli kalır ve Steven’ın çalıştığı aynı hastaneye acilen götürülmesi gerekir. Steven’ın meslektaşları şaşkına döner, ancak Martin durumun ne olduğunun farkındadır, geleceğini bildiği o kritik an gelmiştir. Karma doktoru yakalamıştır ve yapılması gerekeni zamanında yapmadığı için şimdi masum bir insanın acı çekmesi gerektiği fikri zihnine saplanıp kalır. Ancak bu oyunlardan farklı olarak Lanthimos, hikayenin bizi nereye götüreceğini bilmediğimiz gerçeğinden yararlanıyor ve bir dizi zorlu olay örgüsü ile sürprizlerini katmanlar halinde gözler önüne seriyor. Yönetmen, oyuncu kadrosuna karakterlerin gerçekte ne hissettiğini nadiren aktaran, ancak bunun yerine bizi satır aralarını okumaya zorlayan, sıradan, monoton görünen küçük bir konuşma biçimine varan satırlar sağladığından, performanslar bile bu filmde yanıltıcı olabilir.
Bedeli neredeyse ödenemeyecek kadar fazladır: Steven, aile üyelerinden birini feda etmeyi kabul etmelidir. Neden bunu yapmaya zorlandığını anlamadan önce öğrendiğimiz gerçek, Steven’ın içinde bulunduğu duruma empati getirmekle kalmaz, aynı zamanda onu kurban olarak görmemize de neden olur. Ama bu o kadar basit değildir ve basit bir bakış açısı değişikliği konu üzerine fikirlerimizi kökten değiştirir. Aslında, Steven en kötü insan türüdür: bir korkak, geçmişteki eylemlerinin sorumluluğunu almayı reddeder, tıpkı şimdi kendisinden istenen kararı vermeyi reddettiği gibi.