Ana sayfa » Tarih » Tarihin En Kötü Kaynanası: Kıskançlığı Nedeniyle Oğlunun Hamile Eşini Öldürten Elizabeth Duncan
Tarihin En Kötü Kaynanası: Kıskançlığı Nedeniyle Oğlunun Hamile Eşini Öldürten Elizabeth Duncan
Santa Barbara'nın sakin, güneşli sokaklarında genç ve hamile bir hemşire olan Olga Kupczyk'in hayatı, trajik bir şekilde son buldu. Bu olay sıra dışı bir kaynana kıskançlığının gerilim dolu öyküsü…
Bir kaynananın gelinini pek sevmediğine dair hikâyeler duyduk, bazen tatlı rekabet, bazen pasif-agresif yorumlar, bazen de “oğluma iyi bakamıyorsun” tripleri… Ama 1958 yılında Santa Barbara’da yaşanan bu hikâye, tüm kaynana-gelin çekişmelerinin zirvesi. Öyle ki, bugün biri anlatmaya kalksa, “Bu senaryo çok abartılı, kim inanır?” denir. Ancak bu olay, ne Netflix yapımı bir psikolojik gerilim ne de kara mizah dizisi. Bu, gerçek bir cinayet dosyası. Başrolde ise oğluna hastalık derecesinde bağlı bir anne olan Elizabeth Ann Duncan var. Ve onun hedefi, genç, hamile hemşire Olga Kupczyk’ı yok etmek… Tarihinin belki de en rahatsız edici aile dramına yakından bakalım.
1958 yılında Santa Barbara’da sakin bir sabah, 30’lu yaşlarında hamile bir hemşire ortadan kayboldu
Olga Kupczyk… Ne telefonu, ne çantası, ne de cüzdanı yanındadır. Evinde bebeği için özenle katlanmış minik kıyafetler dururken, onun izine rastlanmaz. Bu kayboluş haberi dönemin gazetelerini çalkalarken, Ventura’da yaşayan 10 yaşındaki meraklı bir kız, Deborah Holt Larkin, babasının heyecanlı telefon konuşmalarını dinler. Babası bir gazetecidir ve olayın içine hızla çekilir. Kız o günleri yıllar sonra unutamayacağını söyleyecektir. Çünkü kısa süre içinde, Olga’nın kaderi ortaya çıkar: Kaçırılmış, dövülmüş, boğulmuş ve sığ bir mezara gömülmüştür. Bu dehşet, sıradan bir kayıp vakası değil, planlı, soğukkanlı ve nefes kesen derecede kıskançlık dolu bir cinayettir. Ve tüm izler, hemşirenin kayınvalidesine uzanır.
Elizabeth Ann Duncan’ın hikâyesi neredeyse gotik bir gerilim romanı kadar karmaşık
Kendisi, hayatı boyunca evliliklerle, ayrılıklarla, dolandırıcılıklarla ve manipülasyonlarla dolu bir geçmiş taşır. On bir kez evlenmiş, kimi zaman sahte isimlerle yaşamış, kimi zaman para için evlilik oyunları kurmuştur. Ve tek gerçek bağlılığı oğlu Frank’dır. Frank, genç ve idealist bir avukattır. Bir gün hastanede tanıştığı Olga’ya aşık olur. Ne var ki bu aşk, annesini adeta alev topuna çevirir. Her şeye rağmen Frank evlenir, üstüne bir de bebek haberi gelir. Elizabeth’in dünyası yıkılır. “Oğlum elden gidiyor!” paniği, zamanla paranoyaya, paranoya ise cinayet planlarına dönüşür. Önce Olga’yı korkutmaya çalışır, sonra evliliği iptal ettirmek için taktikler dener. Ama sonuç alamayınca en karanlık seçeneği seçer: Gelinini öldürtmek.
Elizabeth Duncan, oğlunun mutluluğunu (!) korumak adına iki adam buldu: Luis Moya ve Augustine Baldonado
İkisi de suç dosyası kabarık kişilerdir ama cinayet konusunda acemi. Anlaşma yapılır: 6.000 dolar karşılığında Olga ortadan kaybolacaktır. 17 Kasım gecesi, Frank’in yardıma ihtiyacı olduğu yalanıyla Olga evinden çıkarılır. Aşağıda bekleyen arabaya zorla bindirilir. Planda Olga’yı Meksika’ya götürmek vardır, ama arabaları problem çıkarır. Panik başlar. İçlerinden biri tabancayla Olga’yı bayıltmaya çalışırken silah kırılır. Korkunç bir boğuşma yaşanır, Olga direnir. Sonunda darp, boğma ve sığ mezar… Sabahın gri ışığında, trajedi tamamlanır. Ama kriminal zeka eksikliği zirve yapmıştır. Cinayet gizlenemez, ipuçları dökülür, ilişkiler aşikâr olur. Ve üstelik Elizabeth söz verdiği parayı bile ödemez! Cinayet parodisi gibi ama en acımasız gerçeklerden biri…
Olga’nın kaybolma haberi yayılırken polis adım adım doğru kişilerle temas etmeye başladı. Çünkü Elizabeth, geride birçok ipucu bırakmıştı
Onu restoranlarda cinayet planlarken görenler vardır. Hatta daha önce başka insanlardan Olga’yı asitle yakmasını, kloroformla bayıltmasını, dağa bırakmasını bile istemiştir. Bir garson, bir ev arkadaşı, kısa süreli tanıdıklar… Herkes kadının tehditlerini duymuştur ama kimse polise gitmemiştir. Ta ki Olga ortadan kaybolana kadar. Baldonado tutuklanınca dayanamayıp mezarı gösterir. Moya bir vaize itiraf eder. Elizabeth tutuklandığında masum pozuna bürünür, “Bana şantaj yapıyorlar” der ama kimse inanmaz. Oğul Frank ise annesinin yanında durur, her adımda onu savunur. Bu nokta bile hikâyenin ne kadar psikolojik olarak çarpık olduğunu gösteriyor…
Dava o dönem için bile şaşırtıcı derecede hızlı ilerliyordu. Savcı, jüriyi daha dinlemeden Elizabeth’e ölüm cezası verdi
Savunma itiraz eder, ama sonuç değişmez. İtiraflar, tanıklar, izler, her şey Elizabeth’i gösteriyordu. 1962’de karar uygulanır: Elizabeth Duncan ve iki adam gaz odasına gönderilir. Kaliforniya’da idam edilen son kadın Elizabeth olur. Baldonado bir mezarlığa gömülür, Moya cesedini bir tıp fakültesine bağışlar. Elizabeth’in mezarıysa bilinmezliğe karışır. Belki isimsiz bir gömüt, belki başka bir şehirde sessiz bir toprak parçası. Ama hikâyesi hala, en çarpıcı kötü kaynana vakası olarak kabul ediliyor. Bu olay bugün hala konuşuluyor çünkü gerçek, kurguya taş çıkartan bir korku filmi gibiydi diyebiliriz…