Yoğun çalışma temposundan çoğumuz durmadan şikayet ediyor. Kendimize vakit ayıramamaktan yakınıyoruz veya çalışma saatlerinin fazlalığından dem vuruyoruz. Kimi zaman işlerimizi bitirdikten sonra kendimize vakit ayırsak bile yorgunluğumuzun dinmediğini hissediyoruz.
David Cain’in de makalesinden alıntılarla, bizlere günde en az 8 saat çalışmayı dikte eden sistemin tarihçesini ve olası yorgunluk sebeplerimizi gözlemleyebileceğimiz bir fikir tüneline doğru yol alıyoruz…
Hayat boyu çabalayıp duruyoruz. Gelişim ve değişimler varoluşumuzun bir parçası… Peki yoğun hayat koşuşturmacasında kendimizi ne kadar dinliyoruz? Ne için koştuğumuzun veya nereye koştuğumuzun farkında mıyız?
Günde 8 saat mesai fikri, 19. yüzyılda Sanayi Devrimi sırasında Britanya’da ortaya çıktı. Sebebi ise günde 16 saat çalıştırılan işçilere rahat bir nefes aldırmaktı.
Teknolojiler geliştikçe tüm sektörlerdeki işçiler daha kısa zamanlarda daha çok değer üretebilmeye başladı. İlk bakışta bunun daha kısa iş günlerine yol açtığını düşünebilirsiniz.
Ne var ki özellikle büyük şirketler için 8 saat çalışma süresinin çok kârlı olmasının sebebi, sekiz saatte yapılan iş miktarı değil(ortalama bir ofis çalışanı üç saatten az bir zamanda yapabileceği işler için sekiz saat çalışıyor). Satın almaktan mutluluk duyan kitleleri yaratıyor olması.
Nasıl mı? İnsan denen canlı öncelikle konforuna düşkündür. Boş zamanı kısa tutmak, insanların konfor, haz ve diğer rahatlamalar için daha fazla ödeme yapması anlamına geliyor.
Hal böyle olunca, Bu durum insanların televizyonu ve reklamlarını izlemeye devam etmelerini garanti ediyor. İş dışındaki azimlerini kaybetmelerini sağlıyor.
Biraz daha açacak olursak konuyu; Bizler yorgun, keyif almaya aç, konfor ve eğlence için para vermeye istekli ve en önemlisi sahip olmadığımız şeyleri istemeye devamlı istemeye meyilli bireyler haline getiriliyoruz.
Durmadan tüketiyoruz. Hep bir şeyler satın almak istiyoruz, çünkü daima bir şeyler eksik gibi geliyor.
Ekonomiler, keyif ve bağımlılık üzerine dikkatle tasarlanarak inşa ediliyor. Yani; Neşelenmek için, kendimizi ödüllendirmek için, sorunlarımızı çözmek için, konumumuzu yükseltmek için ve can sıkıntısından kurtulmak için paralar harcıyoruz.
Araştırmalara göre ekonomilerin “sağlıklı” kalabilmesinin yolu, insanların sağlıksız yaşantılarıyla doğru orantılı yürüdüğü bir sistemden geçiyor.
8 saatlik çalışma kültürü, insanları her sorunun çözümünün satın almaktan geçtiğine inanacağı bir tatminsizlik seviyesinde tutuyor.
İnsanların paraya olan yaklaşımı, ‘Parkinson Yasası’ ile bağdaştırılıyor. Parkinson Yasası diyor ki; Bir işi halletmek için ne kadar zaman verilirse, o işi yapmak o kadar sürer.
Ne kadar fazla kazanırsak o kadar fazla harcıyoruz. Kazanmaya başladıkça birden bire daha çok harcamamız gerekmiyor, harcalayabiliyorsak harcıyoruz…
Sistemin bu işleyişine çözüm olarak illa kaçıp ormanlarda yaşamaya başlamak da gerekmiyor. Ticaretin bizden neleri istediğini, ne amaçla istediğini anlamaya çalışmamız gerektiğine dikkat çekiliyor.
Huzurlu ve mutlu olmanın mutlak şartı; Televizyona önemli ölçüde alışmış, tam zamanlı çalışan, fena olmayan bir gelir sağlayabilen, boş zamanlarında keyif çatabilen bir insan olmaktan mı geçiyor sadece? Sen bu musun?
Kaynak: 1