Günümüz teknolojisinin imkanlarıyla inşa edebildiğimiz yapılara baktığımızda, önyargılı biçimde antik zamanlardan kalma yapıların, en hafif tabiriyle “gelişmemiş” olarak tanımladığımız insanlar tarafından yapıldığına inanmaktansa uzaylılar tarafından yapıldığına inanmaya meyilliyiz. Bir yandan şu an geldiğimiz gelişmişlik düzeyini yerlere göklere sığdıramıyorken, bir yandan geçmişteki atalarımızı bu derece küçümsüyor oluşumuz arasındaki çelişki inanılmaz boyutlarda. Teknolojik gelişmişliğimizi bir tarafa koyup düşündüğümüzde ise, antik yapılara bakıp, bugünün mimari ve mühendislik bilgisinin geldiği noktayı utanç verici dahi bulabiliriz aslında. Çünkü bizim ancak teknolojik birikim ile yapabildiğimiz yapıları, eski insanlar çok daha zor yöntemlerle inşa etmişler. Bundan da öte, onların yapıları doğayla uyum içindeyken bugünün yapıları, çoğunlukla böyle bir kriteri dikkate almaksızın inşa ediliyor. Bugün onların sahip olmadığı imkanlara sahipsek, bununla doğru orantılı olarak, onlardan daha iyisini yapmamız beklenmez mi? Örneğin; kerpiçten yapıldığı halde neredeyse bin yıl ayakta kalan mühendislik harikası Ma’rib Barajı’yla; varolan ekolojik dengeyi bozduğumuzu umursamaksızın, tarımsal arazilerin sulanmasını dahi ikinci plana atarak, enerji üretmek amacıyla son 100 yıldır inşa ettiğimiz modern barajlar arasında öncelikle açık ara bir “niyet farkı” olduğunu samimiyetle söyleyebilmeliyiz.
1. Derinkuyu-Türkiye
1960’larda üstündeki evler restore edilirken keşfedilen bu yer altı şehrinin 18 katlı olduğu düşünülüyor fakat henüz ilk 8 katı temizlenerek ziyarete açılmış durumda. Herkesin burnunun dibinde olduğu halde, yüzyıllarca saklı kalmış olan Derinkuyu, Kapadokya bölgesindeki 36 yer altı şehrinden en büyüğü… 20 bin kişinin yeryüzüne hiç çıkmadan hayatını sürdürebilmesi için gerekli her türlü donanıma sahip olan ve MÖ. 8.yy’da inşa edilmeye başlanan şehir, çekiç ve keski kullanılarak bölgeye özgü kolayca şekil verilebilen tüf arazisinin kazılması ve yontulmasıyla inşa edilmiş. Derinkuyu’nun ilk yerlileri Asur kolonilerine kadar uzanıyor. MS. 2. yy’da Roma İmparatorluğu’nun zulmünden kaçan ilk Hristiyanlar, girişleri fark edilemeyecek şekilde yapılmış bu şehirlerde saklanarak hayatta kalmışlar. Şehrin katları, birbirine eğimli veya basamaklı dehlizlerle bağlanmış. İlk iki katında mutfaklar, kiler, şarap depoları ve ağıl; üçüncü ve dördüncü katlarda yaşama alanları, büyük bir kilise, konferans salonu, misyonerler okulu, günah çıkarma alanı ve diğer şehirlere bağlantılı olduğu düşünülen tüneller; dördüncü ve daha aşağıdaki katlarda sığınma yerleri bulunuyor. Katlarda, su kuyuları, sarnıçlar, erzak depoları, şarap imalathaneleri, tuvaletler, mezarlar ve toplam 52 havalandırma bacası var. Şehrin en dikkat çeken özelliklerinden biri de “tığraz” adı verilen, tehlike anında kapıların kapatılmasına yarayan, kapı arkalarına konulmuş tekerlek şeklindeki taşlar.
2. Ħal Saflieni Hypogeum-Malta
Paola kasabasındaki bir tepede 1902’de keşfedildi. Başlangıçta yaklaşık 7.000 kişinin kalıntılarını içeren bir yer altı mezarlığı olarak yapılmış tarih öncesi bu anıt yapı, MÖ 4000 ila 2500 yıllarında kullanılmış. Ne zaman yapıldığı bilinmeyen Ħal Saflieni, üç katlı olarak megalitik taşlardan ve labirent şeklinde inşa edilmiş. En üst kat, mezar odalarından oluşan büyük bir oyuk. İnsanlar ayrı ayrı değil, bir yığın halinde birbirinin üzerine gömülmüş. Buradaki bir kapıdan kırmızı aşı boyasıyla yapılan duvar resimlerinin ve bugün çağdaş yapılarda hala kullanılan oyma figürlerin bulunduğu orta seviyeye inilir. Bunlardan en çarpıcı olanı, kanepe ya da yatakta yatan bir kadını gösteren “Uyuyan Leydi” adı verilen figürdür. Karmaşık tasarımlarla süslenmiş seramik çanak çömlekler, taş ve kil boncuklar ve muskaların yanısıra, kolye olarak tasarlanmış küçük oyma taş hayvanlar ve kuşlar bulunmuş. Yedi basamakla inilen en dipteki üçüncü katta “Kutsalların Kutsalı” olarak bilinen bir oda bulunur. Yapının herhangi bir noktasında duran bir erkeğin sesi, tüm bu karmaşık yapı boyunca yankılanabiliyor. 95-120 Hz aralığında olan sesler için geçerli olan bu akustik durum, kadın seslerinde aynı etkiyi yaratmıyor. Yapının mimarları, burayı cinsiyetçi bir yaklaşımla inşa etmişler. Daha da garibi; eğer 110 Hz frekansında ilahi söyleyen bir adamsanız, tüm tapınak kompleksinin, insan beyninin yaratıcı kısmını uyaran bir tür trans odasına dönüştüğünü keşfeden bilim insanları şoka uğradılar.
3. Ma’rib Barajı-Yemen
Efsanevi Saba Melikesi Belkıs’ın, Yemen’deki başkenti Ma’rib, yaklaşık 1500 yıldan daha uzun bir süre önce, Güney Arabistan’ın en büyük şehriydi ve anlaşılan o ki; aynı zamanda antik dünyanın mimari harikalarından birine de ev sahipliği yapıyordu. Sudan yana fakir olan bölgede Sabalılar, MÖ. 750 civarlarında Hoover Barajı’ndan daha büyük bir baraj inşa etmişler. Yaklaşık 650 metre uzunluğunda, 50 metre yüksekliğindeymiş ve o zamanın hidrologlarının açtığı sayısız kuyu ve karmaşık sulama kanalları sayesinde 10 bin hektarlık bir alanda tarım yapılabiliyormuş. MS. 6. yy’a kadar birkaç kez onarım görerek ayakta kalan Büyük Ma’rib Barajı sayesinde antik Yemen, verimli bir vahaya dönüştürülmüş. Fakat zamanla barajın yapım ve onarım teknikleri unutulmuş. Müslüman tarihçilere göre; MS. 6. yy’da baraj son kez hasar aldığında, onarımı için çalışacak yetkinlikte hiç kimse kalmamış. Bunun sonucu olarak çiftçi aileler, Kuzey Suriye’ye göç etmeye başlamışlar. Kur’an’da Allah’a karşı nankörlük eden Sabalılara ceza olsun diye; Ma’rib Barajı’nın çöktüğü anlatılıyor. Baraj kalıntılarının, Yemen’deki Hutilerle mücadele için hava desteği sağlayan Suudi Arabistan koalisyon güçlerinin hava saldırısıyla 2015’te hasar gördüğü arkeologlar tarafından tespit edilmiş.
4. Puma Punku-Bolivya
Antik Tiwanaku insanlarının yaptığı bu şehir, modern mimarları kıskandıracak türden… Her biri yaklaşık 7,5 metre yüksekliğinde ve 100 tondan daha ağır taş bloklar kullanılarak inşa edilen binalar legolar gibi yerleştirilmiş. Taş blokları prüzsüz biçimde kesmek için bugün lazer kullanılırken onların bunu sadece keski ve cetvel kullanarak yaptıkları sanılıyor. Olası bir depreme karşı devasa blokları birarada tutmak için, bugün de kullanılan, “l” şeklinde kenetler kullanmışlar ve her nasılsa tekerlek, vinç ve hatta bir yazı sistemi dahi olmayan Tiwanaku insanları, bu dev blokları şehre taşımış ve onları mükemmel ve karmaşık formlarda şekillendirmeyi başarmışlar. Puma Punku, 3,900 metre yükseklikte yani ağaçların yetiştiği yükseklik sınırının üzerinde. Bu yüzden arkeologlar, blokları taşımak üzere ahşap silindirler kullanılmadığını düşünüyorlar ve nasıl taşındıkları hala bir muamma. Puma Punku’nun 400 metre kuzeydoğusundaki Tiahuanaco’da bulunan kafatası kalıntıları, pek çok farklı ırktan insanların hep birlikte yaşadığını gösteriyor. Burada keşfedilen şok edici en önemli arkeolojik buluntulardan biri de Fuente Magna Kasesi. Seramik kase üzerinde Sümer çivi yazıları ve Proto Sümer hiyeroglifleri mevcut. Kasenin MÖ. 2500’den sonra Bolivya’ya yerleşen Sümerler tarafından yapıldığı sanılıyor. Sümerlerin yelkenli gemilerle Hindistan’a kadar gittikleri biliniyordu. Bazı gemilerin büyük olasılıkla Güney Afrika’nın etrafından dolanıp Atlas Okyanusu’nu geçerek Güney Amerika’ya ulaştıkları sanılıyor. Okuduklarına inanamayanlar, Bolivyalı arkeolog Bernardo Biados’un makalesine bir göz atabilir.
5. Baalbek-Lübnan
Beyrut’un kuzeyindeki Bekaa vadisinde bulunan antik Fenike kenti olan Baalbek’in geçmişi MÖ. 9000’lere kadar uzanıyor. Fenike Gök tanrısı Baal ve eşi Cennet’in Kraliçesi Astarte’ye ibadet edilen bu şehir, o dönemde dünyanın en önemli dini merkezlerinden biri. Helenistik dönemde Yunanlar tarafından Heliopolis olarak adlandırılan şehir, farklı tanrılara adanan tapınaklarıyla Roma döneminde de dinsel işlevini korumaya devam ediyor. Devasa yapılarıyla Roma mimarisinin en güzel örneklerini barındırıyor. Temel taşları 100 tondan, yekpare duvarları 300 tondan ağır olan en eski tapınağın bloklarının nereden ve nasıl taşındığı, bilim insanları ve tarihçiler için hala gizemini koruyor. Özellikle “Baalbek Taşları” olarak bilinen 800 tondan daha ağır blokların uzaylılar tarafından gemilerle taşındığı ve düzenlendiği spekülasyonu dahil, konuyla ilgili pek çok varsayım olsa da hiçbirisi henüz doğrulanamadı. Tanrılar panteonunda “Baalbek üçlüsü” olarak bilinenlerden en önemlisi olan Jüpiter Tapınağı’ndaki 54 sütundan ayakta kalan sadece altısı, 22 metre yüksekliğiyle dikkat çekici. Zengin ve etkileyici boyutlardaki anıtsal yapılarla süslenmiş Baküs Tapınağı, Yunanistan’daki Partenon Tapınağı’ndan daha büyük. Yuvarlak nizamda inşa edilmiş Venüs Tapınağı ise, özgünlüğü ve uyumlu formlarıyla şehirdeki diğer tüm yapılardan farklı bir mimariye sahip.
6. Brú na Bóinne-İrlanda
Newgrange, Knowth ve Dowth olmak üzere üç bölümden oluşan bu tarih öncesi dönemden kalma kompleks yapı, Dublin’in yaklaşık 50 km kuzeyinde ve Boyne nehrinin kıyısında. Avrupa’nın en büyük ve en önemli megalit anıtlarının yoğunlaştığı bu yerin sosyal, ekonomik, dini işlevleri var. Anıtlar, yaklaşık 6000 yıldır insan yerleşiminin merkezi olan bu yapıların Neolitik, Demir çağı, erken Hristiyanlık ve Ortaçağ dönemlerinde de kullanıldığını gösteriyor. Tümüyle tarih öncesi döneme ait Newgrange yapı grubunda, halka şeklinde inşa edilmiş taş bir yapı içinde geçit mezarlar bulunuyor. 76 metre çapındaki Newgrange, 12 metre yüksekliğe sahip. 1970’lerde yapılan bir tadilatta ön kısmına kuvars taşlar döşenmiş. Mimari yapısı güneşin doğuşuna göre ayarlanmış ve en kısa gün olan 21 Aralık’ta gün ışığıyla aydınlanarak yeni bir yılın başlangıcını bildiriyor. Mimari ve teknolojik açıdan insanlığın geçtiği aşamaları tek bir bölgede göstermesi bakımından arkeolojik açıdan önemli bir yer.
7. Longmen Mağara Tapınağı-Çin
Kuzey Wei ve Tang Hanedanlığı (316-907) dönemlerinde işlenmiş olan doğal Longmen mağaraları, Çin sanatının en büyük ve en etkileyici taş koleksiyonunu içeriyor. Tümüyle Budizm’e adanmış olan bu eserler Çin taş oymacığının geldiği en üst noktayı temsil eder. Luoyang’ın antik başkenti Henan’ın güneyinde, Yi nehrinin her iki tarafındaki 2300’ü aşan mağaradan oluşan Longmen’de, 1 km boyunca uzanan dik kalker kayalıklar ve nişler bulunuyor. Bu kayalıklara ve nişlere tam 110 bin adet heykel, 60’dan fazla Stupa (Budist anıtı), 2800 adet stel ve yazıt işlenmiş. Heykellerin en büyüğü yaklaşık 17 metre. Bir kısmı yine oyularak yapılmış ev olarak kullanılan mağaralarda yaşam 1500 sene öncesine kadar uzanıyor. Merkez Binyang mağarası, İmparator Xuan Wu tarafından 508’de babasının anısına işlenmeye başlanan üç mağaradan biri. Kuzey ve Güney Binyang olarak bilinen diğer iki mağara hiçbir zaman tamamlanmamış. Eserler, çoğu artık solmuş olan parlak mavi, kırmızı, hardal sarısı ve altın renginde boyanmış.
8. Sibudu Mağarası-Güney Afrika
KwaZulu’nun yakınlarındaki Tongati nehri kıyısında bulunan bu mağara, 77 bin yıl öncesine kadar uzanan insana ait dünyanın en eski eserlerine ev sahipliği yapıyor. Bu eşyalar, yatak, yemek pişirme gereçleri, hayvan tuzakları, ok ve yay teknolojisi, hatta tutkal ve nasıl yapıldığına dair izler… Yataklar sadece uyumak için değil, yaşamak ve çalışmak için rahat yüzeyler olarak tasarlanmış. Bitki kökü, kamış, saz ve otlardan yapılmış bu yataklar, aynı zamanda sivrisinekleri uzaklaştırıyormuş. Yatağın yapımı için seçilen bitkiler, Sibudu sakinlerinin tıbbi olarak nasıl kullanılacakları da dahil, bitkilerle ilgili derin bir bilgiye sahip olduklarını gösteriyor. “77 bin yıl önce var olan böyle bir davranış, geçmişimize dair anlayışımızı değiştiriyor” diyor Güney Afrikalı arkeolog Lyn Wadley. Bilim insanları mağaranın henüz yüzde 10’unu inceleyebilmişler. İnsanlardaki bilişsel düşüncenin gelişimine dair şaşırtıcı keşifler, Sibudu mağarasının incelenmesiyle ortaya çıkmaya devam edecek gibi görünüyor. Burada ikamet edenlerin ne kadar becerikli ve akıllı olduklarına dair başka bir örnek; 61 bin yıl öncesine ait insanlığın bildiği en eski dikiş iğne. Yaklaşık 5 cm uzunluğundaki iğne, kemikten yapılmış.
Yararlanılan Kaynaklar: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20.