Sinemanın kaybedenleri dediğinizde, liste uzar gider. Ancak unutulmamalıdır ki, kaybetmek görecelidir. Bu sebeple bu kelimeyi seçmiyor, ‘mutsuz’ kelimesine de mesafeli duruyoruz.
Bahsettiğimiz karakterler, birbirlerinden farklı renksizliklere sahip olan ama ortak nokta olarak, bizde sarılıp “tamam geçti, geçecek” deme isteği uyandıran karakterler.
Duvarımdaki Afişler sunar, huzurlarınızda sarılmalık film karakterleri.
Punch Drunk Love: Adam
Paul Thomas Anderson’un hüznü ile çaktırmadan bizi boğan yönetmenliğinde, anksiyetesini tüm filme yaydığı karakter Barry Egan, belki de Adam Sandler’ın en iyi oyunculuk deneyimi. Harekete geçmek isteyen ama hayatın hep ondan önce harekete geçtiği bir karakterdir Barry, yapası vardır da telaşlanır, eli ayağına dolanır her seferinde. Üzgünüm ve özür dilerimleri ile öfke patlamaları arasında, elini tutup, “Dur bir soluklanalım sonra yavaş yavaş hareket ederiz.” demek istediğiniz biridir.
Her: Theodore
Karşımızda ne istediğini bilmeyen ama bunu bir seçim gibi yaşayan, kendi mutsuz hayatını kendi seçmiş, yalnız evet çok yalnız, ama yalnızlığını kabullenmiş bir karakter vardır. Bizim gibidir Theodore, kararlı ama mutsuz, hayatına bir anlam arayıp, eylemlerini sorgulayan ama bir kez geliyoruz şu hayata boşvermişliğini hayatına yayıp, bu çelişkiyi yaşayan, duygu isteyen ama duygulardan da ölümüne korkan, gelecek için hayaller kuran ama harekete geçmeye hep üşenen, ah şu pastel renkli güzel bizler. Bize sarılmak istediğimiz gibi sarılmak isteriz Theodore’a.
Synecdoche New York: Caden
Her ölümlünün (kelime seçimimizde bir kasıt var) hayatı boyunca 5 sene aralıklarla birkaç kez izlemesi gereken Synecdoche New York’un Caden’ı, birden fazla hüzünlü cümle kurabilir hayatla ilgili. Hepsi de hayatın bir dönemi ile ilgilidir ve en kötüsü ne yapacağını bilememektir. Caden, bu bilememe ile tüm hayatını, hayatı ile simultane bir şekilde tiyatro oyunu olarak sahnelemeye çalışırken, “Bir dur.” demek istersiniz, “Bir dur Caden, sen ne yaparsan yap, geçecek hayat, ben de bilmiyorum soruların cevaplarını, hadi barışalım bununla.”
Attila Marcel: Paul
İstanbul Film Festivali’nde hala bilet bulma ihtimalinizin olduğu Attila Marcel, yaşadığı travma sebebiyle değil de, bir tarafı hala travmayı yaşadığı çocuk yaşında kaldığı için konuşamayan Paul’un hikayesini anlatır. Paul büyülü bir şekilde anılarına dönüp, çocukluğunu hatırlamaya daha doğrusu annesine bir kez daha yakın olmaya çalışırken, ağladığında da güldüğünde sarılıp saçını okşamak istersiniz bu 35 yaşındaki, 2 yaşındaki çocuğun.
Frances Ha: Frances
Yine bizdir Frances Ha. Listedeki diğer film Her’deki gibi, içinde bulunduğumuz modern zamanları ve etrafımızdakileri anlatır. Büyümek istemez Frances, sorumsuzluk bu istekle beraber gelir. Değişmektir zira büyümek, fedakarlıktır kariyer ve aile ve çocuk, ve böyle kalmak güzeldir, her şeyiyle. Böyle kalırsa kimseyi umursamadan bir parkın ortasında çılgınlar gibi eğlenebilir Frances, değişmek, düşmandır.
I’m a Cyborg But That’s OK: Cha Young-goon
Biz metaforunu yaşarken, Young-goon gerçeğini yaşar ait olmama, yalnız olma ve değişik olma fikrinin: O bir Cyborg’dur, yemek yiyemez, su içerse bozulur ve makinalarla konuşur. Filmin spoiler olmaması için anlatmayacağımız, ama ‘aşkı en iyi anlatan sahneler’ listemizde yer alacak olan sahnesinde olduğu gibi bazen birilerine aynı olmayı değil, farklı olarak nasıl bu yalan dünyaya uyum sağlayacağını göstermek gerekir, ya da sadece elini tutmak, yürürken düşmesin diye.
Inside Llewyn Davis: Llewyn
Sinema tarihinin belki de en umut öldüren finallerinden birine sahip olan filmde, Llewyn’in tek ‘suçu’ sadece var olmak istememek, daha fazlasını istemektir. Kendini müzikle gerçekler Llewyn ve eğer kendimizi gerçeklemezsek ölürüz, aç kalır, evsiz kalır ya da üşürsek değil.
Double: Simon James
Kendi sessizliğinde kavrulup giden biridir Simon James, yoktur ama yokluğuna, görülmemeye alışmıştır. Bir gün belki sevdiği kıza açılır, bir gün belki güvenlik görevlisi onu tanır umuduyla uyanır her sabah, sessiz sessiz. Birden bire hayatına ona tıpatıp benzeyen ama tüm sessizliğinin aksine çok gürültülü olan James Simon girdiğinde ise, işte o zaman, sarılmak isteriz ona. Sarılıp, kış kış demek isteriz James’e.
Zero Theorem: Qohen
İstanbul Film Festivali’nde hala bilet bulma ihtimalinizin olduğu Zero Theorem, hayatın anlamını, neden burada, neden canlı olduğunu anlatacak o ‘şeyi’ bekleyen Qohen’i anlatır bize. Etrafındaki herkes hiçbir şeyin hiçbir anlamı olmadığını kanıtlayacak sıfır teorisi ile uğraşırken; dünyayı boşvermişlik içinde, dünyanın anlamını bekler karakterimiz. Çocuk gibi başını sağ sola sallayıp, duymuyormuş taklidi yapması bundandır.
Silver Linings Playbook: Pat
Oscarların sevgilisi filmimizde, yeri çok dar karakterler anlatılır bize. Hüzün delirtir bazen. Konvansiyonel olarak açıklamak isterseniz olanları, deli damgası en basit açıklamadır. Böyle durumlar komiktir de aslında, zira normalim diye gezen herkesin de deli olduğu daha bir ortaya çıkar da, mutluluk taklidi yapabilenler sıyırır kendini bu sıfattan. “Pat, delidir.” Oysa ki Pat’in canı acır sadece, bu kadar basittir.
Where the Wild Things Are: Max
Max küçücüktür daha, o yüzden bilmez yakın olmanın zaman zaman acıttığını, o yüzden inanamaz ve ağlar, herkesin her zaman mutlu olamayacağını fark ettiğinde. Max, küçük bir çocuktur, o yüzden sadece insan ister etrafında, sadece yakınlık, acısızından. Biz sarılıp hayatı anlatmak isteriz Max’a ama o bize şöyle der: “Anlatmasanız olmaz mı bana, aile ne demek, arkadaşlık ne demek ve kardeşlik ve sevgililik? Anlatmasanız da, gelseniz oynasak?”
Pus: Reşat
Filmin ortalarına kadar ismini öğrenmediğimiz Reşat, bir hiç kimsedir aslında, bir yer kapladığını hissetmez kendisi de. Ne aptal ne zeki, ama hissiz baksa da izlediklerine, bütün izlemeleri etrafındaki her şeye şaşıran bir çocuğun meraklı bakışlarına benzer. Sadece bir farkla: Reşat’da ne ilgi ne de merak yoktur. Film izlediğimiz apartmanların, uzaktaki şehrin, bazen de televizyonun gösterdiklerinin; yani bir yerlerde süren hayatın dışında kalan insanların hikayesidir; Reşat da o başka hayatlar için, hiç kimse olanın.