Bu listeyi Fil’m Hafızası ekibinden Sinem Dinçer hazırlamıştır, haberiniz olsun.
Venüs, diğer adıyla Afrodit çekicilik, tutku, istek ve sonsuz aşkı simgeleyen bir gezegendir. Birçok astroloğa göre de aşkın yakıcı yönünün güçlü olmasının sebebiyse, Venüs’ün Güneş’e olan yakınlığıdır.
Modern zamanlarda aşkı tanımlamaya çalışmak, değişen öncelikler ve yaşam koşulları da değerlendirildiğinde anlamsız bir çabadan ibaret olabilir. Kaldı ki sonsuz farklı biçimde gücünü hissettiren bu duygunun, milyarlarca farklı kişide oluşturduğu ortak temel durumun yaşamsal bir ihtiyaç olduğu yadsınamaz. Her ne şekilde ya da koşulda başımıza gelirse gelsin…
Aşk geçici bir tutku, kalıcı olansa sevgi türünden tartışmalar bir tarafta dursun; herhangi bir betimlemeye ihtiyaç duymaksızın bu eşsiz hissiyatı tecrübe edip, tek derdi ona sahip çıkmak olan bazı film karakterlerinden oluşan bir liste hazırladık sizlere. Özellikle de erkek olanlarını seçtik. Herkes için dileğimiz, aşkınız ‘seyirlik değil, ömürlük olsun’.
1. What Dreams May Come True
Vincent Ward, 1998
Çocuklarını kaybettikten hemen sonra aşık bir eş, dost bir baba ve iyi bir adam olan Chris’in (Robin Williams) de ölümüyle başedemeyen güzel eşi Annie’nin (Annabella Sciorra) ağır depresyonunu konu alan film, dünyevi olanın da ötesi bir aşk öyküsünü aktarmakta bizlere. Cennetle ödüllendirilmiş bu adam, bir başka boyutta tecrübe etmeye başladığı hayatı tanımaya çalışırken bir taraftan da ruh haliyle eşine destek olma çabasındadır. Ancak Annie sevdiklerinin ölümüne katlanamayıp intihar edince Chris, karısına duyduğu aşkın gücünü, onunla yeniden buluşabilmek için cennetten vazgeçip cehennemi tercih ederek ispatlar seyirciye.
2. Barney’s Version
Richard J. Lewis, 2010
Barney (Paul Giamatti) olumlu ve olumsuz tüm yönleriyle karşımıza çıkarılan, çılgın bir hayata ve arkadaşlara sahip sıradan bir karakterdir aslında. İlk evliliğini, kendisini mecbur bırakan bir sebeple gerçekleştirir. Mantık evliliği denilebilecek ikincisindeyse, başına hiç umulmayacak bir şey gelir ve düğünü sırasında karşılaştığı, hiç tanımadığı ancak hayatının aşkı olacak kadına ilk görüşte vurulur. Miriam (Rosamund Pike), büyüleyici bir güzelliğe sahiptir ve Barney’in üçüncü eşi olacaktır. Oldukça sıradan, karsını delice seven bir adamın; tesadüfi gelişmelerle birlikte hatalarının sonuçlarına tanık olduğumuz filmde kendisinden daha çılgın ve matrak olan babası Izzy’i (Dustin Hoffman) de es geçmemek gerek.
3. 100 Hundred Foot Journey
Lasse Hallström, 2014
Hindistan’dan Avrupa’ya ailecek göç etmek zorunda kalmış bir ailenin dramatik, bir o kadar da eğlenceli öyküsüdür, 100 Hundred Foot Journey. Yapımcıları arasında Steven Spielberg ve Oprah Winfrey’i de gördüğümüz bu coşku dolu film; göç, kültürel kimlik ve yemekler üzerinden kendini ifade, hatta yer yer var etmenin inatçı öyküsüdür. Ailenin yetenekli oğlu Hassan (Manish Dayal), Fransa’nın küçük bir kasabasına geldikleri gün, ailecek geçirdikleri bir kaza sonucu tanışır Marguerite (Charlotte le Bon) ile… Aralarındaki mesleki rekabete rağmen sevecenliğini hiç yitirmeyen sağlam bir arkadaşlığa adım atarlar ancak, Marguerite’in de desteğiyle yeteneklerini sınırsız boyutta geliştiren Hassan için kariyerin zirvesine giden yol aralarına zorunlu bir mesafe koyacaktır. Başarılarıyla gündemden düşmeyen, peşinden koşan kızların haddi hesabı olmayan vefakar âşık, sadakatle bağlı olduğu Marguerite’e ve ailesine hazırladığı sürprizle, yaptığı yemeklerin lezzetini hayatının aşkıyla tatlandırmayı seçecektir.
4. The Notebook
Nick Cassavetes, 2004
“Ölüm Bizi Ayırıncaya Dek”in beyazperdede vücut bulmuş halidir, The Notebook. Nicholas Sparks’ın yazdığı romandan uyarlanan bu film, Allie’yi (Rachel McAdams) gördüğü anda onunla birlikte olmak isteğini derinden hisseden Noah’ın (Ryan Gosling) akıl almaz aşk hikâyesine sürükler seyirciyi. Film boyunca öylesine tutkulu, sadık bir adam izlersiniz ki bittiğinde böyle şeyler ancak masallarda olur dersiniz. Dersiniz demesine de sizi kuşattığı sıcacık şefkat duygusuyla bunun, zaten hayatınızda ihtiyaç duyduğunuz türden bir ilişki olduğunun farkına varmışsınızdır bile. Peki sonuç? Bir masal kahramanı gibi dursa da, Noah, insanın içine su serper çünkü ‘hiçbir şey yoktan varolmaz’.
5. 50 First Dates
Peter Segal, 2004
Her seferinde bir önceki gününü unutan Lucy’e (Drew Barrymore) aşık olan Henry’nin (Adam Sandler) azimli ve matrak öyküsünü anlatır film. Kendini unutturmamak ve Lucy’nin kendisine aşık kalmasını sağlamak için olağan dışı bir çabaya girişen, durumu pek de dramatize etmeden hayatlarındaki diğer karakterle ilişkilerini eğlenceli hale çeviren Henry’nin ödülü, sevgilisinden her gün yeniden aldığı ‘ilk öpücük’tür. Tek günlük, ancak her seferinde yenilenip taptaze yaşanan ömürlük bir aşk hikayesidir, 50 First Dates.
6. Music from Another Room
Charlie Peters, 1998
Babası doktor olan Danny (Jude Law) ve babası, Şükran Günü’nü bir aile dostunun evinde kutlamaktadırlar. O sırada henüz beş yaşında olan Danny, hamile olan ev sahibesinin aniden sancısının başlamasıyla doktor olan babasının gerçekleştireceği bir doğuma şahit olmak üzeredir. Ancak babasının elleri yeterince küçük olmadığından bebeğin boynuna dolanan kordonu Danny kendi elleriyle çözerek, büyüdüğünde âşık olacağı kadının dünyaya gelmesini sağlar. Güzel bebek Anna ile karşılaştığı an kurduğu cümle ‘Onunla evleneceğim’ olur. Aradan yıllar geçer ve anlarız ki evren, Danny’nin kendisine gönderdiği bu mesajı çoktan işleme koymuştur bile. Aslında aşka tövbe etmiş bir adama dönüşmüşken, kader ağlarını örer ve onları karşılaştırır. Nişanlı olarak tanıdığı Anna’yı elde etmek için giriştiği tutkulu ve inatçı olayların akışıdır sonrasında izleyiciye sunulan.
7. Love In The Time Of Cholera
Mike Newell, 2007
Gabriel Garcia Marquez’in unutulmaz romanından sinemaya uyarlanan Love In The Time Of Cholera, engellerden dolayı yarım kalmış aşkın ölümsüzlüğünü ‘her şeye rağmen’ tecrübe eden Florentino (Javier Bardem) ve Fermina’nın (Giovanno Mezzogiorno) özenilesi hikâyesidir. Rivayete göre, Marquez romanının bir Hollywood uyarlaması olmasına sıcak bakmaz ve yönetmen Mike Newell’ın onu bu projeye ikna etmesi üç yılını alır. Uslanmaz bir romantik olan Marquez’in bu romanının beyazperde adaptasyonu, kimi hayranları için görsel açıdan yeterli derinliği sunamamış olarak değerlendirilse de, Javier Bardem’in etkleyici performansıyla izleyiciyle farklı temaslar yakalamayı başarır.
8. Blue Valentine
Derek Cianfrance, 2010
Dean (Ryan Gosling), gördüğü andan itibaren Cindy’i (Michelle Williams) sakince ama oldukça sahiplenici bir biçimde sevmeye başlar. Çekinik davranan ancak sıcaklığıyla âşık olduğu kadını sarıp sarmalayan bu fedakâr adam, Cindy ile hayatını birleştirmeye kararlıdır. Öyle ki Cindy, bir başkasından hamile kalmış olmasına rağmen doğacak olan bebeğine de koşulsuzca babalık etmeye gönüllüdür. Ancak zaman geçer, bebek büyür ve kadın ve erkeğin hayattan beklentilerindeki farklılıklar belirginleşmeye başlar. Her şeye rağmen Cindy’e olan duyguları eskimeyen Dean, evliliğini kurtarmak için her şeyi yapmaya hazırdır ve yapacaktır da. Son derece gerçekçi bir yaklaşımla evlilik, aşk, fedakârlık gibi kavramları sorgulayan filmde bu mücadeleci adamın derdine ortak olup, onunla birlikte ağlayabilirsiniz bile.
9. Serendipity
Peter Chelsom, 2001
Yazmışsa bozmak olmaz ya da kaderinde varsa olur da diyebiliriz bu filmi izlerken. Nasılsa yaşanacak deyip peşine düşmemek söz konusu değildir ama. Noelden hemen önce New York’ta bir mağazada, tek kalmış bir çift kaşmir eldivene aynı anda uzandıklarında tanışırlar Sara (Kate Beckinsale) ve Jonathan (John Cusak). Eldivenin kimde kalacağına karar vermek için bir kafeye geçip oturan ikili hemen ayrılmak istemeyip geceyi uzun muhabbetle doldururlar. Sara, telefonunu bir kitabın içine yazarak bir sahafa vereceğini, eğer tekrar buluşmak kaderlerinde varsa bunun nasılsa gerçekleşeceğini söyler. Jonathan da aynı şekilde kendi numarasını beş dolarlık bir banknota yazar ve ayrılırlar. Aradan aylar geçer, ikisi de farklı insanlarla evlenmek üzereyken tesadüfler devreye girer ve zaten birbirlerini unutmamışken, bu kez de işaretlerin peşinden kelimenin tam anlamıyla koşmaya başlarlar.
10. The Great Gatsby
Baz Luhrmann, 2013
Fakir, ancak Daisy’e (Carey Mulligan) deli gibi âşık olan Gatsby (Leonardo di Caprio), sevdiği bu varlıklı kadını elde etmek için müthiş bir hırsla döneminin en zengin adamlarından birine dönüşür. Yıllar içinde Daisy’i takıntılı bir biçimde içinde büyüten Gatsby’nin, artık karşılaşacakları gün geldiğinde o güçlü ve kararlı halinin yerini heyecanlı, hatta saf diyebileceğimiz bir hal alır. Öne çıkan aşk hikâyesinin arka planında oldukça derin bir toplumsal eleştiriyi de barındıran film, önemli yazar F. Scott Fitzgerald’ın romanından uyarlanmış, adı gibi muhteşem bir filmdir. Özellikle de müzikleri akıllara ziyandır.