Bu listeyi Fil’m Hafızası ekibinden Fırat Terzioğlu hazırlamıştır, haberiniz olsun.
“Yoldur adı başlarsın, bittiğinde yolculuk olur.”
(1966, Uccelaci e Uccellini, Pier Paolo Pasolini)
Enis Batur, “Sinema için Mecnun” başlıklı bir yazısında şöyle der: “Sinema bir başına ciddiye alınan bir olaydı bizler için: Dünyanın bir parçası değil de kendisi sayacak kadar tutkuyla bağlıydık ona…” Sahiden de sinemanın saf hakikati veyahut yarattığı hayal yelpazesi, hissiyatları bu cümlede geçtiği gibi değil midir? Aşk ile bazen peşinden gidilir. Beslediğimiz duygularla suyun o akışkanlığı ve şekil alışıyla nüfuz eder. Isrardır, meraktır onu içimizde yaşatan. Toparlarsak: “Mecnun’suz bir sinema düşünülemez.”
Kimi zaman bir fotoğrafa rastlarız, kimdir bu diye araştırırken Abel Gance’ın sinematik büyüsüne kapılırız. Kimi zaman da ummadık bir televizyon kanalında sabaha karşı 4 sularında Hiroshima Mon Amour (1959)’a denk gelir, zamanda kayboluruz. Sonra bir sahne görürsünüz ve seyyah olur çıkarsınız. Sonu hiç gelmeyecek olan bu uçsuz bucaksız sinema yolunda bize eşlik eden şeylerdi o yolu anlamlı kılan. Ya da “deliler”… İşte o delilerden biri tartışmasız Ray Harryhausen’dir. Başından beri etrafında dolandığımız sinemanın tutkusunu içinde her zaman yaşatan çılgınlardan biri…
O da bir gün izlediği King Kong (1933) ile çarpılır ve artık hayal gücünün akışkanlığına kendisini bırakır. H.G Wells’in kelimelerinde, Gustave Dore’un çizgilerinde kendisini bulur. Bir düşününce şuna varabiliyoruz aslında, hepimiz bir şeylerden, bir şekilde etkileniyoruz. Bu etki bahsettiğimiz yola çıkışı tetikleyebiliyor ve bizi farklı yollara sürükleyebiliyor. Peki, hepimiz bu yolun üzerinde değil miyiz? Aynı konumda ama başka hissiyatlarda… İşte tam da bu yüzden sinemanın ruhu ne yer üstünde ne de yerin yüzlerce kilometre aşağısında. Hepsinin aksine, tam içimizde.
Sizlere bu listede, ana hatlarıyla toparlamaya çalıştığımız “düşün gücü”nün en farklı isimlerinden biri olan Ray Harryhausen’in özel efektlerinde imzası olan filmlerini sunuyoruz. Jack Arnold ve Nathan Juran gibi yönetmenlerin de dikkat çektiği 50’li ve 60’lı yıllardaki bilimkurgu atmosferine Ray Harryhausen de son derece cesur ve alışılmışın dışında tekniklerle bambaşka tonlar katmayı başardı. Bir nevi, Jules Verne’i omzumuzda hissettirdi. Gelin, her filmden efektlerin öne çıktığı bir sahneyi de yer yer anarak, Harryhausen’in zihnine ışınlanalım.
*Sıralama kronolojiktir.
Mighty Joe Young (1949)
Filmin başlangıcında yanı başımızda olan yavru goril ve küçük kız arasındaki sevgiden, kızın babasının gorille birlikte yaşamaya pek sıcak bakmaması üzerine tam 12 yıl geçmiştir. New York’ta, doğayla iç içe olduğumuz bir alanda yeni gelen vahşi ve öfkeli aslanın hareketlerine odaklanırken, birden fark edilen ve şiddeti her geçen saniye artan sesler ile oturduğumuz koltukta bir “diken”in varlığını hissetmeye başlarız. İnsanlar kaçışmaya başlar, atlar son derece tedirgin olmuştur… İşte tam o anda goril Joe bütün sinirliliği ve büyümüş, ürkünç haliyle etrafa korku salmaya başlar. Filmin ilk sarsıcı sahnesidir. Ray Harryhausen’in gümbür gümbür gelen imza niteliğindeki efektlerinin de ilk sesleri olduğunu söyleyebiliriz. Mighty Joe Young’ın 1950 yılında En İyi Efekt dalında Akademi Ödülü’nün sahibi olduğunu da belirtelim…
It Came from Beneath the Sea (1955)
It Came from Beneath the Sea, Ray Harryhausen’in efekt ekibinde olduğu ilk filmlerden biri. Gösterime sunulduğu tarihi de kapsayan zaman diliminin konjoktürünü, biraz daha açarsak Amerika eksenindeki bir takım radyoaktif temelli -ki buna atom bombası da dahil- çalışmaları da hissettiren film; bu tarz çalışmalardan nasibini alan bir ahtapotu merkezine alıyor.
Maruz kaldığı radyasyon ile kimyası tamamen değişen ve fiziksel olarak da gittikçe büyümeye başlayan ahtapot, kollarını göstererek dehşet saçtığı ilk sahnede bir grup mürettebatı yok ediyor ve sonrasında da yansıtacağı tehlikelerin sinyalini veriyor.
20 Million Miles to Earth (1957)
Nathan Juran’ın yönetmenlik koltuğunda yer aldığı 20 Million Miles to Earth, “üçüncü tür” ile yakın ilişkilere girdiğimiz kült mertebesinde yer alan bir bilim-kurgu filmi. Ray Harryhausen’in nasıl bir modelleme ve görsel efekt ustası olduğunu canavarı ya da en doğru tanımıyla, yaratığıyla zihinlerimize yerleştiriyor. Kulaklarımızı her saniye çınlatan bağırışlarıyla, büyümenin kaynağına inerken tuza karşı olan zaafa dikkatimizi çekerek Joe Dante’ye de Gremlins’e giden yolda ilhamın kapılarını açtığını ekleyebiliriz. Özellikle insanlarla savaş halinde olan bu yaratığın Kolezyum’da estirdiği fırtına ve çöküşü, tüyleri diken diken eden cinsten…
The 7th Voyage of Sinbad (1958)
The 7th Voyage of Sinbad, Nathan Juran ve Ray Harryhausen ortaklığına tanıklık ettiğimiz bir başka yapım. Ray Harryhausen’in siyah-beyazdan renkliye geçişinin dışında; Washington, Empire State ve Kolezyum gibi yerleri birbir yıkarak ilerlediği serüvenine artık bambaşka bir kültürü ve atmosferi alması bakımından önemli bir konumda yer alıyor. Daha sonradan bir restorasyon döneminden geçerek pırıl pırıl şekilde de karşımıza çıkan film, “tepegöz”ün heybetli görünüşü ve stop-motion’ın sınırlarını zorlayan çizgisiyle Harryhausen’in nefesini hissettiriyor.
Jason and the Argonauts (1963)
Ray Harryhausen, birçok filmin özel efektlerine imzasını attı evet ancak, Jason an the Argonauts ile fantastik yapının sinemaya olan izdüşümündeki çıtayı bambaşka bir ruha büründürdü desek yanlış olmaz sanırım. Gerek mitolojinin büyüleyici dokusunu yansıtışı, gerekse Peter Jackson ve Sam Raimi başta olmak üzere birçok sinemacıya bu yolda ışık tutan sahnelere imza atışıyla bir kırılma da yaşattığının altını çizebiliriz. Kendi tekniği olan “dynamation” (dinamik animasyon) öyle bir değişime sebep olur ki, Harryhausen’in teknolojinin engellerine rağmen üzerine gittiği bu üslup belki de uçan teknolojiye rağmen bile aşılamaz duruma gelir. Her bir sahnesi akıldan zor çıkacakken bir tanesi vardır ki, en ufak detaylarından mitolojik göndermeleriyle de derinlikli yapıdadır. Tabii ki 7 iskeletle gerçekleşen kapışma sahnesi bunun en önemli örneklerinden.
First Men in the Moon (1964)
H.G. Wells’in eserinden sinemaya uyarlanmış olan First Men in the Moon, Harryhausen efektlerinin atmosfer dışında resmedilişi bakımından oldukça önemli konumda. Georges Méliès’in bir nevi “büyücü” olarak adlandırabileceğimiz ruhunun, Ray Harryhausen’in içinde de can buluşunu hissediyoruz. Sadece bir ruhla da sınırlamak yanlış olur tabi. Kendine has ve kilometrelerce öteden tanıyabileceğimiz “Harryhausen Touch”ın efektlerle aslında gerçeklikten kaçış değil, ona daha çok yaklaşma hissiyatının hakimiyeti de baskınlığını devam ettiriyor. Ki, bu sefer mekanımız Dünya’nın ötesi!
The Valley of Gwangi (1969)
Ray Harryhausen’e bütüyecimizle yaklaşırken kronoloji üzerinden gerçekleşen belirli yaklaşımın önemi çok büyük. Çünkü onun çalıştığı ve onunla özdeşleşen filmlerde -bazen afişte filmin yönetmeninin isminden daha büyük olarak yazılı- hep farklı şeyler denediğini ve yaratımda tekrara düşmediğini söyleyebiliriz. Kolezyum’dan Ay’a, hatta bazen de çorak bir vadide… İşte The Valley of Gwangi, Harryhausen’in dokunuşunu westerne bir bilim-kurgu ile getirmesi bakımından çok önemli bir noktada duruyor. Bahsettiğimiz çorak vadide kovboyların dinozor çağını keşfedişiyle gelişen hikayede, Tim Burton’ın deyişiyle “Ray’in yaratıkları bir başka güzel” ve Guillermo Del Toro’nun söylemiyle “karakter sahibi yaratıklar” betimlemelerini görkemli bir şekilde izliyoruz. Hele ki 4 kovboyun bir T-Rex’in etrafını çevirişi ve yakalama çalışmalarının olduğu sahne vardır ki, mübalağasız ağzınızın suyunu akıtacak cinsten güzelliktedir.
Clash of Titans (1981)
Clash of Titans bir bakımdan hüzünlü de bir film. Zira Ray Harryhausen’in sinemaya veda filmi. Daha çok ekiple, daha geniş imkanlara sahip olan 1981 yapımı film, her ne kadar başarılı olsa da Ray Harryhausen için o ruhun gittiğini hissetmesine yol açmıştır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. CGI (Computer Generated Imagery – Bilgisayarda Oluşturulmuş Görsel) gelmiştir, insanlar ekranların başına oturup bir şeylere şekil vermeye başlamıştır, başlayacaktır. Köklerine olan tutkusunu da buradan anlayabiliriz aslında. Harryhausen’in aşık olduğu şey çok başkadır. Bu bakımdan 2010 yılındaki Clash of Titans ile bir paralel okuma yapılabilir. Evet, gelişen imkanlar bir şeyleri “çoğaltmıştır” diyebiliriz. Ancak daha önce de belirttiğimiz karakteristik yapısını geliştirmiş midir, işte bunu tartışabiliriz. İşin özünü düşünecek olursak Harryhausen imzasını bir daha çok zor bulacağımızdır. Ne Medusa, ne de Pegasus 1981’deki gibi bizi içine alamayacaktır belki de, kim bilir.