Atmosferimizde %21 oranında oksijen mevcut. Tüm yaşamlarımız bu seviyeye doğru biçimde adapte olmuş durumda. Oksijenin fazlasıyla mucizevi özellikleri olduğundan şuradaki listemizde bahsetmiştik. Peki bu oksijen iki katına çıkarsa ne olur?
Çok fazla bir şey olmazdı, ölürdük. 🙂 Ama onu göz ardı edersek ya da bir şekilde hayatta kalmayı becerebilirsek olabilecekler fazlasıyla eğlenceli ve güzel olurdu. Meselaaa…
Kağıttan uçaklar daha uzağa giderdi
Şu komik görünüşlü uçağımsıların (planör) nasıl havada durduklarını hiç düşündünüz mü? Çok detaya girmeyeceğiz, sihir! Kağıttan uçaklar da aynı temel prensiple uçabiliyor, sihir! Biraz da hava… Kağıtları katlayarak yaptığımız o uçakların daha uzağa gitmesini istiyorsak bu uçakları yaparken dikkat etmemiz gereken şey onlara, havada daha az dirençle karşılaşacak şekiller vermektir. Basitleştirmek gerekirse, arabayla ilerlerken elinizi dışarıya çıkardığınızda elinizin geriye doğru itildiğini görürsünüz, işte bu sizin dışarıdaki hava akımına karşı yarattığınız dirençtir. Hatta elinizi doğru (ya da yanlış) bir açıyla o hava akımına sokarsanız elinizin aşağıya doğru itildiğini (ya da çekildiğini) hissedersiniz. Bunlar şimdi hep ayrodinamik (aerodinamik) sorunlar işte. Kağıttan uçakları daha uzağa göndermek için yapabileceğimiz bir diğer şey de, uçakları şekilleri itibariyle daha az direnç oluşturacak şekilde imal etmek yerine ortamdaki hava basıncını yükseltmektir. Buyrunuz, oksijen 2 katına çıktığında ortamdaki (yani atmosferdeki) hava basıncı da yükselecektir ve havaya attığınız herhangi bir şey normalde olduğundan daha uzun süre ilerleyecek, havada duracaktır. Havada Duran Adam’a duyurulur.
Arabalarımız 1 depo yakıt ile daha uzağa giderdi
Kısaca bir arabanın nasıl ilerlediğini söyleyelim yine, bu konuda uçağımsılardan daha fazla şey biliyoruz. Bugün yollarda dolaşan arabaların tümü (elektrikli olanlar hariç) içten yanmalı motorlara sahip. İçten yanmalı motor ne demek? Benzinciye gidip aldığımız yakıt borular ve püskürtmeli sistemler sayesinde arabanın motoruna giriyor ve pistonların içine püskürtülüyor. Burada yakıt bujilerden gelen kıvılcımla ve oksijen ile birleşip yanıyor ve bu yanma sonucunda ortaya bir ısı ve basınç çıkıyor bu da pistonları iterek hareket enerjisine dönüşüyor. O markalı benzincilerin hani bizim “dizel, benzin” falan deyip geçtiğimiz 10 farklı çeşit ürünü var ya, işte o, bu yakıtların içine karıştırdıkları ve yakıtın yanıcılığını arttıran kimyasallar var demek aslında. Yakıtın yanıcılığı arttığında daha az miktarda yakıt ile daha yüksek basınç oluşturabiliyor motor ve bu da daha fazla hareket enerjisi demek oluyor. Oksijen ne alaka peki? Yanan bir aleve oksijen püskürtürseniz alevin daha kuvvetli yandığını görürsünüz. Pistonların içine giren oksijen miktarı da artarsa daha az (ya da aynı) miktarda yakıt daha kuvvetli yanar ve arabalarımız 1 depo yakıt ile 2000-3000 km (ya da daha fazla) yolları görürdü.
Dünya’nın yüksek yerlerinde de yaşayabilirdik
Boldu Dağı’na tırmanırken ya da bir uçağa bindiğinizde kulaklarınızda bir tuhaflaşma oluyor ya hani. Duyduğunuz sesler değişiyor falan, sanki biri kulağınıza bir şey sokuyor gibi rahatsızlık duyuyorsunuz işte onun sebebi de hava basıncı. Bu şoke edici bir haber olabilir ama, hava basıncı ve oksijen Dünya’nın her yerinde aynı seviyede değil. Tabi ormanların katledildiği bir ülkede/dünyada bunu normal karşılayanlarınız da olacaktır ama, olay sadece ormanların katledilmesi de değil. Deniz seviyesindeki coğrafyalarda oksiken seviyesi yükseklere oranla daha fazladır. Bu yüzden Himalayalar’ın tepesinde yaşayan omurgalı canlı yoktur. Varsa da uzun süre yaşayamaz ya da orada yaşamak için özel bir mutasyona uğramıştır, örneğin kanındaki hemoglobin sayısını arttırmıştır. Bu gibi yüksek yerlerde (oksijenin az olduğu yerlerde) yaşayabilmek için sahip olduğumuzdan daha fazla hemoglobine ihtiyaç duyarız. Hemoglobin kanımızda oksijeni organlarımıza taşıyan varlıktır. Oksijen miktarının düşük olduğu yerlerde nefes nefese kalmamız hemoglobinlerin yeterli oksijeni taşıyamamasıdır. Bunu dengelemenin iki yolu var, ya hemoglobini arttırcan ve az olan oksijeni taşıyacak daha fazla işçin olacak ve 1 seferde 100 yerine 1000 oksijen taşıyacaksın ya da oksijen çok olacak ve ekstra hemoglobine ihtiyaç duymadan yükseklerde (ya da denizlerde falan, oksijenin olmadığı ya da az olduğu yerlerde) daha uzun süre ya da kalıcı olarak takılabileceksin. Ha bu arada yanlış anlaşılmasın, oksijen hiç olmazsa da ölürsün.
Dev böceklerle bir arada yaşardık
Bu konuda ortaya atılan teoriler paleozoik dönemden kalma fosillerle hiç karşılaşılmadığı için henüz kanıtlanabilmiş değil. Ama yapılan araştırmalara göre böceklerin büyüklükleri ile havadaki oksijen miktarı arasında doğrusal bir orantı olduğunu gösteriyor. Oksijenin az olduğu bölgelerdeki böceklerin daha küçük boyutta olması ve oksijenin kısmi basınç miktarının yüksek olduğu bölgelerde trakeal solunum yöntemlerinin daha gelişkin olması, trakeal solunum sistemlerinin gelişkin olmasının da böceklerin vücutlarında büyümeyle sonuçlanacağı bu teoriye kanıt niteliği taşıyor. Bu konuda daha detaylı bilgi almak isteyeniniz olursa şu makaleyi inceleyebilirsiniz.
Herkes daha ayık, daha hareketli ve daha mutlu olurdu
Uçaklar havadayken bir problem çıktığında kafanın üstünden oksijen maskesi düşüyor ya, o oksijen maskesi aslında sen ölüme gitmeden evvel sana bir miktar daha iyi hissettirmeyi amaçlıyor. 🙂 Yani tam böyle değil de, böyle kabul etmek daha güzel. Havadaki oksijen miktarı ile insanların bilişsel özellikleri arasında da doğrusal bir orantı mevcut. Ne kadar fazla oksijen olursa o kadar iyi hissediyoruz kendimizi. Ormana, yeşil alana gittiğimizde kendimizi iyi hissetmemizin sebebi bu. Hani annelerimiz der ya temiz iştah açar diye, o da doğru. Çünkü oksijenin fazla olması vücudun harcadığı enerji miktarını arttırıyor (içten yanmalı motor gibi düşünebiliriz vücutlarımızı da) ve daha çabuk acıkıyoruz. Şayet atmosferdeki oksijen miktarı artarsa olimpiyat sporcuları rekorlarını çok daha ileri taşır ve sen ben gibi sıradan insanlar da hiç bir şey yapmadan fit olabilirdik (ihtimal).
Daha az hasta olurduk
Bir zamanlar bağışıklık sistemimizin oksijenden bağımsız olarak çalıştığını sanıyor ve cahilliğimizin farkında olmaksızın, kendimizle övünüyorduk. Fakat sonradan anladık ki bağışıklık sistemimiz nötrofil denilen (beyaz kan hücreleri) minnak hücrelere sahip ve bunlar NADP oksidazı sayesinde işgalci bakteri ve mantarların hücre zarlarına iyonlar fırlatıp onları parçalanmaya zorluyor. NADP oksidazının sayısı ise oksijen miktarına bağlı. Yani ne kadar fazla oksijen o kadar fazla oksidaz.
Genç ölürdük (…ama hızlı yaşardık)
Anlattık işte, oksijen çok olunca vücut daha hızlı çalışıyor, daha sağlıklı oluyor, daha mutlu oluyoruz vs vs. Tüm bu iyi yanlarının yanında metabolizmanın tamamı kalıcı olarak hızlanıp daha fazla enerji üreteceğinden proteini daha hızlı üretir, DNA’larımızı daha hızlı çoğaltır ve hücre içi iletişimi de daha hızlı gerçekleştirirdik, ki bunlar vücudumuzda serbest radikaller denilen reaktif oksijen türlerinin ortaya çıkmasına sebep olurdu. Serbest radikaller kararsız yapıdadırlar ve kararlı hale gelmek için hücrelerimize saldırırlar. Buna oksidatif stres denir. Adında stres kelimesi var diye hastalık falan sanmayın. Ama MS; alzheimer, parkinson ve daha pek çok hastalığa sebep olduğunu belirtelim. Yani oksijen iki ucu boklu değnek aslında ya da her şeyin fazlası zarar!
Dünya’nın sonu gelirdi
Bu kadar anlattıktan sonra sonuca gelelim. 🙂 Oksijenin 5 saniyeliğine yok olması durumunda neler olabileceğini zaten anlatmıştık ve hiç de iyi şeyler olmuyordu. Şimdi aynısını oksijenin 2 katına çıkması için de söyleyebiliriz. Oksijen cidden iki ucu boklu değnektir. Azalması da, artması da Dünya için de, canlılar için de hiç iyi sonuçlanabilecek bir şey değildir. Bir kere kafadan her yer alev alırdı. Küçücük bir kıvılcım, çaktığınız çakmaktan tutun da, bir kibrit çöpüne dek herhangi bir kıvılcım çok büyük yangınlara sebep olabilirdi. Yangın bölgelerindeki eko-sistemin kendisini hızlı bir biçimde tamir ettiğini söyleyen teoriye rağmen, Dünya çok fazla canlı türünü kaybederdi. Ayrıca, bir önceki maddede belirttiğimiz gibi, serbest radikallerin sayısını arttırırdı ve serbest radikaller cidden vücudumuzun kötü çocuklarıdır. Metaller çok daha hızlı paslanır ve çürümeye başlarlardı. Dolayısıyla etrafımızdaki metal içerikli eşyaların tümü çok daha hızlı biçimde zarar görürdü.
Her şeyin fazlası zarar
Dünya’daki hemen hemen her şeyin zehirli olduğunu unutmayın. Sadece neyi ne kadar aldığımız bizi hayatta tutan ya da öldüren şeyi belirliyor. Şayet kısa sürelerde çok fazla su bile tüketirsek hayatımızı kaybederiz. Fazla su tüketmek vücuttaki tuz dengesini bozar ve bu da beynimizin büyümesine sebep olur, ki nihayetinde ölürüz. PeerJ isimli bir derginin ABD’de yaptığı bir araştırmaya göre atmosferdeki oksijen miktarı ile akciğer kanseri olan hastalar arasında doğrusal bir oran var. Atmosferdeki oksijen miktarı Dünya’nın her yerinde aynı değil. Kaliforniya ile Colorado arasında 3500 metreye yakın yükseklik farkı var ve bu iki bölgedeki oksijen seviyesindeki farklılık %34.9 civarında. Bu gibi yükseklik farkı (oksijen seviyesi farkı) olan bölgelerde yapılan araştırmaya göre yüksek bölgelerde yaşayanların akciğer kanserine yakalanma riskleri oldukça azmış. Sonuç olarak oksijenin fazlası da azı da zarar. İçinde bulunduğumuz ahval, canlı yaşamına fazlasıyla uygun ya da biz bu şartlara fazlasıyla uyum sağlamış durumdayız, bunu karıştırmanın, bir şeyleri değiştirmenin anlamı yok. Yaşayın ya işte. 🙂