Müzik tarihi boyunca kadınların rolü çoğu zaman gölgede bırakılmış, hatta görmezden gelinmiştir. Bestecilik denince akla genellikle erkek isimler gelse de, gerçekte sahne arkasında hem kendi çağını etkilemiş hem de müzik dünyasının geleceğini değiştirmiş olağanüstü kadınlar vardır. Antik Bizans’tan modern elektronik müziğe, manastır ilahilerinden Hollywood film müziklerine kadar kadın besteciler her dönemde sanatın sınırlarını zorlamış, bazen önyargılarla, bazen hastalıkla, bazen de toplumsal baskılarla mücadele ederek seslerini duyurmuşlardır. Kassia’nın ilahilerinden Hildegard von Bingen’in mistik melodilerine, Boulanger kardeşlerin klasik müziğe kazandırdıklarından Florence Price’ın ırk ve cinsiyet engellerini aşan senfonilerine, Wendy Carlos’un elektronik müziği devrimleştiren çalışmalarıyla Lisa Gerrard’ın ruhani vokallerine kadar uzanan bu yolculuk, yalnızca müzik değil, aynı zamanda insan ruhunun ve yaratıcılığın gücünü de anlatıyor. İşte müzik dünyasını şekillendiren kadın besteciler…
1. Kassia (MS 810 – MS 865 civarı)
Kassia, bugün bile eserlerini dinleyebildiğimiz en eski ve en önemli kadın bestecilerden biri. Ama yaşadığı dönemde, sırf kadın olduğu için erkek meslektaşları onu küçümsedi. Zamanla onun yeteneğini görmezden gelmenin mümkün olmadığını fark ettiler ve Kassia, dini müzikte saygı duyulan bir isim haline geldi.
810 yılında Bizans İmparatorluğu’nda soylu bir ailede doğan Kassia, iyi bir eğitim aldı: Hristiyan teolojisi, Yunan edebiyatı, felsefe… Yani hem aklı hem de kalemi güçlüydü. 843’te İstanbul’da kendi manastırını kurdu, burada hem rahibe hem de sanatçı olarak üretmeye devam etti.
Kassia’nın müzik anlayışı Bizans kilise modları üzerineydi; özellikle de metinlerdeki duyguyu melodilere yansıtmasıyla dikkat çekti. Yani onun ilahileri sadece kulaklara değil, kalplere de dokunuyordu.
2. Hildegard von Bingen (1098 – 1179)
“Ren Sibyli” lakabıyla tanınan Hildegard, yalnızca bir besteci değildi. Botanikçi, şifacı, mistik, yazar, vizyoner… Yani tam anlamıyla çok yönlü bir Orta Çağ kadınıydı.
Hildegard’a göre beden ve ruh birlikte iyileşirdi. Bunun için bitkiler, beslenme ve bakım kadar müzik de şarttı. Bu inançla kaleme aldığı 70’ten fazla eseri Symphonia armoniae celestium revelationum adlı koleksiyonda toplandı.
Onun müziği sıradan Gregorian ilahilerinden ayrılır. Uzun melismalar, tekrarlayan melodik motifler ve sınırları zorlayan bir monofoni anlayışıyla, dönemin çok ötesinde eserler ortaya koydu. Üstelik Ordo Virtutum adlı ahlak oyunu, Orta Çağ’da müzik ve tiyatroyu birleştiren ilk büyük örneklerden biridir.
3. Brunswick-Wolfenbüttel Düşesi Anna Amalia (1739 – 1807)
II. Frederick’in kız kardeşi olan Anna Amalia, ayrıcalıklı bir hayatın içinde doğdu. Evliliği kısa sürdü, kocasını erken yaşta kaybetti. Ama bu zor durum onun için yeni bir kapı açtı. Weimar’daki ihmal edilmiş sarayı devraldı ve orayı kısa sürede bir kültür merkezine dönüştürdü.
Mali zekâsı sayesinde Weimar’ın borçlarını kapattı, üniversiteyi destekledi, üstelik 600’den fazla önemli eseri içine alan bir müzik kütüphanesi kurdu. Bu, J.S. Bach gibi devlerin eserlerini geleceğe taşımada kritik bir rol oynadı.
Bestecilikte ise kendine has bir yol izledi. C.P.E. Bach’ın duygulu stilinden ve Sturm und Drang akımından etkilendi. Günümüze ulaşan az sayıda eseri arasında flüt sonatları ve operatik parçalar var. Ama asıl önemi, müzik sevgisini halkla paylaşmasında yatıyor.
4. Florence Price (1887 – 1953)
Florence Price, ABD’de büyük bir ilki gerçekleştiren isimdi: Bir senfonisi büyük bir orkestrada icra edilen ilk siyah kadın besteci. Mi Minör Senfonisi 1933’te Chicago’da seslendirildiğinde, eleştirmenler eseri “tutkulu, ölçülü ve kusursuz” olarak tanımladı.
Florence’ın müzik yolculuğu erken yaşta başladı; annesi müzik öğretmeniydi ve kızının yeteneğini destekledi. Konservatuvar eğitiminden sonra müzik bölüm başkanlığı yaptı, evlendi, çocuk sahibi oldu. Ancak güneydeki ırkçılık yüzünden ailesiyle Chicago’ya taşınmak zorunda kaldı. Orada eğitimine devam etti ve bestecilikte daha da derinleşti.
Onun eserlerinde Afro-Amerikan kilise geleneği, Avrupa Romantik müziğinin etkileri ve Harlem Rönesansı’nın ruhu birleşir. Hem köklerine sadık kaldı, hem de evrensel bir dil yakaladı. Bu nedenle Florence Price, yalnızca Afro-Amerikan müziği için değil, tüm klasik müzik tarihi için dönüm noktasıdır. Müzik dünyasını şekillendiren kadın besteciler yazımıza devam ediyoruz.
5. Nadia Boulanger (1887 – 1979)
Müzik tarihine damgasını vuran Boulanger kardeşlerden biri olan Nadia, aslında kendisi bir besteci olmasına rağmen, en çok “20. yüzyılın en etkili müzik öğretmeni” unvanıyla bilinir. Onun öğrencileri arasında Leonard Bernstein, Philip Glass, Aaron Copland, Quincy Jones ve hatta Astor Piazzolla gibi devler vardır. Yani Nadia olmasaydı, belki de modern müzik tarihinin seyrini bildiğimiz şekilde yaşamayacaktık.
Paris Konservatuvarı’na çocuk yaşta giren Nadia, dönemin ünlü isimlerinden eğitim aldı: Gabriel Fauré’den kompozisyon, Paul Vidal’den armoni, Charles-Marie Widor’dan org… Kendisinin önü çok açıktı ama küçük kız kardeşi Lili’yi genç yaşta kaybetmesi hayatını tamamen değiştirdi. Nadia, bir daha beste yapmamaya yemin etti ve tüm enerjisini eğitimcilik yolunda harcadı.
Öğretim felsefesi çok özeldi: Öğrencilerine kuru kurallar ezberletmek yerine, onlara kendi seslerini bulmayı öğretti. Belki de bu yüzden ondan yetişen her besteci bambaşka bir tarza sahipti.
Nadia yalnızca bir öğretmen değil, aynı zamanda bir öncüydü. Londra’daki Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nı yöneten ilk kadın oldu. Amerika’da büyük orkestraları da yönetti ve bu onun “cam tavanları” yıkan isimlerden biri haline gelmesini sağladı. Üstelik Monteverdi ve Stravinsky gibi bestecilerin eserlerini yeniden gündeme taşımakta da önemli bir rol oynadı.
6. Lili Boulanger (1893 – 1918)
Nadia’nın küçük kız kardeşi Lili, kısacık yaşamına rağmen müzik dünyasında unutulmaz bir iz bıraktı. Daha iki yaşındayken ciddi sağlık sorunları başladı. Ancak bu, onun yeteneğini gölgeleyemedi.
1913 yılında henüz 20 yaşındayken Prix de Rome ödülünü kazanan ilk kadın oldu. Eseri Faust et Hélène jüriyi öylesine etkilemişti ki, ödülün bir kısmını başka bir besteciyle paylaşmaya karar verdiler. Ama tarihe geçen isim Lili oldu.
Sağlığı hiçbir zaman düzelmedi. I. Dünya Savaşı yıllarında Roma’da geçirdiği dönem bile hastalıkla mücadeleyle geçti. Yine de kısa ömrüne sığdırdığı eserler, hem teknik derinliği hem de duygusal yoğunluğuyla 20. yüzyıl müziğinde özel bir yere sahiptir. 25 yaşında hayata veda ettiğinde ardında zengin ama hüzünlü bir miras bıraktı.
Boulanger kardeşler birlikte düşünüldüğünde, biri (Nadia) öğretici ve yol gösterici, diğeri (Lili) üretici ve yenilikçiydi. İkisinin birleşimi, kadınların müzikteki rolünü güçlendiren çok önemli bir etki yarattı.
7. Wendy Carlos (1939 – )
Elektronik müziğin öncülerinden bahsedilecekse, Wendy Carlos’u atlamak imkânsızdır. Ona sık sık “Moog’un Annesi” ya da “Elektronik Müziğin Vaftiz Annesi” denir. Çünkü Moog synthesizer’ın gelişiminde bizzat katkıları olmuş, elektronik müziği laboratuvar deneylerinden çıkarıp konser salonlarına taşımıştır.
1968’de yayımladığı Switched-On Bach albümü, J.S. Bach’ın eserlerini Moog synthesizer ile yeniden yorumladı. Bu albüm sadece Grammy ödülü kazanmakla kalmadı, aynı zamanda synthesizer’ın ciddi bir müzik aracı olduğunu tüm dünyaya kanıtladı.
Wendy’nin hayatında kişisel bir mücadele de vardı. Doğuştan erkek olarak dünyaya gelen Wendy, uzun yıllar cinsiyet disforisi yaşadı. 1960’ların sonunda geçiş sürecine başladı ve 1979’da trans bir kadın olduğunu açıkladı. Dönemi için bu, oldukça cesur bir adımdı. İlginçtir ki halk tepkisi büyük ölçüde olumlu oldu.
Onun vizyonu sadece teknolojiyle sınırlı değildi. Wendy, elektronik müziğin “yapay” değil, sadece “farklı” bir tür olduğunu savundu. Yani tıpkı piyano ya da keman gibi, kendi duygularınızı ifade edebileceğiniz bir enstrümandı.
Bugün hâlâ müziğinin izini sürmek isteyenlerin CD ve plaklara yönelmesi gerekiyor çünkü Wendy, eserlerinin dijital platformlarda yayılmasına sıcak bakmıyor. Bu da onu keşfetmeyi biraz daha özel kılıyor.
8. Lisa Gerrard (1961 – )
Müzik dünyasını şekillendiren kadın besteciler yazımızın sonuna geldik. Dead Can Dance grubunun büyülü sesi Lisa Gerrard’ı muhtemelen Gladiator filminden tanıyorsunuz. Hans Zimmer ile yaptığı bu işbirliği, onun eşsiz vokal tekniğini tüm dünyaya duyurdu. Lisa’nın sesi kontralto aralığında; yani güçlü, derin ve dramatik. Ama onu özel kılan sadece bu değil: O, şarkılarını kendi “uydurma diliyle” (idioglossia) söylüyor.
Kulağa garip gelebilir ama aslında bu, müziği kelimelerin ötesine taşıyor. Dinlerken gerçek bir dil aramıyorsunuz; onun sesinde duyguların evrenselliğini buluyorsunuz.
1995’te yayımladığı The Mirror Pool albümü, ruhani ve etnik öğeleri klasik orkestrasyonla birleştirdi. Röportajlarında müziği, “başka bir boyutla bağlantı kurma aracı” olarak gördüğünü söylüyor. Belki de bu yüzden eserlerinde mistik bir hava var.
Dead Can Dance ile birlikte dünya müziği, darkwave ve ambient tarzlarını harmanladı. Ayrıca The Whale Rider, Oranges and Sunshine gibi filmler için yaptığı müziklerle de sinema dünyasında iz bıraktı. Lisa Gerrard, dinlerken insanı âdeta kendi iç yolculuğuna çıkaran bir sanatçı. Onun müziği, belki de kelimelerle anlatamayacağımız duyguların sesi.