Klasik müzik sizin için Mozart ile Beethoven arasında biten bir hikâyeyse, asıl eğlenceyi kaçırıyorsunuz demektir! Çünkü çağımızın bestecileri öyle işler yapıyorlar ki, hem ruhumuzu sarıyor hem de tüylerimizi diken diken ediyor. Sesle resim çizenler, notalarla film çekenler, elektronikle klasik müziği bir çorba gibi karıştırıp bize ziyafet sunanlar var artık sahnede. Ve evet, çoğu kadın, çoğu genç, bazıları DJ kabininden geliyor, bazılarıysa kilise sessizliğinden. Ama hepsi ortak bir şeyi yapıyor: Müziği yeniden yazıyorlar. Sesin ruhunu yakalayan Kaija Saariaho’dan, Joker film müziğiyle Oscar alan Hildur Guðnadóttir’e… İşte günümüzün klasik müzik bestecileri…
1. Kaija Saariaho
Finlandiyalı Kaija Saariaho, sadece bir besteci değil, adeta sesin ruhunu yakalayan bir sanatçı. 1952 yılında Helsinki’de dünyaya geldi. Müzikle kurduğu bağ, onu doğrudan Sibelius Akademisi’ne sürükledi. Ama Saariaho sıradan bir “notadan notaya” besteci değil; matematiksel düşünceyi, sesin dokusunu ve psikolojik derinliği öyle bir harmanlıyor ki, dinlerken gerçeklikle bağınız kopuyor.
Eğitimine Almanya’daki Freiburg Müzik Yüksekokulu’nda devam ederken, serializm gibi bol matematikli, akıl karıştırıcı tekniklerle uğraştı. Ama sonra bu tarzın da ona yetmediğini fark etti ve soluğu spektralizmde aldı. Sesin içinde saklı renkleri araştırdı. Ve evet, kulağa bilim kurgu gibi geliyor ama Saariaho’nun müziği tam da öyle: Hem rüya gibi hem kâbus gibi.
2. Thomas Adès
1971 Londra doğumlu Thomas Adès, müzik dünyasının afacan dâhilerinden biri. Hem klasik müziğin kurallarını biliyor, hem de bu kurallarla oynarken bir çocuğun LEGO’larla kale yapması gibi eğleniyor. Suriye-Yahudi kökenli bu besteci, Cambridge’te eğitim aldıktan sonra Royal Academy of Music’te profesörlük yapacak kadar işin ehli.
Ama asıl mesele ne yaptığı: Shakespeare’in The Tempest’ini aldı, opera yaptı, Powder Her Face’te ise müzik aracılığıyla cinsellik gibi tabu konuları sahneye taşıdı. Evet, biraz sınırları zorlayan bir tip kendisi. Eleştirmen Rex Levang’in dediği gibi, “Adès dinleyiciye hazmedebileceğinden fazlasını sunuyor.” Ama öyle bir sunuyor ki, her melodide bir gizem, her armonide bir şaşkınlık saklı.
1935’te Estonya’nın küçük Paide kasabasında doğan Arvo Pärt’in müziği tam anlamıyla bir “iç yolculuk.” Gençliğinde modern tekniklerle dans edip mutlu olmayan Pärt, Orta Çağ müziğine ve manastır sessizliğine yöneldi. Müziğinde bir tür ruhani sadelik var: Sessizlik bile notaymış gibi kullanılıyor. Hermann Cohen’in yorumuyla Pärt’in müziği, “modernliğe karşı sessiz bir protesto.” Dinlerken sanki bir kilisede mum ışığında yürüyormuş gibi hissedersiniz. Derin, sade, ama çok güçlü. Günümüzün en büyük klasik müzik bestecileri yazımıza devam ediyoruz.
4. Jennifer Higdon
Brooklyn’de doğmuş ama Tennessee’de büyümüş bir kız çocuğunu düşünün. Klasik müzikten eser yok çevresinde, onun müzik dünyası Beatles ve Joni Mitchell ile dolu. Ama lise perküsyon grubuna katılması hayatını değiştiriyor. Klasik müzikle tanışması geç oluyor, resmi eğitim almadan konservatuvara giriyor ve zorluklar başlıyor. Ama Higdon yılmıyor.
Flütle başladığı müzik yolculuğu, Grammy ödülleriyle, Pulitzer’la taçlandı. Eserleri o kadar enerjik, o kadar duygusal ve anlatımlı ki, Amerika’da çağdaş klasik müziğin yıldızı oldu. Financial Times’ın dediği gibi: “Orkestra müziği yazmanın modası geçti derken Jennifer Higdon geldi!” Müzik onun için bir ifade biçimi ve o bu ifadeyi sonuna kadar kullanıyor.
Geldik, çağımızın klasik müzik bestecileri listemizin minimalist büyücüsüne: Steve Reich. 1936’da Broadway’de doğmuş bir adamdan bahsediyoruz; evet, müzikle doğmuş gibi bir şey. 1960’larda “minimalizm” akımının öncülerinden oldu. Müziği, kulağa tıpkı bir meditasyon gibi geliyor: Tekrarlar, döngüler, küçük değişimlerle büyüyen ses dünyaları…
Reich, müziği saklamıyor; açıyor, gösteriyor. Müzik onun için “algılanabilir bir süreç” ve bu sürecin kendisi sanat. “Müzik Kademeli Bir Süreçtir” adlı yazısında dediği gibi: “Müziği duymak istiyorum, hissetmek değil sadece; takip etmek, çözmek istiyorum.”
6. Unsuk Chin
Unsuk Chin, 1961’de Güney Kore’nin başkenti Seul’de doğdu. Sadece doğmakla kalmadı müzikle adeta nefes alıp vermeye başladı. Piyanoyu kimden öğrenmiş dersiniz? Kimseciklerden değil! Tam anlamıyla kendi kendine öğrenmiş. Bu azimle Seul Ulusal Üniversitesi’nde kompozisyon okudu ve müzikle olan bağı akademik boyuta taşındı. Yetmemiş olacak ki soluğu Almanya’da, Hamburg Müzik ve Tiyatro Yüksekokulu’nda aldı. Burada da çağdaş klasik müziğin dâhilerinden György Ligeti ile çalıştı.
Unsuk Chin’in müziği belli bir ülkeye, kültüre ya da geleneksel köklere sıkışmıyor. Evrensel, deneysel ve zaman zaman da çılgın bir ses yolculuğu diyebiliriz. Stravinsky ve Bartók gibi devlerden ilham alıyor ama aynı zamanda elektronik müziğe de göz kırpıyor. Şiirle, klasik metinlerle iç içe geçen vokal eserleri, sesin sınırlarını zorlayan birer deneyim. The Times bile diyor ki: “Unsuk Chin, duygusunu ortaya dökmez, onun müziği sesin kendisidir.” Yani gözyaşlarıyla değil, frekanslarla dans ediyor.
1982’de İzlanda’nın buz gibi ama ilham dolu başkenti Reykjavík’te doğan Hildur Guðnadóttir, bu listedeki en genç besteci. Aynı zamanda en popülerlerinden biri! İsmini ilk kez duymuş olabilirsiniz ama eserlerini muhtemelen defalarca dinlediniz.
The Joker, The Revenant, Chernobyl… Evet, evet hepsi onun müziğiyle hayat buldu. 2019’da Chernobyl dizisiyle adeta ödül koleksiyonu yaptı: Emmy, Grammy, BAFTA! Bir de üzerine Oscar alarak En İyi Film Müziği dalında bu ödülü kazanan ilk kadın besteci unvanını kaptı. Alkışlar lütfen!
Guðnadóttir müzikle büyüyen biri. Babası besteci ve klarnetçi, annesi ise opera sanatçısı. Yani müzik onun DNA’sına kodlanmış. Pitchfork onun Joker müzikleri için şöyle demişti: “En karanlık anlarda bile o müzikte garip bir şefkat, kırılgan ama zarif bir güzellik var.” Resmen ruhunuzun içine işleyen melodiler yaratıyor.
8. Missy Mazzoli
Amerikan ruhunu klasik müzikle harmanlayan Missy Mazzoli, 1980 doğumlu ve enerjisiyle adeta bir kasırga gibi. Boston Üniversitesi, Yale ve Hollanda’daki Lahey Kraliyet Konservatuvarı derken, eğitimini dünyanın dört bir yanına yaymış. Sadece bir besteci değil, aynı zamanda eğitmen, mentor ve müzik aktivisti!
The Guardian’dan John Lewis, onun için şöyle demişti: “Müzik türleriyle ilgili tüm önyargılarınızı unutun. Missy sizi hiçbir şey bilmeden dinlemeye davet ediyor.” Yani onun eserini dinlerken klasik müzikle ilgili tüm kalıpları rafa kaldırın, çünkü Mazzoli sizi kendi müzik evrenine çekip bırakmıyor!
9. Mason Bates
1977, Virginia doğumlu Mason Bates biraz “farklı” biri. Neden mi? Çünkü bir yandan klasik müzik bestecisi, diğer yandan elektronik dans müziği DJ’i! Klasik ve elektronik müziği öyle bir karıştırıyor ki, dinlerken kendinizi bir yandan senfoni salonunda, diğer yandan underground bir kulüpte gibi hissediyorsunuz.
Onu Steve Jobs’un hayatını anlatan operadan ya da Sea of Trees filminin müziklerinden tanıyor olabilirsiniz. Ama asıl farkı, “hikâye anlatan senfoniler” yaratmasında. Hem sesleri birleştiriyor, hem de duyguları… Pitchfork, onun müziği için “dijital ile organiğin buluştuğu büyülü bir dünya” diyor. Ve Bates’in bu dünyada kuralı tek: Seslerden büyüleniyor. Nereden geldikleri önemli değil.
10. Anna Clyne
Günümüzün en büyük klasik müzik bestecileri yazımızın sonuna geldik.1980’de Londra’da doğan Anna Clyne’in hikayesi “erken başlayanlar kazanır” dedirten cinsten. İlk bestesini 11 yaşındayken yazdı! Sonrasında Edinburgh Üniversitesi ve Manhattan Müzik Okulu gibi prestijli okullarda okudu. Müziğe hem akademik hem de duygusal bir bağla bağlı.
Amerika’ya yerleşip kariyerini orada sürdüren Clyne, aynı zamanda genç müzisyenlere yol gösteriyor. Eserlerinde gelenekle yeniliği öyle ustaca harmanlıyor ki, dinlerken tanıdık tınılar içinde yepyeni bir dünyanın kapılarını aralıyorsunuz.
Cleveland Classical onun Mythologies albümü için diyor ki: “Gelenek ve icadın kusursuz birleşimi. Hem tanıdık hem taptaze bir ses.” Clyne müziğiyle sadece kulağınıza değil, ruhunuza da dokunuyor.