Ana sayfa » Tarih » MK-Ultra: Soğuk Savaş Döneminde CIA’in Gerçekleştirdiği Zihin Kontrolü Deneyleri
MK-Ultra: Soğuk Savaş Döneminde CIA’in Gerçekleştirdiği Zihin Kontrolü Deneyleri
Soğuk Savaş yıllarında, ideolojiler çarpışırken ve teknolojiyle güç gösterisi yapılırken, Amerika'nın kalbinde karanlık bir proje doğdu. CIA, 1953’te MK-Ultra adını verdiği bir program başlattı.
20. yüzyılın ortası, insanlık tarihine yalnızca savaşlar, uzay yarışı ya da nükleer gerilimlerle kazınmadı. O dönemde aynı zamanda görünmeyen, isimsiz ve soğuk bir cephede verilen savaşla da yapılıyordu: zihin savaşı. Bu savaşın ön cephesi ise ne cephe hatlarında ne de meclis salonlarında kuruldu. Bu mücadele, insanların en mahrem alanında, yani zihinlerinde verildi. Soğuk Savaş döneminde paranoya, ideolojik kutuplaşma ve teknolojik yarış keskinleşti. Bu atmosferde, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), yalnızca düşmanlarını değil, kendi vatandaşlarını bile birer denek haline getirecek kadar ileri gitti. “Düşmanın silahlarını tanımak için onun kadar acımasız olmak gerekir” mantığıyla hareket eden CIA, 1953 yılında MK-Ultra adlı bir proje başlattı. Bu projenin amacı, zihin kontrolü tekniklerini araştırmak, geliştirmek ve kullanmaktı. Ama yöntemi öylesine ahlak dışı, öylesine gizliydi ki, deneylerin yapıldığı yıllarda ne halkın ne de siyasi otoritelerin büyük kısmının bundan haberi oldu. Rızası olmadan uyuşturucu verilen siviller, elektroşok uygulanan mahkumlar, hipnoz altında sorgulanan ruh hastaları… Hepsi, Amerikan demokrasisinin gölgesinde yürütülen bu korkunç programın sessiz kurbanlarıydı. MK-Ultra, etik değerlerin yok sayıldığı, insan haklarının ayaklar altına alındığı, bilimin karanlıkla iç içe geçtiği bir dönemin sembolü haline geldi.
10 Nisan 1953 günü, CIA’in yeni atanan müdürü Allen Dulles, Princeton mezunlarının bir araya geldiği bir etkinlikte kürsüye çıktı. Toplantı, ilk bakışta sıradan bir buluşma gibi görünse de, dünya sahnesinde büyük fırtınalar kopuyordu
Kore Savaşı sona yaklaşmıştı. The New York Times gazetesi ise daha birkaç gün önce, savaş esiri olarak geri dönen bazı Amerikalı askerlerin komünist propagandayla beyinlerinin yıkanmış olabileceğini yazmıştı. İşte tam da bu ortamda, Allen Dulles önemli bir konuşma yapacaktı.
Amerikalı askerlerden bazıları, esaret altındayken mikroplarla biyolojik savaş yaptıklarını itiraf etmişti. Ki bu suçlamaları ABD hükümeti kesin bir dille reddediyordu. Hatta bazı askerler, ülkelerine dönmeyi bile reddetmişti! O dönem Amerikan kamuoyu için bu iddialar şok ediciydi. Ve tüm bunların üstüne, ABD’nin İran’da demokratik yollarla seçilmiş bir lideri devirmeyi planladığı gizli operasyonlara başlamasına sadece haftalar kalmıştı.
Allen Dulles, CIA’in ilk sivil lideriydi ve o günkü konuşması, kurumun bundan sonra nasıl bir yön izleyeceğine dair ipuçları taşıyordu. “Zihinler için bir savaş veriyoruz,” dedi. “Bir ideoloji savaşı. Ama bu savaşın ne kadar tehlikeli bir hale geldiğini gerçekten kavrayabiliyor muyuz?” Dulles, artık bu mücadeleyi “beyin savaşı” olarak adlandırıyordu. Ona göre Sovyetlerin kullandığı zihin manipülasyonu teknikleri son derece etkiliydi. Ama aynı zamanda korkunç, iğrenç ve insanlık dışıydı.
Konuşmasında, Kore’den dönen ve adeta eski hallerinin birer gölgesi haline gelen Amerikan askerlerini örnek verdi. Bu askerler, aylar boyunca duydukları komünist propagandayı papağan gibi tekrarlıyordu. “Acaba Sovyetler bu dönüşümü nasıl sağlıyordu? Hipnoz mu yapıyorlardı? Kimyasallar mı kullanıyorlardı? Yoksa bambaşka, bilinmeyen bir şey mi?” diye sordu. Ve şu cümleyle devam etti: “Biz Batı dünyasında bu beyin savaşında biraz geride kaldık.” Dulles, etik sınırları aşan deneylerin Amerikan değerlerine tamamen aykırı olduğunu da özellikle vurguladı.
Ama işin aslı pek öyle olmadı.
Dulles, Sovyetlerin tekniklerini “ahlak dışı” diye yerden yere vurduktan yalnızca üç gün sonra, CIA’in çok gizli projesi olan MK-Ultra resmen başladı. Bu proje, biyolojik ve kimyasal yöntemlerle zihin kontrolü uygulamalarını araştırmayı hedefliyordu
Kulağa çelişkili geliyor değil mi? “Amerikan değerleri” vurgusu yapan kişi, bir yandan insanlara rızaları dışında bilinç değiştirici deneyler yapılmasına onay vermişti.
MK-Ultra kapsamındaki deneyler; elektroşok tedavilerinden hipnoza, poligraf testlerinden radyoaktif maddelere ve en çok da LSD gibi halüsinojenik maddelere kadar uzanıyordu. Ve maalesef bu deneylerin çoğu, toplumu oluşturan en savunmasız kesimlerin üzerinde deneniyordu: devlet okullarındaki zihinsel engelli çocuklar, mahkumlar, ruh sağlığı hastanesindeki bireyler ve hatta haberi bile olmayan siviller…
CIA, özellikle mahkumları ideal denekler olarak görüyordu. Neden mi? Çünkü onlara “iyi hal indirimi” ya da birkaç saatlik özgürlük vaadiyle deneylere katılmaları sağlanıyordu.
Ünlü gangster Whitey Bulger, 1957’de Atlanta’daki bir hapishanede MK-Ultra kapsamında denek yapıldığını daha sonra yazdığı mektuplarda anlattı. Sekiz kişiyle birlikte LSD verildiğini ve yaşadıkları deneyimin travmatik olduğunu söyledi
Halüsinasyonlar, odanın şekil değiştirmesi, yoğun paranoya, korkunç kabuslar ve kan fışkıran duvarlar… Hatta bir noktada kameranın kafaya dönüşen bir köpeğe benzediğini gördüğünü anlatıyordu. Bulger, “Deliriyormuşum gibi hissediyordum,” diyordu.
CIA, LSD’ye özellikle yoğunlaşmıştı çünkü bu maddenin sorgulamalarda “gerçeği ortaya çıkarma” potansiyeli olduğuna inanılıyordu. Dahası, 1940’ların sonunda Sovyetlerin de LSD üzerinde çalıştığına dair istihbaratlar alınmıştı. CIA yetkilileri, “Bu madde yanlış ellerde çok tehlikeli olabilir, ama biz de kullanmayı öğrenmeliyiz,” diyordu.
1953 Kasım’ında, Maryland ormanlarında gizli bir kulübede on kişilik bilim insanı grubu toplandı. Tartışmaların sonunda şu karara vardılar: LSD’nin potansiyelini gerçekten anlayabilmek için rızası olmayan insanlar üzerinde denenmesi gerekiyordu.
CIA, MK-Ultra programını toplumdan gizli tutmak zorundaydı. Çünkü kamuoyunun bu projeyi öğrenmesi hâlinde, yaratacağı skandalın CIA’in meşruiyetini yerle bir edeceğini çok iyi biliyorlardı. 1957’de CIA baş müfettişi bir raporunda açıkça şunu yazmıştı: “Bu deneyler yalnızca düşmanlardan değil, Amerikan halkının gözünden de saklanmalı. Aksi halde siyasi ve diplomatik sonuçları çok ağır olur.”
1955’te CIA, San Francisco’da oldukça sıra dışı bir eve yatırım yaptı
225 Chestnut Street adresindeki bu evin dekorasyonundan sorumlu kişi ise sıradan biri değildi: George White, Federal Narkotik Bürosu’ndan emekli olmuş, sert mizaçlı, karanlık taraflara merakı olan bir isimdi.
White’ın tasarımı tam anlamıyla bir tuzaktı: Duvarlarda Fransız kankan dansçılarının resimleri, Toulouse-Lautrec posterleri, kırmızı saten perdeler, kadife koltuklar… Ancak amaç iç mimari değil, insanların aklını karıştırmak ve onları gözlemlemekti. Ev aslında bir “röntgen üssü”ydü.
White, çift taraflı ayna ve gizli dinleme cihazlarını döşettikten sonra aynanın arkasına geçti. Ardından seks işçileri devreye girdi. Görevleri, “müşterileri” odaya çekmek ve onlara fark ettirmeden LSD vermekti. Kadınlar karşılığında ufak bir ödeme alıyor ve gelecekte yasal bir sorun yaşarlarsa George White’ın onları koruyacağına dair söz alıyorlardı.
CIA bu “güvenli evleri” LSD’nin etkilerini gözlemlemek için kullanıyordu, ancak White’ın ilgisi kısa sürede başka bir yöne kaydı: cinsellik. İş, artık sadece halüsinojen etkileri incelemekten çıkmış, ajanların insanları nasıl manipüle edebileceğine dair daha kirli bir boyuta ulaşmıştı.
Bu deneyler CIA içinde başka bir ilginç tartışmayı da doğurdu. Devlet sırrı taşıyan bir kişi, seks sırasında ya da sonrasında ne kadar konuşkan olur? Ajansın bulgusu çarpıcıydı: En çok bilgi, cinsel birliktelikten hemen sonra elde ediliyordu. Bu “bilimsel veri”, CIA’in “cinsel operasyonlar” stratejilerinde yeni bir dönem başlattı
Ama işin en çarpıcı kısmı George White’ın itiraflarıydı. Seneler sonra “Tüm kalbimle çalıştım çünkü bu iş çok eğlenceliydi” diyecekti. Hatta şu sözleri, tarihe utanç verici bir kara leke olarak geçti:
“Tanrı’nın izniyle bir Amerikalı çocuk başka nerede yalan söyleyebilir, aldatabilir, çalabilir, öldürebilir ve tecavüz edebilirdi?”
CIA’in LSD ve zihin kontrolü çalışmaları 1963’e kadar sürdü
Ta ki CIA müfettişlerinden John Vance, bu deneylerin gönüllü olmayan insanlara gizlice yapıldığını fark edene kadar. Projenin bazı yetkilileri “devam etmesi gerek” dese de, Vance bunun etik dışı olduğunu vurguladı ve projeyi bitirmek için bastırdı.
Yıl 1977’ye geldiğinde, Senatör Edward Kennedy başkanlığında Kongre duruşmaları başladı. MK-Ultra’yla bağlantılı CIA çalışanları ifadeye çağrıldı. Ancak birçok kişi ya “hatırlamıyorum” dedi ya da soruları geçiştirdi. İş belgeleri açmaya geldiğinde ise şok edici bir gerçek ortaya çıktı:
1973’te, CIA içindeki bir emirle tüm MK-Ultra belgeleri imha edilmişti. Gerekçe? Katılımcıların “mahremiyeti” ve “utanç kaygısı.”
Bu belgelerle birlikte, Amerika’nın kendi halkı üzerinde yaptığı en karanlık deneylerden biri tarihin karanlıklarına gömüldü. Geriye sadece parçalanmış itiraflar, sansasyonel detaylar ve etik dışı deneylerin ağır gölgesi kaldı.