Dünyada güzel şeyler olmaya devam ediyor.
Televizyonlar sürekli çevre kirliliği, savaşlar, demokrasi ve kapitalizmi konuşurken bilim insanları sessiz sedasız bir araya gelerek tüm yer küreyi koca bir interferometreye çevirdiler. Sonunda ilk kez bir kara delikle göz göze geldik.
Ancak önce biraz başa alalım. Bu uzun soluklu iş nasıl başladı?
Eski bir hikaye
Başlamadan önce, aslında tüm bu olanların eski bir Pers hikayesiyle ilgili olduğu söylenilebilir…
Bir zamanlar kelebekler, alevin büyüleyici gizemini çözmek için bir araya gelirler. Bir dizi tartışmadan sonra ellerinde bulmacayı çözmek adına halen inandırıcı hiçbir şey yoktur. Nihayet içlerinden cesur olan bir tanesi öne çıkarak bu gizemin ancak gerçek bir deneyimle çözülebileceğini söyler ve bir dizi gönüllüyü ardından gelmeleri için ikna eder. Sonrasında hızlıca uçarak en yakındaki kaleye doğru yönelir. Pencereden geçer ve mumdan gelen ışığı görür.
Hemen geri döner, çok heyecanlıdır ve olan biteni anlatır. Ancak toplantıyı yöneten kelebek tüm bu anlattıklarının yeni bir bilgi olmadığını söyler.
Daha sonra gönüllülerden ikinci bir kelebek tekrar uçar, kalenin penceresinden geçer ve mumdaki aleve kanatlarıyla bir anlığına dokunur. Zar zor geri döner ve heyecanla yaşadıklarını anlatır. Oturumu yöneten kelebek halen memnun değildir. Bu sefer de “Bu anlattıkların yeteri kadar tatmin edici” değil der.
Ardından üçüncü kelebek uçar, pencereden geçip muma doğru yönelir ve doğrudan kendini aleve atarak yanar. Olan biteni izleyen yönetici kelebek diğerlerine dönerek şöyle der:
“Sonunda dostlarım, alev hakkındaki her şeyi öğrendik. Ancak bunun gerçek anlamda ne olduğunu yalnızca O bilebilir ve hepsi bundan ibaret.”
Tahmin edebileceğiniz gibi bu durum aynen kara deliklerin gizemiyle karşı karşıya gelmiş bilim insanlarına da rahatlıkla uyarlanabilir. Oldukça güçlü ekipmanlar kullanan bazı astronomlar, oldukça uzak mesafelerdeki kara delikleri çevrelerinde yarattıkları etkiler üzerinden gözlemlemeye başladılar. Tıpkı ilk kelebek gibi.
Var olduklarını anladılar ancak onların gerçek doğasıyla ilgili çok kısıtlı bir bilgiye sahiptiler.
Daha sonra teorik fizikçiler kara delik gizeminin daha derinlerine inmek için genel görelilik, kuantum mekaniği ve yüksek matematik gibi gelişmiş enstrümanlar kullanmaya çalıştılar.
Aynı ikinci kelebek gibi. Bu sefer ellerinde bir miktar bilgi vardı. Ancak fazla değil.
Üçüncü kelebeğe gelince,
Böyle bir durumda bir kara deliğin içine doğrudan dalması gerekiyor. Ancak kelebeğimiz bize geri dönüp olan biteni anlatamaz. Ve dahası, söz konusu kara delikler olduğunda izleyiciler de olan biteni göremezler!
Tanrıların nalbantı Hephaestus
Dünyada gördüğümüz her şey, devasa evrenin değişik bölgelerinde üretildi. Kanımızdaki demirden kemiklerimizdeki kalsiyuma ve karbona kadar her şey güneş benzeri yılızların kalbindeki nükleer reaksiyonlarda oluştu ve oluşmaya devam ediyor. Yakıtını tüketerek son günlerine yaklaşan uygun büyüklüKteki bir yıldız, bir süre sonra kendi kütle çekimine yenilmeden hemen önce genişleyip patlayarak evrenin uzak bölgelerine çeşitli elementler saçar ve çökerek bir kara deliğe dönüşür.
Yunan mitolojisindeki, tanrıları zırh ve silahla kuşatan, Pandora’nın kutusunu yapan ateş tanrısı demirci Hephaestus’un ocağı gibi.
Ve her bir ocağın ölümünde, kara deliklerin doğumuyla birlikte aslında dünyalarımız da bizlere gebe kalır…
Şimdilerde Genel Görelilik ve radyasyonun kuantumlanmasıyla birlikte mikro dünyaya girişimizin üzerinden 100 yıldan biraz fazla bir zaman geçmiş durumda. O günlerden beri büyük ölçekli cisimleri ve küçük ölçekli parçacıkları ayrı ayrı çok iyi açıklayan, ancak aralarında tam olarak
anlaşamayan bu iki teori; modern kuantum alan teorisinin bakış açısı ile Standart Model adı altında birleştirilmeye çalışıldı.
Bugün evrenimizdeki 4 temel kuvvet söz konusu olduğunda, standart modelin tek eksik parçası, elma hikayesiyle bilinen ve ilk keşfettiğimiz olmasına rağmen halen gizemini çözemediğimiz son kuvvet olan kütle çekim kuvvetidir.
Sanırım tüm dünyadaki fizikçiler söz konusu olduğunda sayısal olarak büyük çoğunluk açık ara gravitasyonculardadır.
Bu nedenle fizikçiler arasında yaygın olan bir espri vardır: Gravitasyoncular ve diğerleri… Ve işte tam da şu anda kara delik gizeminin üzerinde durmaya başladık.
Kara Delikler O Kadar da Kara Değil
Modern bilimde bilinen haliyle sorumuz ilk defa 1783 yılında soruluyor. Isaac Newton’ın evrensel kütle çekim yasası üzerine bir varsayımla başlıyoruz:
Çok büyük bir kütleyi oldukça küçük bir hacme sıkıştırırsak; bu çekim kuvvetinden kaçmak için gerekli olan hız değeri ışık hızını geçecek boyutlara gelirse ne olur? Dahası ışık böyle bir kütle çekiminden kaçabilir mi? Ve böyle bir şeyin mümkün olabileceği bir durum, bir sistem var mıdır?
Bu soru erken dönemlerde kafaları kurcalarken neyse ki sonraları ışığın dalga yapısında olduğu keşfedilince soru tozlu raflara kaldırıldı ve ışığın bu çekimden nasıl olsa bir şekilde kaçabileceği düşünüldü!
Ta ki Newton’ın mutlak olarak kabul ettiği uzayın o kadar da mutlak olmadığı anlaşılana dek.
Einstein konuya müdahil olmadan önce bir evren yaratmak için listede 3 şeyin olması gerekiyordu. Bir miktar madde, biraz enerji ve yeterli miktarda boş alan.
Einstein bu listeden bir maddeyi çıkarmayı başardı. Madde öyle sanıldığı gibi mutlak bir şey değildi ve bildiğimiz uzay enerjiden meydana gelebilirdi. Dahası madde ve enerji arasında bir dönüşüm vardı. Bu noktada mutlak ve çizgisel uzay da, yerini eğilip bükülebilen Uzay-Zaman örgüsüne bıraktı.
Her cisim, etrafındaki uzayı kütlesi ölçeğinde eğip bükeceğinden, evrenin dokusu yırtılmaya zorlanmakta, bu durumda büzülen uzaya karşın ters bir tepki veren zaman genişlemekte (time expension) ve uzay-zaman dokusunu hayatta tutmaktaydı.
Aynı etki, klasik fizikte yüksek doğrulukla hesaplayabildiğimiz örneklerde hareket eden cisimlerin hızlarını ışık hızına yaklaştırınca da yaşanmaktadır. Namludan çıkan bir merminin istenilen bir gelecekteki durumunu hesaplayabilmek 400 senedir mümkündür, ta ki mermi ışık hızıyla kıyaslanabilecek bir hızda atılana dek.
Elinizdeki bir ütüyle kumaşın üzerinden hızlıca geçtiğinizi düşünün. Ütünün tabanındaki kumaş büzülerek ütünün ucunda toplanır. İşte yüksek hızlarda hareket halindeyken uzaydaki bu bükülmeye karşılık zaman bir hava yastığı gibi hızla genişleyerek dokuyu dengeye tutmaya çalışır ve etrafınızın aksine zaman sizin için daha yavaş akmaya başlar. Yani geleceğe gitmiş olursunuz.
Bu iki durumu da Interstellar filminden hatırlayabilirsiniz. Uzay yolculuğuna çıkan astronotlarımız için farklı kütle çekim alanları içindeyken ve yüksek hızlı uzay seyahatleri sırasında zaman farklı şekilde akmış ve dünyaya döndüklerinde çok daha uzun bir süre geçtiğini görmüşlerdi.
Şimdi gelelim gizemin en zorlu yanına…
Eğer üçüncü kelebeğe benzer aslan yürekli bir astronot uzay gemisine binip bir kara deliğe gitmeye karar verirse ne olur?
Öncelikle hatırlatmakta fayda var.. kütle çekim kuvveti evrendeki 4 temel kuvvetten en zayıf olanı… Bunu kolaylıkla test edebilirsiniz. İşaret parmağınızı hafifçe yukarı doğru kaldırmaya çalıştığınızda bunu küçük bir kas grubuyla rahatlıkla yapabildiğinizi göreceksiniz. Halbuki burada karşı koyduğunuz kuvvet koca yer kürenin size uyguladığı toplam kütle çekimidir.
Bu nedenle astronotumuz uzayın -aslında o kadar da boş olmayan- boşluğundayken önceleri hiçbir şey hissetmez. Ancak bir kara deliğe yeteri kadar yaklaştığında, kütle çekim kuvveti git gide öylesine baskın bir hale gelecektir ki, cesur kaşifimizin ayaklarına ve başına etki eden kuvvetler arasındaki fark küçük bir mesafe farkına rağmen dayanılmaz boyutlara ulaşacak ve aleve çarpan kelebeğin akıbetine benzer bir durum ortaya çıkacaktır. Ancak biz yine de iyimser davranıp astronotumuzun git gide esneyerek lastik gibi uzadığını ve halen tek parça ve hayatta olduğunu düşünelim.
Bu süreç zarfında kütle çekim öylesine büyüktür ve kara delik etrafındaki uzay öylesine bükülmüştür ki, kara deliğe yaklaştığımız her an zaman genleşmesi nedeniyle 2 saniye arasında geçen süre git gide artacaktır. Ve nihayetindeki o görkemli anda 2 saniye arasındaki süre sonsuz olur, yani zaman durur.
Gülümseyin kara delik fotoğrafınızı çekti!
Yutulan cisimlerin son anlarından oluşan küre aslında kara deliğin yüzeyini oluşturmakta.
Halen çözülmesi gereken büyük paradokslar içermekte ve tam anlamıyla kabul edilmiş olmasa da, bilim insanları evrendeki 3 boyutlu bilginin kara deliklerin yüzeylerinde 2 boyutlu olarak saklandığına inanmaya eğilimliler.
Peki geri dönecek olursak, tüm bunlar olurken astronotumuz bize olan biteni nasıl anlatabilir?
İşte buna Kozmik Sansür diyoruz.
Çünkü bu büyük kütle çekiminden, bildiğimiz en hızlı şey olan ışık bile kaçamıyor. O halde içeride olan bitenle ilgili bilgi sahibi olabilmemiz de pek mümkün görünmüyor. Ancak yine de ümidimizi yitirmiş değiliz. Çünkü ancak makinaya bağlı olarak konuşabilen ve striptizden hoşlanan zeki ve inatçı bir adam, ölmeden önce bize kara deliklerin o kadar da karanlık olmadıklarını gösterdi.
Buna Hawking Işıması diyoruz. Ancak küçük bir mola verip araya bir şey sıkıştıralım.
Rubicon’u geçmek
Italya’nın Rubicon nehri, Roma İmparatorluğu döneminde komutanlar için bir sınır olarak belirlenmiştir. Dünyanın ilk büyük savaş makinası olan Roma’da Rubicon sınırını geçerek imparatorluğun merkezine yaklaşmak bir askeri darbenin alenen ilanıdır Bu nedenle Rubicon’u geçtikten sonra artık geri dönüş yoktur.
Atom altı dünyadaki parçacıklar, günlük dünyamızaki cisimlere benzemezler. Belirli süreçler soncunda ve belirli zamanlarda ortaya çıkar ve belirli bir süre (ömür, zaman sabiti) sonrasında tekrar kaybolurlar. CERN’deki çarpıştırıcıda çok küçük zaman aralıklarının fotoğraflarını çekmeye çalışmamızın sebebi işte bu. Çarpışma sonucu ortaya çıkarmaya çalıştığımız parçacıklar kısa bir süre içinde bir süreç yaşar ve başka bir şeye dönüşerek kaybolurlar.
O halde kara deliğe tekrar geri dönelim.
Kara deliğin çekim kuvveti; içinden bildiğimiz en hızlı şey olan ışığın bile kaçamayacağı bir büyüklükteyken, kara deliğin hemen yakınında, çekim kuvveti ile kara deliğin etrafında dönen ışığın merkezkaç kuvvetinin birbirine eşit olduğu bir yarıçap olacaktır. Bu mesafede ışık denge durumundadır. Ne kara deliğin içine çekilir, ne de dışarı kaçabilir. Bu sınıra Olay Ufku (Event Horizon) diyoruz. Yani geri dönüşün artık mümkün olamayacağı sınır. Rubicon…
Peki bu sınırın hemen dışında kütle çekimi halen devasa durumdayken ancak küçük bir olasılıkta dışarı kaçmak da mümkünken ne olur?
Bu bölgede çekim kuvvetinin müthiş baskın karakteri nedeniyle neredeyse bir hiçlikten iki farklı parçacık doğar. Bir araya geldiklerinde yok olarak enerjiye dönüşen madde ve anti madde parçacıkları oluşur. Bazen çekim kuvveti nedeniyle bu çiftlerden biri kara deliğin içine düşerken hemen yakınındaki diğer eş parçacıksa uzaya saçılır. Bu süreçte en çok anti parçacıkların kara delik içine düştüğü ve -parçacık olarak- kızıl ötesi bir radyasyonun uzaya yayıldığı gözlemlenmiştir. Bu durumda anti parçacık yutan kara deliğin kütlesinde bir eksilme meydana gelir. Yani birer ölüm makinesi olan ve ölümsüz olduğu sanılan kara delikler, aslında bu şekilde buharlaşarak yavaş yavaş yok olmaktadırlar. Bu sırada ise bizlere termal radyasyon gönderirler.
Yani gerçekten de kara delikler o kadar da kara değildir.
Gölgeler alemi
Bu noktada bilim eğitimi olan oldukça uyanık birinin gözlerinde hemen bir ışık yanması gerekir. Evreni algılayışımızda tartışmasız bir yeri olan ve en temel konular üzerine açıklama yapan termodinamik yasalarını kullanarak kara deliklerin merak ettiğimiz en temel özelliklerini sorgulayabiliriz. İşte kara deliğin etrafında gördüğümüz olay ufku denen o halka, kara deliklerin temel (Sıcaklığı, entropisi, elektrodinamiği, vs) özelliklerini anlamamızı sağlayan bir analojiyle doğrudan termodinamiğe bağlıdır. Yani olay ufkunu inceleyerek kara deliklerin termodinamik doğası konusunda bilgi sahibi olabiliriz. Örneğin termodinamiğe göre bir sistem dengede ise tüm parçalar aynı T sıcaklığına sahiptir. Kara deliklerde ise olay ufku dengede ise ona ait tüm parçalar aynı g yüzey çekimine sahiptirler.
Termodinamikte entropi asla azalamazken, kara deliklerde olay ufku alanı asla azalamaz.
Bir başka örnek olarak, termodinamikte T sıcaklığında ve P basıncında bulunan bir sistemin iç enerjisindeki değişim entropi (dS) ve basıncın (dP) değişimiyle ilişkilidir. Kara deliklerde ise M kütlesindeki değişim, Q yükü, olay ufku alanı ve J açısal momentumuyla ilişkilidir.
Bunun için de Hawking’e tekrar teşekkür etmeliyiz. Isı hareketleriyle kara delik hareketlerini benzeştirerek bizi doğru bir yola soktu.
Sonuç olarak EHT’nin çektiği fotoğraf bize kara delikler konusundaki araştırmalar için yeni bir yöntem geliştirerek, uzun bir deneysel yolculuğun ilk adımını atarak yönümüzü belirledi. Aynı Rutherford’un atom altını araştırmak için alfa parçacıklarını altın plakaya gönderip, saçılanları inceleyerek atomun en ilkel haliyle adeta resmini çektiği yöntemi önermesinden 100 sene sonra bugün, kara deliklerin fotoğraflarını çekebilecek kameralar yapmamızı sağlaması gibi.
Bugüne dek kara delikleri, etraflarında yarattıkları çekim kuvvetleri ve dolaylı ışımalar ile gözlemlemekteydik. Doğrudan görmekten çok Eflatun’un gölge alemini izlemek gibi.
Halen gölge alemine devam ediyoruz. Ancak bu sefer bir adım daha yaklaşarak ışığın kaçamayacağı sınır çizgisinin fotoğrafını çekmeyi başardık ve bu sayede artık kara deliklerin temel özelliklerini inceleyebilecek yeni bir becerimiz var. Şu an dünyanın en zeki insanlarının bir kısmının heyecandan uyuyamadıklarına emin olabilirsiniz.
Fiziğin en büyük fenomeni
Söz konusu kara delikler olduğunda hiçbir şey kolay değil. Özellikle de onların fotoğraflarını çekmek.
Bilim böyle zorlu bir görev için belki de kara deliklerden daha büyük ve bir o kadar popüler bir başka gizemden yardım aldı: Süperiletkenlik…
Her ne kadar kara delikler oldukça popüler olsa da, birçok fizikçi için tek bir tercih yapmak gerektiğinde fiziğin en büyük gizeminin faz geçişi (hal değişimi) olduğu söylenir. Ne kadar basit ve göz önünde bir konu öyle değil mi?
Bunu en iyi bilenler Barry Barish, Kip Thorne ve Rainer Weiss olsa gerek.
Çok büyük bir başarıya imza atarak kütle çekim dalgalarını başarıyla gözlemlemiş olmalarına rağmen Topolojik Faz Geçişi’nin ardından nobel almak için bir yıl daha beklemek zorunda kaldılar.
Bugün için halen bir maddenin nasıl olup da hal değiştirdiğini tam anlamıyla bilemiyoruz ve Süperiletkenlik tam bu noktada ışıltılı bir gizem olarak duruyor.
Çünkü Süpetiletkenlik katı, sıvı ve gaz gibi, ancak çok düşük sıcaklıklarda ortaya çıkan maddenin bir tür hali.
Her maddenin süperiletken hali yok. İyi metaller genelde kötü süperiletkenken, kötü metaller iyi süperiletkenlik gösteriyor. Örneğin en iyi termal kameralar tungstenden yapılmakta. Buna karşın en hassas sensörler beklendiği gibi en küçük ve minyatürleştirilmiş olanlar değil. Hassaslık arttıkça pikseller büyümek zorunda.
Metalik süperiletkenler bir noktaya kadar açıklanabilmişken, farklı özellikler gösteren metal-oksit süperiletkenler keşfedildi ve nasıl böyle olduklarını halen açıklayamadık. Tam onlar üzerinde çalışırken çift geçiş yapan süperiletkenler bulundu. Onları da anlamaya çalışırken dopingli malzemelerdeki süperiletkenlik konusu ucundan tutulacak kadar anlaşılmaya başlandı ve bir dizi yeni süperiletken malzeme keşfedildi.
Katıhal fiziğinde bir kural vardır: Yeni bir malzeme keşfedilirse yapılacak ilk şey hemen soğutup süperiletkenliğine bakmaktır.
Süperiletkenler, sıcaklığın düşmesi sonucu yoğunlaşan elektronların, bir noktadan sonra ait oldukları parçacık ailesinin (Fermiyonik) geleneksel davranışlarını terk edip, yerine bambaşka (Bozonik) bir karaktere bürünmesi sonucu ortaya çıkan ve bilinen tek makro büyüklükte bir kuantum durumudur.
Burada normalde elektrik yükleri nedeniyle birbirlerini iten elektronlar, titreşim kuantumu olan fononlar aracılığıyla bir araya gelerek Cooper Çifti denen süperelektron çiftlerini oluştururlar. Bu süperelektron çiftlerine bir voltaj uyguladığımızda metallerde yaşananlardan farklı olayların olduğunu görürüz. Bir metal içindeki elektron, uygulanan voltajın etkisiyle hızlanarak malzeme içinde yol alır. Bu arada yoluna, önüne çıkan engellere çarparak devam eder. Bu, direnç olarak bildiğimiz şey. Bildiğimiz elektrikli aletlerin ısınmalarının sebebi bu çarpışmalardan oluşan dirençtir.
Bir süperiletkende ise voltajla hızlanan bir süperelektron, içinden aktığı malzemede geçtiği yol boyunca atomları elektriksel yükü nedeniyle büzerken, geride kalan büzülmüş bölge ikinci süperelektronu çağıracak kuvveti oluşturur. Buna kısaca bir elektronun yarattığı dalgada ikinci elektron sörf yapıyor denir.
Böylece süperiletken malzeme içinde mükemmel bir kuantum ahenk oluşur. Sürekli büzülüp genişleyen atom göbekleri etrafında cooper çiftleri hiçbir dirençle karşılaşmadan akarlar. Yani gerçekten de süper birer iletkenlerdir. Dirençleri ölçülemeyecek kadar küçüktür ve sıfır olarak kabul edilir. Ayrıca sıra dışı manyetik davranışlara sahiptirler ve günümüzün eletronik teknolojisinin temeli olan “eklem yapıları” (Junctions) bu malzemelerle inşa edildiğinde (Josephson Junctions) bugüne dek geliştirdiğimiz en güçlü teknolojilerin doğmasına neden olacak üstün özellikler gösterirler.
Kuantum bilgisayarlar ve en hassas astronomi kameraları bu teknolojiyle geliştirilirler. Süperiletken bir eklem, 1 volt gibi küçük bir voltaj altında 500 THz’e yakın, günümüz bilgisayarlarından binlerce kat hızlı sinyaller üretebilmektedir. Aynı eklemler tek bir fotonu algılamak için ya da karanlık madde araştırmalarında da kullanılırlar.
Ancak yine de bu teknoloji bile bir kara deliğin fotoğrafını çekmek için tek başına yeterli değildir.
Bu nedenle bilim insanları dünyanın 8 farklı noktasında konumlanmış olan süperiletken bolometre (Transition Edge Sensor, Hot Electron Bolometer) ve tünel eklem (SIS Junction)sensörlerinden oluşan komplike kameralarla aynı noktayı farklı açılardan belirli bir süre boyunca gözlemlediler ve aldıkları verileri bir süperbilgisayar ile birleştirerek kara deliğin fotoğrafını çekmeyi başardılar.
Çünkü bir karadelik etrafındaki uzayı ve dolayısıyla ışığı eğip büktüğü için tek bir kamera ile alınan görüntüler deforme olmuş, bozulmuş olacaktı. Tüm dünyaya yayılmış 8 farklı kamerayla -teleskopla- alınan fotoğraflar işlenerek deformasyonlar işlenip yok edildi ve ilk defa bir kara deliğin olay ufkunu görebilmeyi başardık.
Şimdilik kolay olabilmesi için uygun mesafede ve görece yavaş bir hızla dönen bir kara deliği seçtik. Neredeyse zamanın durduğu mutlak sıfır noktasına (-273,15C) dek soğutulan sensörler tam da malzemelerin süperiletkenliğe geçtiği sınır noktasının keskin rampasında sabitlendi. Burada kameralar süperiletkenlik ve normal durum arasında karışık bir halde dururlar. Aynı buzlu su gibi. Ne tam su, ne tam buz.
Böylece sensörler üzerine düşen çok zayıf ışıkların yarattığı küçük sıcaklık değişimleri devasa elektriksel direnç değişimlerini tetikledi ve o direnç değişimlerinin yarattığı manyetik alan dalgalanmaları, insanlığın bugüne dek geliştirdiği en hassas sensörler olan SQUID’lerle tekrar devasa şekillerde yükseltilerek bir dizi elektronik aletten geçti ve en sonunda uzayın uzak köşelerinden gelen bu zayıf sinyaller voltmetrede görebileceğimiz kadar büyütüldü.
Ancak bu da yeterli değildi, çünkü bolometreler bilinen en hassas optik sensörler olmalarına rağmen görece yavaş çalışan sensörlerdir. Bu nedenle teleskoplar aynı zamanda Süperiletken Tünel Eklemi sensörler dizileri de içermektedir. Bu teknoloji kara deliğin hareketini anlayabilmek için bize arka arkaya çok daha fazla görüntü alabilmemizi sağladı.
Kısacası ortada olan bitenin ne olduğunu anlayabilmek için hızlı ve hassas sensörlerle kara deliğin her yanına olabildiğince fazla bakıp sonuçları birleştirerek fotoğrafı çekmeye çalıştık. Ve bu anlattıklarımızın dışından başka yöntemler de kullanıldı.
Bu arada çekilen fotoğrafın bulanık olmasının nedeni de bu hassaslık ve uzaklık. Birçok insan bunun erken dönem bir başarı olması nedeniyle henüz daha net bir fotoğraf çekilemediğini düşünüyor. Aslında düşük enerji kameralarının özelliği bulanık görüntüler vermeleridir. Bunun nedeni aşırı hassas olmaları nedeniyle küçük ışımaları gösterebilecek kapasitede olmalarındandır. Diğer bir ayrıntı ise bakılan mesafenin çok uzak olmasıdır. Burada daha geniş piksel dizileri kullanmak gerekir.
Ee insanlık da bir anda gelişmiyor. Eminim teleskoplar yakın zamanda hızla gelişecek ve büyüyeceklerdir.
En başa dönmek gerekirse, alınan sonuç için bilimin basit ve sadelik üzerinden yürüttüğü inatçılığın bir getirisi olduğu söylenebilir. Tüm bu anlatılan teknolojiler aslında temelde hassas bir kuantum termometreden başka bir şey değildir ve biz en sonunda 4. kelebeğe kullanabileceği bir termometre vermeyi başardık.
Ancak en büyük beklentimiz hala gerçekleşmiş değil. Einstein maalesef bir kez daha haklı çıktı. Günün birinde O’nun nerede yanıldığını bulmak, eksik parçaları birleştirmek için bize gerekli bilgileri sunacak.