Dolu dolu bir çocukluk, sorunlardan uzak, ayaklarını uzatıp keyifle izleyebileceği bir hayat yaşayamamış Bergman. Sıklıkla eleştirilse de, evet, filmlerinin çıkış noktası genellikle kişisel sorunları olmuş. Harry, Isak Borg, Antonius Block ve diğer yarattığı karakterler belki de aslında hep kendisi. Onları izlerken aslında Bergman’ı izliyoruzdur, kim bilir! En az, filmlerindeki karakterler kadar sorunlu bir adamdır Bergman.
Aslında sorunlu olan o değil, bunu sonradan anladık. Sorunlu olan, onun içinde yetiştiği koşullar, onu yetiştiren ve bin bir türlü saçmalığa maruz bırakan ailesi. Bergman aslında çektiği filmler ve yarattığı karakterlerle, annesiyle, babasıyla hesaplaşır. Onu iyimser yazar Ingmar yapabilecekken, karamsar yönetmen Bergman yapan kitleyle görülecek bir hesabı vardır. Tamam hesabı gördü görmesine ama, filmlerini ağzı açık izleyen milyonlarca insanı da kronik karamsar yaptı.
Yani dilimiz de varmıyor pek “tavsiye ederiz, mutlaka izleyin” demeye ama ille de bunalımlardan bunalım beğeneyim diyorsanız, tavsiye ederiz, mutlaka izleyin. Tanrı, kadın, erkek, baba, oğul, anne, kız, aile, duygular, gerçek, yalan nasıl sorgulanırmış izleyin de görün.
Son sahnede der ki Bergman: “Tiyatro sadık bir eş, sinema ise pahalı bir metrestir.”
Tanrı var mı? Det Sjunde Inseglet (Yedinci Mühür (1957)
Ortaçağ’da geçen bu Bergman filminin bir tarafında, savaştan bıkmış bir şövalye, diğer tarafında da köyleri dolaşıp gösteri düzenleyen küçük bir akrobat grubu var. Şövalye Tanrı adına savaşır, fakat vebanın ve insanoğlunun yol açtığı tahribatı görünce Tanrı’dan şüphe etmeye başlar. Bir süre sonra şövalyenin bir ziyaretçisi olur: Ölüm. Ama şövalye boyun eğmez ve Ölüm’ü satranç oyununa davet eder. Kaybederse, Ölüm’ün canını almasına itirazı olmayacaktır. Diğer tarafta da akrobat “iyimser” bir aile, yolculukları sırasında yobaz dincilerle karşılaşır. Aile, yobazların Tanrı’nın emirleri gereği kırbaçlama törenleri düzenlemelerine ve “dinsizleri” yakmalarına tanık olur. Film baştan sona Tanrı’yı, yaşamı ve ölümü sorgular. Bir rahibin çocuğu olan Bergman’ın geçmişinin etkilerini doğrudan görebileceğiniz ağır ve varoluşçu bir filmdir. Filmin, 1957’de Cannes’da jüri özel ödülü aldığını da hatırlatalım.
Metafizik vs Bilim: Ansiktet (Yüz – 1958)
Filmde, 19. yüzyılın başında, İsveç’in taşra bölgelerinde dolaşan küçük bir gezici tiyatro grubu anlatılır. Bu tiyatrocu ekip başkente, yani Stockholm’e gidince, şehrin giriş kapısında görevliler tarafından alıkonur. Hedef, bu tiyatrocuların ve özellikle de metafizik güçleri olan Dr. Vogler’in foyasını ortaya çıkarmaktır. Dr. Vogler’den özel bir gösteri düzenlemesi istenir. Bu gösteride Vogler’i bir bilim kurulu izleyecektir. Film, pozitivizm ile metafiziğin bir savaşıdır. İzleyen herkesin hemfikir olacağı en dikkat çekici şey ise Vogler’in ta kendisidir.
Bir ailenin anatomisi: Såsom I En Spegel (Aynadaki Gibi – 1961)
Alttaki diğer iki filmin de dâhil olduğu, genel yapısı itibarıyla Tanrı sorgulaması üstüne kurulu üçlemenin ilk ayağıdır bu film ve adını İncil’deki bir bölümden alır. Filmin merkezindeki karakter Karin, eşi, babası ve kardeşiyle bir adada tatil yapar. Bu aile sorunlu bir ailedir, zira Karin ‘şizofren’ olduğu için birkaç ay akıl hastanesinde yatmıştır. Eşi Martin, Karin’i çok sever ama onunla iletişim kurmakta güçlük çeker. Baba David bir yazardır ve içine kapanmıştır. Minus ise sevgiye ve şefkate aç bir kardeştir. Aile içinde beklenmedik bir olay gerçekleşir, Karin, babasına ait olan bir günlük bulur ve okur. Bu olay ilişkilerin pek çok yönden değişmesine sebep olur. Film, 1961’de “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazandı.
Papaz bile inancını sorguluyorsa, sıradan insan ne yapsın: Nattvardsgästerna (Kış Işığı – 1963)
Bergman’ın diğer filmleriyle kıyaslandığında daha kısa bir filmdir ve yukarıda sözünü ettiğimiz üçlemenin ikinci filmidir. Filmde, ailesinin hayalini gerçekleştirip papaz olan, Tanrı’ya sonuna kadar güvenen ve onun kendisini, diğer insanlara nazaran daha fazla koruduğunu düşünen bir karakter anlatılır. Bu karakterin yaşamında bir kırılma gerçekleşir, sevdiği kadın ölür. Bu ölüm onun inancını sarsar ve bu sarsıntı Tanrı’yı sorgulamasını sağlar. Film “Neden yaşamaya devam etmeliyiz?” sorusu kırsalında yol alır. Önemli hatırlatma; kilisedeki görevlinin İncil yorumları dikkate değer!
Bir iletişimsizlik başyapıtı: Tystnaden (Sessizlik – 1963)
Üçlemenin son filmi. Aklın ve duyguların (ya da bedenin) sembolik olarak mücadele ettiği bir film Sessizlik ve gerçekten de adı gibi bir film, sessiz yani. Filmde birbirini pek de sevmeyen, birbirine dokunmayan iki kız kardeş, Ester ve Anna anlatılır. Ester, Anna ve Anna’nın çocuğu Jonas, tren yolculuklarına ara vererek, dillerini hiç bilmedikleri bir yerde bir otele yerleşir. Tüm bunlara ek olarak büyük kardeşin ölümcül bir hastalığı vardır. Bergman’ın hemen hemen tüm filmleri gibi kötümserlik ve kasvet var bu filminde de. Kendi ifadesine göre de, onun en kişisel, özel yaşantısını en iyi yansıtan filmi, bir umutsuzluk ve yalnızlık senfonisi.
Var olmanın dayanılmaz hafifliği desek yeridir: Persona (1966)
Yönetmenin en bilinen ve en çok tartışılan filmi. Pek çok eleştirmene göre, Bergman’ı, sinemanın tanrılarından birisi haline getiren, çekildiği yıldan sonra sinemayı tepetaklak eden filmdir Persona. Filmde, tiyatro oyuncusu olan Elizabeth Vogler adlı karakter, önemli bir piyes sırasında aniden susar ve herhangi bir psikolojik ya da fiziksel sorunu olmadığı halde konuşmayı ve çevresiyle iletişim kurmayı reddeder. Doktorun tavsiyesiyle Vogler bir yazlığa gönderilir, yanında da onun bakımını üstlenen hemşire Alma gider. Elizabeth hiç konuşmaz, ama Alma sürekli konuşur ve konuştukça iç dünyasına yaptığı yolculuk derinleşir, derinleştikçe de Alma kendini bambaşka bir sürecin içinde bulur.
Sözcük anlamı olarak Persona, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maske demektir. Psikolojideki karşılığı da, bir insanın kendisi gibi olamaması, toplumun olmasını istediği kişi olması ve bunu sağlamak için edindiği yapay kimliktir. Bergman’ın bu filminde de, diğer pek çok filminde olduğu gibi Bibi Andersson ve Liv Ulmann oynuyor. Persona, Alfred Hitchcock, Woody Allen gibi yönetmenlerin de başyapıt olarak nitelendirdiği bir filmdir.
Bir aile trajedisi: Höstsonaten (Güz Sonatı – 1978)
Kötü bir çocukluk geçiren mutsuz bir kız ile onun umursamaz, duyarsız annesi arasındaki ilişki ve kızın yıllar sonra annesiyle yaşadığı duygusal hesaplaşmayı anlatır Bergman bu filminde. Diğer bütün filmleri gibi bu film de Bergman’ın hayatından izler taşır ve kendi varoluşsal problemlerini yansıtır. Sevgi, nefret, şefkat, acı ve karşılıklı beklentiler… Ingrid Bergman-Liv Ullmann ikilisinin oyunculukları gerçekten görülmeye değer. Bergman’ın vazgeçilmez görüntü yönetmeni olan ve bu filmde de sahnelere dehasıyla şekil veren Sven Nykvist’in de adını analım bu vesileyle.
Bergman evrenine giriş: Smultronstället (Yaban Çilekleri – 1957)
Bir yalnızlık, tek başınalık başyapıtı. Filmde, yaşamının büyük bir kısmını yalnız başına geçiren Prof. Dr. Isak Borg anlatılır. Borg, gece bir rüya görür ve kendisine lâyık görülen bir unvanı almak için yola arabayla çıkmaya karar verir. Bu yolculuk esnasında da yeni insanlarla tanışır ve bu tanışma yepyeni yolculuklara, sorgulamalara ve iç hesaplaşmalara vesile olur. Başroldeki Victor Sjoström harikalar yaratır bu filmde ve Bergman için “bu film Sjoström’ün filmidir.” Onat Kutlar’ın da sinema tutkusu bu filmle başlar ve Kutlar, bu filmle birlikte “sinemanın etkileyici evrenine” giriş yapar.
Bambaşka bir trajedi: Skammen (Utanç – 1968)
Film, Jan ve Eva Rosenberg, Avrupa’da bir yerlerde yaşarlarken çıkan iç savaştan kaçarak bir adaya yerleşen çiftin, adaya asker dolu bir uçağın düşmesiyle altüst olan hayatlarını ve insanlıktan çıkışlarını anlatır. Liv Ullmann ve Max von Sydow’un başrollerini paylaştığı bu film, yönetmenin savaş üzerine yaptığı en iyi filmlerden biridir. Bergman, kendi bireysel kaygılarından ve çatışmalarından yola çıkarak çektiği diğer filmlerine alışkın izleyiciyi, toplumsal bir olayı merkeze alarak şaşırtır Utanç’ta.
Kan kırmızı bir film: Viskningar Och Rop (Çığlıklar ve Fısıltılar – 1972)
Bergman’dan yine bir kardeşler arası kıskançlık senfonisi. Kanser denilen illetin pençelerinde kıvranan, ölüm döşeğinde bir kardeş; Agnes. Ona yardımcı olmak için bir araya gelen iki kardeş; Karin ve Maria. Amaç hasta olan kardeşe yardım etmek ama buluşma planlandığı gibi yürümez. Karin ve Maria arasındaki kıskançlık, bencillik ve hesaplaşma ayyuka çıkar. Agnes tüm bunlar yaşanırken hayatını, yaşadığı kısa ömrü değerlendirir, her konuda kendisiyle hesaplaşır. Bergman’ın vazgeçilmez görüntü yönetmeni Sven Nykvist’in becerilerini konuşturduğu filmlerden biridir Çığlıklar ve Fısıltılar. İzleyen herkesin -beğensin, beğenmesin- birleştiği bir yönü vardır filmin, film kıpkırmızı bir filmdir. Hayat, ölüm, mutluluk, mutsuzluk, şefkat, zaman ve elbette kırmızı…
Söz konusu evlatsa, Tanrı teferruattır: Jungfrukällan (1960)
Sıkı takipçilerimiz hatırlar, bu film bizim “İntikam Filmleri” listemizde de yer aldı ama biz burada da değinelim bu filme. Hikâyemiz 13. yüzyılda geçer. Öykümüzün kahramanı koyu Hıristiyan bir aile, ama özellikle de ailesinin kiliseye gönderdiği saf, masum bir kız. Kızımız kiliseye giderken yolda barbarlar tarafından öldürülür. Bu vahşi yaratıklar, kızı öldürmeden önce tecavüz de eder. Film aslen, kızının öldürülmesinden sonra, dininin öğretilerini yok sayıp kızının katillerinden intikam almaya ant içen bir babayı anlatır. Filmimiz birçok dini unsur barındırır ve Paganizm-Hıristiyanlık kavramları arasında gider gelir. 1960’ta En İyi Yabancı Film Oscar’ını kucakladı bu film.
Sizin hiç babanız öldü mü? Fanny och Alexander (Fanny ve Alexander – 1982)
Bergman’ın bu filminde de iki kardeşin hikâyesi var ama bu sefer mutlu mesut yaşayıp giderlerken, babalarının ölümüyle hayatları değişen iki kardeş… Alexander ve Fanny’nin hayatlarının altüst olma sebebi ise annelerinin, yakışıklı bir rahibin evlenme teklifini kabul etmesi. Bu evlilikten sonra ailecek rahibin evine taşınırlar ve asıl korkunç günler bundan sonra başlar. Zira çocuklar bu evde adeta bir hapishanededir. Önce dizi olarak planlanır Fanny ve Alexander, sonradan sinemaya aktarılır. 1984’te de Akademi’nin En İyi Yabancı Film Ödülü’nü kapar.
Aldatmacalarla dolu hayatlar: Sommarnattens Leende (Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri – 1955)
Bir baba-oğul ilişkisi, daha doğrusu sorunlar yumağı filmi. Filmde, dul bir avukat olan Frederik ve teoloji okuyan oğlu Henrik anlatılır. Tabii öykü bununla sınırlı değil, güllük gülistanlık bir hayatları yok bu baba oğulun. Zaten çok da iyi olmayan ilişkileri, Frederik’in, oğlu ile aynı yaşlarda bir kızla evlenmesiyle iyice bozulur. Dahası da var. Bir de işin içine Anne’in sırdaşı hizmetçi Petra ve Frederik’in eski sevgilisi Desiree girer. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hal alır. Bergman’ın kadın-erkek ilişkileri üzerine çektiği bu film, 1956’da Cannes’da En İyi Komedi Filmi dalında ödüle layık görüldü.
Baba figürü = Tanrı (olabilir mi?): Saraband (2003)
Bu filmin en önemli özelliği, Ingmar ustanın çektiği son film olması, deyim yerindeyse jübilesi. Bir çiftimiz var bu filmde, boşandıkları halde, hatta boşanmalarının üstünde yıllar geçtiği halde görüşen bir çift; Johan ve Marianne. Johan, genç sevgilisi Paulina ile evlenip bir de üstüne çocuk yapınca Marianne ile görüşmez olurlar. Yıllar sonra Marianne, Johan’ı, orman içinde tek başına yaşadığı evde ziyaret eder. Öyle sanıyoruz ki, hemen hemen bütün filmlerinde olduğu gibi bu filminde de Bergman kendi yaşantısından, çocukluğundan, babasıyla olan ilişkisinden yola çıkmış. Zira filmde hem kadın erkek ilişkilerinin hem de baba oğul ilişkilerinin sorgulandığını görürüz.