yaşamadım ben, yazdım, okudum sadece.
hayat ya yaşanır ya yazılır zaten.
yaşasaydım yazmazdım…
Şiirleri ve yaşantısı ile şiirin en ucunda duran, anlamı tamamen şiirden atan ve Behçet Necatigil’in deyişiyle “Şiirimizin Uç Beyi” bir şairi, İlhan Berk’i anlatacağız yaşam öyküsü ve şiirleriyle…
Hikâye
Her şey bir gece içinde oldu
Sabahleyin her şey tamamdı.
Bu gördüğünüz gökyüzü
İlk defa gelip yerini aldı
Gökyüzünün gelmesiyleydi
Dünyada büyük bir değişiklik oldu
Mesela, ovalar daha o gün
Yalnızlıklarını unutuverdiler
Bu şimdi elsiz ayaksız gibi duran gece
O zaman ağaca yürüyen bir su gibi geliyordu
Gökyüzünün hemen arkasındandı
Denizleri gördük
Baktım bir kuş ilk defa keyifli keyifli
Baktım uçuyordu
Akşama doğruydu
Bitkilerle, hayvanlarla merhabalaştık
Her şey yaşamaya hazırlanıyordu
Her şey gelir gelmez hayatlarını
Himalayalar, Antlar, Erciyesler
Bir daha kımıldamamak üzere yerleşiyorlardı
Herkes aklından geçirdiği kadar bir yeri
Dünyada kolayca bulmuştu
Gökyüzünde, yerde
Her ağacın, her taşın bir yeri vardı
Hatırlarım küçük, kirli bir bulut
Durmuş olup bitenleri seyrediyordu
Dünyaya niçin bu kadar geç geldiğini
Elinde olsa tutup soracaktı
Şimdi bu geceyi, bu yıldızları fevkalade buluyorsunuz ama
Bu hiç de kolay olmadı
En başta, başı boş atlar gibiydi nehirler
Bu şiire girmeden önce
Her şey yerini alıyordu sırası geldikçe
İlhan Berk bütün bunları görüyordu.
1918 yılında Manisa’da doğan İlhan Berk yedi çocuklu, yoksul bir ailenin en küçük çocuğudur. Doğduğu yıllar, kurtuluş mücadelesinin verildiği dönemler olduğu için genel olarak bir yokluk söz konusudur zaten ve bunun etkileri ilerde şairin şiirlerinde görülecektir.
Üç Kez Seni Seviyorum Diye Uyandım
Üç kez seni seviyorum diye uyandım
Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim
Bir bulut almış başını gidiyordu görüyordum
Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün
Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim
Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum
Taflanım! diyordu bir ses, duyuyordum
Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün
Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
Şiirler okudum, şiirlerdeki yaşa geldim
Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum
Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun
“Duru göllere” benzettiği annesi İlhan Berk için çok önemlidir, ona göre “anne demek hayat demektir” ve annesiz hayatı düşünemez. Babasını ise “çok döllü, kaba” olarak tanımlar, babasını çok hatırlamadığını söyler. Ama aynı zamanda çocukluk demek “baba” demektir onun için. Yani İlhan Berk’in hatırlayabildiği bir çocukluğu da hiç olmamıştır; “babam olmadı, ben baba nedir bilmiyorum demek yerine çocukluğum olmadı benim” der.
Ne Böyle Sevdalar Gördüm
Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm.
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni.
Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları Köroğlu…
Orta öğrenimini doğduğu şehirde tamamlayan şairimizin şiire ilk ilgisi ortaokul yıllarında başlar. Aşık olduğu bir kıza şiirler yazar sürekli. O sıralarda bir yandan da dergileri takip eder ve Muhit Dergisi’nde yayınlanan Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiirine hayran olur ve şiirden çok etkilenir. Öğrencilik yıllarında bol bol kitaplığa gider ve hep okur, okur…
Ayrılığın Yüreği
Sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu Orta Anadolu’da
Kıtlıktan önce.
En küçük bir şeyden coşardı
Mesela bir kuş uçmasın Kızılırmak’a doğru
Köklerine su yürümüş gibi sevinirdi.
Bir bulut geçsin üstünden
Ayrılıktan çıkardı.
Dünyayı, derdi, dünyayı
Hiçbir şeylere değişmem.
Şimdi yaşamak istemiyor.
İhan Berk, ilk şiirlerini 1935 yılında Manisa Halkevi’nin dergisi Uyanış’ta yayımlamaya başlar. 19 yaşındayken “Güneşi Yakanların Selâmı” adıyla kitaplaştırdığı bu şiirlerinde “hece vezni” kullanır ve o dönemin şiir anlayışına özgü bir karamsarlık taşır hep.
Aşk
Sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk
Mutsuzluklar, bu karalar yaşamda yoktu
Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu
Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler
Nicedir bir pencereden deniz güzel değil
Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden.
Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar
Balıkesir Necatibey Ilköğretmen Okulu’nu ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’nü bitirdikten sonra çeşitli şehirlerde öğretmenlik yapmaya başlar. Ama kafasında iyi bir öğretmen olup olmadığına dair soru işaretleri vardır sürekli. Genelde de iyi bir öğretmen olmadığını düşünür ve istifa eder.
Yavaş Yavaş Geçtim Kalabalıkların Arasından
yavaş yavaş geçtim kalabalıkların arasından
bir deniz çarpması gibi çoğalta çoğalta geçen
geçtiği yeri
yavaş yavaş çıktım içimden, dokundum
yavaş yavaş acıya, kuvarsa, şiire
yavaş yavaş tarttım suyu, anladım nedir ağırlık
kokular
coğrafya.
eğildim sonra gövdeyi tanıdım ve düzenini
gördüm sessizliğin dümdüzlüğünü
gördüm yinelemedi gördüğüm hiçbir şey
böyle yavaş yavaş geçtim insandan insana
insanlaştırdım yavaş yavaş dışımı
böyle karıştım kalabalıklara
kalabalıklaştım böylece…
1940’lara doğru Yeni Edebiyat anlayışı içinde yer alır. Uyanı, Ses, Yığın, Yeryüzü, Kaynak gibi dergilerde yazar yıllar boyu. Türk şiirinin en deneyci şairlerinden biri olan İlhan Berk, sürekli yatak değiştirerek, ama kendi kurallarına hep bağlı kalarak şiirini günümüze kadar eskitmeden getirmeyi başarmış bir şairdir.
Güneşi Yakanların Selâmı
Bir zevk duyulmaz oldu, buranın rüzgarlarından
Hayat soldu bir günün enginlerinde yine.
Selam! Sonsuzların yorgun gönüllerine
Selam: Güneşi içen çocukların diyarından! …
Bir ateş yakalım ki geçmesin hatta bir an
Ve sussun kurtlar, kuşlar bir gök gürültüsüyle;
Bir ateş yakalım ki tutuşsun gökler bile
Ve güneş içilsin o gün, kızıl çanaklardan! …
Varsın eskisin sesim, kaybetsin ahengini
Geceler kıskanmasın aydınlığa süsünü.
Donatsın sonsuzluklar gibi gurubun rengini
Söylesin ve uzaklar baharın türküsünü…
Neler neler beklenmez nihayetsiz bir yerden
Güneşi içelim mor şafaklar gecesinden.
Selam! Sonsuzluklara, hasretli gönüllerden,
Selam, güneşi, göğü yakanlar bahçesinden! …
1956 yılından itibaren on üç yıl boyunca Ankara’da Ziraat Bankasının Yayın Bürosu’nda çevirmenlik yapar ve modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan Arthur Rimbaud ve Ezra Pound’un şiirlerini çevirerek kitaplaştırır. Bundan sonra kendini tamamen yazıya verir. “Kül” adlı kitabıyla 1979 yılında Türk Dil Kurumu ve “İstanbul” kitabı ile de 1980 yılında Behçet Necatigil Şiir Ödüllerini kazanır.
Âşıkane
Geceye hey dedim, bir bulut beyaz aydınlık
geçiyor ve ben görüyorum, belki yalnızlık
Kağıt gibi bir kadın sana bakıp gülüyor
Demek sen daha güzelsin gökyüzünden artık
Sokakları bembeyaz evleri geçiyorum
Bir koşu bir rüzgarı alıyorum karanlık
Bir kenttesin ve var, ta ne zamanlardan beri
O zamandan trenler evler geçiyor kapanık
Aşkın ki hiç durup dinlenmek nedir bilmiyor
Aşkın ki anlatılamaz ihtiyar ve yıkık
Nice nice yaşamalara açılmışsındır
Nice yaşamalar ki kalmıştır yarım buruk
İşte Adakale Sokağındayım ve birden
Benim işte dünya kadar güzel ağzın artık
Durup bir yıkık aşk dedim İlhan Berk bir yıkık
Aşk şimdi o şiirlerde senden kalan ancak
Başlangıçta yazdığı toplumsal içerikli; umut, özgürlük ve eşitlik düşleri gibi temalarla dolu şiirleri, “İkinci Yeni” anlayışını benimsemesi ile birlikte değişime uğrar. İnsanı, tarihi, doğası, kutsal kitapları, mitolojsi, kentleri ve çağrışımları ile var olmayan, sürrealist bir şiirin izini sürmeye başlar artık.
Güzel Irmak
Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgarın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayak bileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin
Bu böyle çözülü göğsün, enine boyuna dudakların
Sabahlara kadar ki büyük gözlerin böyle
Bu dal gibiliğin, saçların, kırmızı ağzın
Bu üstünde onca seviştiğimiz yatak sonra
Sonra bu benim anı artığı eski yüzüm
Tüylerin, tay boynun, küçücük çocuk ellerin
Böyle yukarıdan aşağı gidiyorum seni
Karışıyor, korkunç, ellerimiz ayaklarımız
Güzel
Irmak
Ressamca şiir yazar, şairce resim yapar İlhan Berk… Resimleri sorulduğunda; “Benim tavrım bir ressam tavrı değil, bir şair tavrı. Şiirle bir ilgi kurmaya kalkarsak, şiir gibi bir ‘anlık’tan söz etmeliyim: Bir yaprak düşer gibi düşer bir dize bende; resim de öyle” der…
Hayatında şiirle resim hep iç içedir, buna bağlı olarak da şiirlerinde sadece anlam değil, sözcükler ve harflerle oluşturduğu görselliğin de peşinde koşmuştur sanatçı.
Deniz Kitabı
Doğabilim
Bitkileri öğreniyorum. Otları, çiçekleri
Bir taflanı alıyorum. Taflan bu diyorum.
Başlıyorum incelemeye tutup iki ucundan.
Bir pelin yaprağını koparıyorum sonra.
Özsuyu çıkıyor elime. Bir dalı kanırtıyorum
Yininden. Uzun, incecik bir söğüt dalını
Damarlarını sayıyorum, bir suya bırakıyorum
Dünyanın en güzel yeşili o zaman anlıyorum.
Böyle bütün gün dolaşıp duruyorum
Sonra birden kağıda kaleme sarılıyorum.
Yaşamını şiire adayan İlhan Berk, on dokuz yaşında başladığı şiir hayatını ve yazarak doldurduğu yaşamını büyük bir usta olarak doksan yaşında tamamlamış 2008 yılı Ağustos ayında Bodrum’da yaşama veda etmiştir.
Bir Kıyı Kahvesinde
Adaçaylarımızı söylemiş miydik?
Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu.
Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara
Yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu
Öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik.
Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu.
Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları,
Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup
Denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük
Bir boşluk bırakıp sonra da arkasında
Kalktı.
Biz işte o zaman gördük onu
Ve çekilen denizi.
O zaman çıktık kendimizden.
Dışarıda bir dilim ekmek gibiydi gök
Ayhan Bozkurt’un anılarından dinliyoruz şairimizi:
“İlhan Berk Seyyah”. Ben böyle demeyi tercih ederim Türkçe şiirin bu büyük ustasının ismini. Sokağa adımını atar atmaz şiir başlardı onun için. Nesnelerin dünyasından şiir çıkarırdı. Sadece nesnelerin demeyelim, canlıların, bitkilerin dünyasını da ekleyelim. Bir seyyahtı o… Bir şiir değil, birçok şiir çıkarırdı gördüğü nesnelerden. Bakın bir şiirinde şöyle diyor: “Baktım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu suyu biraz öne çektim”
Yağmurlu bir sabah Bodrumdaki evinde buluştuk… “Hoş geldin” dedi gökyüzüne bakarak; “yağmur getirdin gelirken…” Sohbetimize başlamadan önce beni çalışma odasına oturttu: “Sana yarım saat zaman, ben çıkıyorum, ne yaparsan yap” dedi ve çıktı odadan. Oturdum masaya, yeni bir şiire başlıyor olacak, yazılı kağıtlar duruyordu. Bir de “Dün dağlarda dolaştım evde yoktum” isimli kitabı. İlhan Berk, resim yapardı. Abartmıyorum masanın üzerinde belki de yüzlerce kara kalem çizgi çalışmaları duruyordu. Bir sanatçının çalışma odası ne kadar enteresan olur, bilemem ama İlhan Berk’in odası şiir gibiydi…
Keçiyolu
Bomboş oturdum rüzgarı dinledim
Yay burcundan dönen Irmağın
Dediklerine geçtim sonra.
Geçip gidiyordum beni görmüyordu
Ot yüklü bir akşam, yarım bir
Ay.
Arkamdan başını kaldırıp
Bakmıştı yol.
Dikenler, gri otlar
Kocamış bir suyum ben. Bana
Ormanın sesini anlat. Sesini
Çayırların.
Sessizlik. Hep bu sessizlik.
Keçiyoluna çıkarın beni.
Burda ölemem.
Yarım saat sonra çıktım odadan. Salonda beni bekliyordu. “Hazır mısın?” dedi. Ben oturacağımızı düşünürken o, dışarı çıkacağımızı söyledi. Çıktık. Yürümeye başladık. Bodrum’un yüksek yerlerinde yürüyoruz. Dinlenme yok, ben sorumu soruyorum, o yanıtlıyor. Şiir ve şairi konuşuyoruz… Cehennemden bahsediyor, acılardan söz ediyor. İçimde Bodrum’un, denizin, doğanın kokusu var. O, acıları ve kahrı anlatıyor. Yorulmuşum yürümekten… Söze giriyorum, espri olsun, bir parça gülümseyelim istiyorum. “Biz de…” diyorum, yürüdüğümüzü kastederek “Şey gibi oldu, dün dağlarda dolaştım evde yoktum hesabı olduk.” Üstüne gülüyorum bir de… O an sessizliği fark ediyorum. Ortam buz gibi oluyor. “Ben espri olsun diye…” Sözüm yarım kalıyor. “Seni saygıya davet ediyorum!” diyor sert bir ses tonuyla, “Saygısızlık etme.”
Susuyorum, gözlerim doluyor… Bir süre sessizce yürüyoruz. Yağmur çok az yağıyor artık. “Yağmur dinmek üzere” diyor; “şuradaki cafeye oturalım.” Peki, diyorum, oturalım… Zaten sırılsıklam olmuşum ağlamaktan…