Bugün İstanbul’un bir başka güzel, bir başka gizemli köşesini gezelim hep birlikte…
Şöyle Rumeli Hisarı’nın tepelerinden başlayıp aşağılara süzülelim, sonra Boğaz sahilinde dolanıp büyük aşkları keşfedelim…
Gerçekleştireceğimiz Hisar Emirgan turu Boğaz kenarında olduğu için esebilir, sıkı giyinin. =)
Dünyanın sayılı üniversitelerinden biri: Boğaziçi Üniversitesi
Gezimize Kabataş sahilinden bineceğimiz Rumeli Hisarüstü otobüsüyle başlayalım. Beşiktaş, Zincirlikuyu ve Etiler güzergahını takip eden otobüsümüzden Boğaziçi Üniversitesi’nde iniyoruz ve usulca mavi ile yeşilin kucaklaştığı kampüsten içeri giriyoruz. Asırlık ağaçların altından geçerken İstanbul’un en güzel tepelerinden birinden Boğaz’ı seyrediyoruz.
Robert Kolej’den Boğaziçi Üniversitesi’ne
Öncelikle bu güzide üniversitenin çok kısa bir tarihçesini anlatalım sizlere:
Boğaziçi Üniversitesi’nin temelleri 1863 yılında, Birleşik Devletler sınırları dışındaki ilk Amerikan koleji olan Robert Kolej’in İstanbul’da kurulması ile atılmıştır. Okulun ilk binası olan bugünkü Güney Kampüs’teki tarihi binalar 1. Dünya Savaşı’ndan önce inşa edilmiş ve yapımında kampüste bulunan ocaktan çıkarılan mavi kireçtaşı kullanılmıştır.
1971 yılına kadar bir Amerikan eğitim kurumu olan okul binası, bu yılda bağımsız bir üniversite kurulması koşuluyla Türk devletine devredilmiş ve böylece Boğaziçi Üniversitesi açılmıştır. Şimdilerde Türkiye’nin ve dünyanın en saygın üniversiteleri arasında yer alan Boğaziçi’nde pek çok başarılı öğrenci tam bir özgürlük havası içinde eğitimlerini sürdürüyorlar.
Aşiyan yollarından ses versem duyar mısın?
O güzel kampüsü gezip, yeşillikler içindeki görkemli binalara hayranlıkla bakıp, oranın sahibiymişçesine her köşede dolaşan kedileri sevdikten sonra alt kapıdan kampüsü terk etmek üzere sahile doğru yol alıyoruz. Yolda biraz mahzun, çokça şiir dolu bir eve takılıyor gözlerimiz. Servet-i Fünûn döneminin yalnız şairlerinden Tevfik Fikret‘in kendi yaptırdığı, küskün bir şair olarak köşesine çekilip, o güzel eserlerini verdiği ve bahçesinde gömülü olduğu evini, yani Aşiyan’ı ziyaret ediyoruz.
Serin selviler altındaki şairler mekanı: Rumeli Hisarı ve Aşiyan Mezarlığı
Aşiyan’dan çıkıp biraz daha aşağı yürüdüğümüzde bir başka sessiz ve yeşil mekanın etrafımızı çevrelediğini fark ediyoruz, burası bir mezarlık. Hem içinde misafir ettiği ünlülerinden hem de İstanbul’un en güzel manzaralı mezarlıklarından biri olması dolayısıyla belli bir üne sahip Aşiyan Mezarlığı. Bu koca şehr-i İstanbul’da huzur içinde yatacak yer bulan Orhan Veli, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Cansever, Münir Nurettin Selçuk, Attilâ İlhan ve Özdemir Asaf‘a gıpta ile selam verip, şiirlerinden ve şarkılarından dizeler mırıldanarak sahile uzanıveriyoruz.
Asırlardır İstanbul’u koruyup kollayan koca Hisar
Sahile inince yüzümüzü denize verip sola doğru kıvrılıyoruz, biraz yürüdükten sonra Rumeli Hisarı’nın önüne geliyoruz. Hepimizin bildiği gibi Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethinden önce Boğaz’ın kuzeyinden gelebilecek saldırıları engellemek için Anadolu yakasındaki Anadolu Hisarı’nın tam karşısına inşa ettirilmiştir bu hisar. Otuz dönümlük bir alanı kaplayan, İstanbul Boğazı’nın altı yüz metrelik en dar ve akıntılı kısmında, doksan gün gibi kısa bir sürede tamamlanan hisarın üç büyük kulesi, dünyanın en büyük kale burçlarına sahiptir. Uzun yıllardır açık hava müzesi olan mekanda son yıllarda Rumeli Hisarı Konserleri düzenlenmektedir.
Kayıkhaneden camiye: Hacı Kemaleddin Camisi
Hisarın o muhteşem görüntüsünü seyrederken acıktığımızı fark edip biraz ötedeki minicik, şirin mi şirin bir mekana, Antik Laterna’ya geliyoruz. Aslında burası 1743 yılında padişah I. Mahmut zamanında mescitten camiye çevrilmiş Hacı Kemaleddin Camii’nin altında bir yer.
Caminin duvarları tuğladan, çatısı ahşap, minaresi ise taştan. Zemin katında ise şu an cafe-restoran olarak kullanılan, tonozlu bir bölüm var. Burası aslında yedi adet kemer şeklinde düşünülmüş bir kayıkhane. Caminin ahşap çatısı Marsilya kiremidi ile kaplı. Kubbe aramayın bu camide çünkü yok. Camiye adını veren Hacı Kemalettin’le ilgili bilgi de yok ne yazık ki…
Bir yandan karnımızı balık-ekmekle doyururken bir yandan da “bu şehirden başka nerede, üst katınızda cami varken siz altta oturup huzur içinde çay içerek bir şeyler yiyebilirsiniz, ya da en güzel aşk şarkıları Hisar’da yankılanırken, sırtınızı musalla taşına verip Boğaz vapurunun beyaz dalgasıyla gönlünüzü hoş edebilirsiniz” diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz.
Sürücülerin korkulu rüyası: İkinci Boğaz (Fatih Sultan Mehmet) Köprüsü
Burada biraz nefeslenip çayımızı içtikten sonra yürüyüşe başlıyoruz yeniden Önce trafiği ile İstanbulluların kabusu olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü selamlıyoruz. Bilindiği gibi bu köprünün inşaatına 4 Ocak 1986 tarihinde başlanılmış ve halen dünyanın en büyük çelik asma köprüleri içinde 14. sırada yer alan devrinin bu “mega proje”si 3 Temmuz 1988 tarihinde tamamlanmıştır. Bu arada şimdilerde üçüncüsünün yapıldığı bu Boğaz köprülerinin İstanbul’un trafiğini ne derece rahatlattığını düşünmeden de edemiyoruz.
Boğaz’ın en gizemli binası: Perili Köşk
Köprünün hemen yanı başında kırmızı tuğlaları ve kulesiyle göz kamaştıran görkemli bir binayı yani Perili Köşk’ü görüyoruz sonra. Şimdilerde Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu Müzesi olarak kullanılan bu köşkün çok ilginç bir de öyküsü var.
Daha önce de söylemiştik İstanbul sürprizler şehri, her an bir yerlerde beklemediğiniz bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Mesela o koca kuleli köşkün yanında, tam köprünün altında taştan yapılmış, minik bir mescit daha var, yanındaki ahşap evle adeta o koca köprüye kafa tutuyorlar.
Perili Köşk’ün hikayesi
Emirgan’a doğru yol alırken bir yandan da yolun kenarında, yıllarca kırmızı tuğlaları ve görkemli kulesiyle boynu bükük duran Perili Köşk’ün öyküsünü anlatalım sizlere. Bu köşkün öyküsü geçtiğimiz yüzyılın başlarına uzanmakta; inşasına çok zengin bir tüccar olan Yusuf Ziya Paşa tarafından başlanmış. İnşaata ilk çivi 1910 yılında çakılsa da köşkün istenildiği gibi bitirilmesi mümkün olmamış.
Kuleli köşkle sevgilinin gönlünü kazanmak
Rivayete göre, Yusuf Ziya Paşa, kendinden hayli genç ve çok güzel bir kıza aşık olur. Kızla evlenmek için yanıp tutuşan paşa, tüm servetini onun ayaklarına sermeye hazırdır ama kız bir türlü yanaşmaz bu evliliğe…
Yaptıracağı görkemli köşkle kızı ikna edeceğine inanan paşa, sonunda amacına ulaşır ve kızla evlenirler. Ama paşanın işi hiç de kolay değildir; çünkü güzelliği dillere destan olan kızın büyüsüne kapılan pek çok genç, hâlâ onun peşinde koşturmayı, köşkün önünden geçmeyi sürdürmektedir.
Rapunzel misali kuleye hapsedilen eş
Genç ve güzel eşini çok kıskanan ve kaybetmekten korkan Yusuf Ziya, sonunda genç eşini kimse görmesin diye Rumeli Hisarı’nda yaptırdığı bu köşkün üst katına kapatır ve onun başkalarıyla görüşmesini engellemek için de inşaatı tamamlatmaz, merdivenlerini bile yaptırmaz kuleli köşkün.
Ancak köşkün önünden geçenler iç geçirmeye devam ederler. Bu yüzden köşkün adı da içinde peri gibi güzel bir kız yaşadığı için kısa süre içinde Perili Köşk’e çıkar.
“Mutlu son”u olmayan aşk hikayesi
Büyük bir tüccar olan Yusuf Ziya Paşa’nın işleri Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bozulur. İflasın eşiğindeki paşa, bir yandan da çılgınca sevdiği ve kıskandığı genç eşini etraftan korumak için büyük çaba harcamaktadır. Sonunda onu da yanına alarak İstanbul’u ve köşkü terk edip Mısır’a yerleşir.
Fakat takıntı haline gelen aşkın acıları Mısır’da da dinmek bilmez. Yusuf Ziya Paşa sonunda çektiği sıkıntı ve acılara dayanamayıp ölür. Ancak öldükten sonra bile uğruna çıldırdığı kızdan vazgeçmez. Mezar taşının, genç karısını hapsettiği kulenin taşlarından yapılmasını vasiyet eder.
Köşk’te gezen hayaletler
Neredeyse yüz yıl sonra yapımı tamamlanan Perili Köşk’ün yenileme çalışmaları esnasında da ilginç gelişmeler yaşanır. Köşkün gerçek hikayesi zamanla unutulur ve buraya peri kadar güzel bir kız yüzünden Perili Köşk dendiği hafızalardan silinir. Bunun yerine Yusuf Ziya’nın ruhunun, bazı geceler köşkü ziyaret ettiği ve odalarda dolaştığı ya da Rapunzel misali köşkün kulesine kapatılan genç ve güzel kızın hayaletinin hâlâ köşkte, özellikle kulede gezindiği yönündeki söylentiler kulaktan kulağa yayılır. Bu yüzden, yenileme çalışmaları sırasında inşaatta çalıştırılacak işçi bulmakta bile zorlanılır.
Saraydan hastaneye: Baltalimanı Kemik Hastanesi
Perili Köşkü anılarıyla baş başa bırakıp Emirgan’a doğru yola koyuluyoruz. Baltalimanı’na geldiğimizde denizin kenarında kalabalıklar içinde görkemli bir başka binayla karşılaşıyoruz. Baltalimanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi…
Aslında bir saray olan bina 19. yüzyılın ilk yarısında Sadrazam Mustafa Reşit Paşa (1800–1858) tarafından yaptırılmış ve yıllarca Osmanlı hanedanı tarafından kullanılmış. Cumhuriyetin ilanıyla bir müddet kaderine terk edilen ve harap hale gelen saray, 1944 yılında onarılarak Sağlık Bakanlığı’nca “Kemik ve Mafsal Veremi Hastanesi” yapılmış. O günlerden beri hizmet veren hastane herhalde ülkemizdeki tek leb-i derya hastanedir, burada tedavi gören hastalar rıhtımda oturup denizi seyrederken bir yandan da bahçedeki manolya ve çam ağaçlarının kokularıyla biraz da olsa dertlerini unutmaktadırlar.
Bir zamanların en güzel çaylarının içildiği Emirgan ve Çınaraltı
Sahildeki yılankavi yollardan yürümeye devam ediyoruz, derken eski Türk filmlerinin unutulmaz mekanı Emirgan’a vasıl oluyoruz… Şimdilerde o eski, insana huzur veren hâli kalmamış sanki ama yine de çınarların gölgesi, köşedeki tarihi camisi ve çeşmesiyle insanı alıp eski günlere götürüyor…
Atlı Köşk ya da nam-ı diğer Sabancı Müzesi
Buraya kadar gelip de Sabancı Müzesi’ne uğramamak olmaz sanırım, öncelikle kısa bir tarihçesinden bahsedelim bu güzel binanın:
1927 yılında İtalyan mimar Edouard De Nari’ye yaptırılan köşkün ilk sahipleri Mısır Hıdiv ailesidir. Uzun yıllar yazlık konut olarak kullanılan villa, kısa bir süre de Karadağ Sefareti olarak hizmet vermiştir. Hacı Ömer Sabancı tarafından 1950 yılında satın alınan köşk, aynı yıl bahçesine yerleştirilen Fransız heykeltıraş Louis Doumas’ın 1864 yapımı at heykelinden ötürü “Atlı Köşk” olarak anılmaya başlanmıştır. 1966’dan itibaren köşkte yaşayan Sakıp Sabancı, 1998 yılında zengin hat ve resim koleksiyonuyla birlikte köşkü içindeki eşyalarla müzeye dönüştürülmek üzere Sabancı Üniversitesi’ne tahsis etmiştir. Modern bir galerinin eklenmesiyle 2002 yılında ziyarete açılan müzenin sergileme alanları 2005 yılındaki düzenleme ile genişletilerek, teknik düzeyde uluslararası standartlara kavuşmuştur…
Emirgan korusu ve lale bahçesi
Eğer hâlâ yorulmadıysanız müzenin yanından yukarılara, korunun içlerine doğru çıkabiliriz. Bu koru 47.2 hektarlık bir alanda sırtlar ve yamaçlar üstüne yayılmış. Çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş olan koru on yedinci yüzyılda Osmanlı padişahı IV. Murad tarafından, semte adını veren İranlı Emir Güne Han’a armağan edilmiş. Daha sonraları pek çok el değiştirmiş ve 1940 yılında dönemin İstanbul Belediye Başkanı Lütfi Kırdar’ın girişimiyle kamulaştırılıp park olarak düzenlenerek halka açılmış. İçindeki tarihi köşkleri ve her yıl nisan ayında yapılan Lale Festivali ile İstanbulluların çok sevdiği köşelerden biridir burası.
Yeşillikler arasında içeceğimiz bir yorgunluk kahvesinin ardından tekrar sahile inip Emirgan İskelesi’nden kalkan Boğaz motoruyla manzarayı seyrederek yolculuğumuzu bitirebiliriz.
Boğaz’a hoşça kal demeden daha gezip görecek çok yerimiz olduğunu da unutmadan söyleyelim bu arada.