Türkiye’nin hiçbir köşesine benzemeyen bir yer; hatta dünyada bile eşi benzeri çok az. Hem doğal yapısal özellikleriyle hem de başından geçenlerle benzersiz.
Gökçeada, Ege’nin kıyısında dalgalarla boğuşan vahşi bir at gibi özgür ve güzel. Ağaçlarının arasında, kayalıklarında, uzun düzlüklerinde ve denizinin derinliklerinde binlerce yıllık tarihinin bilgeliği yatıyor. Dokunsanız sonsuza kadar ağlayacak hüzünleri ve çağlayıp coşan sevinçleri aynı kıyılarda deli rüzgarıyla bir ediyor.
Son dönemde kendisine gösterilen ilgiyle kıpırdanmaya başlayan ada bir yandan da başına gelebilecek beton tehlikesinden ürperiyor. Mübadele ve sonrasında yaşanan şoku henüz üzerinden atamamış İmroz’a umarız bir kötülük daha yapmayız. Onu tanır bilirsek daha iyi koruruz diyor ve mini Gökçeada turumuza başlıyoruz.
Rüzgar rüzgar ve daha da rüzgar
Meşhur ada rüzgarının eğip öylece bıraktığı bu ağaç öğlenleri adaya özel koyun türüne ve keçilere şemsiye oluyor
Lodos mu poyraz mı diye düşünmeyin, adada rüzgar her yönden eser. Gökçeada’nın antik dönemlerden beri ismi olan İmbroz ismi bile rüzgardan gelmektedir. Yıldız, kıble, lodos, poyraz dünyanın en güzel rüzgarları her yönden bu adada eser. Yaban kekiklerinin kokusu, Ege’nin nefes açan tazeliği, adanın ormanlarından ve göllerinden gelen duru sakinlik hep bu rüzgarlarla taşınır.
Rüzgar var, deniz var, ne duruyorsun?
Gökçeada her türlü su sporu için muhteşem olanaklar sunuyor. Aydıncık Plajı yolunda gördüğünüz Romen ve Bulgar plakalı araçlar sizi şaşırtmasın. Bu iki ülkenin insanları için Gökçeada bir sörf cenneti. Araçların üzerindeki rengarenk tahtalarla Balkanlardan Gökçeada’ya tam bir sörf göçü yaşanıyor. Alaçatı’nın kokoş kalabalığına hiç bulaşmadan Gökçeada’da sörfün incelikleriyle buluşabilirsiniz. Burada yılın 300 günü sörfe uygun bir iklim var.
Biri orman ve göl mü dedi?
İmroz bir adadan beklediklerinizden çok daha fazlasına sahip. Tuzla kaplı uçsuz bucaksız denizlerde bir ada olmak demek, tatlı su sorunu demek. Gökçeada ise dünyanın en sulak 4. adası. Bunu geniş bitki örtüsünden anlamak da mümkün. Turizm olarak Bozcaada kadar gelişmiş olmasa da (allahtan) Gökçeada’nın yeşili ve bitki çeşitliliği Bozcaada’dan çok daha zengin. Çam, sedir, gürgen gibi ağaçlar adanın nefesine nefes katar. Tatlı sularından sızan damlaların biriktiği çukurlar sakin ve huzurlu göllerde toplanır. Adada orman işletme şefliği bile var, ayrıca Büyükdere Çayı üzerinde DSİ’nin de bir baraj gölü bulunuyor.
Sadece tatlı su mu?
Aydıncık’a giderken siyahlara bulanmış insanlar göreceksiniz. Bu durumun sebebi plaj ile plaja gelmeden önceki Tuz Gölü’nün arasında kalan doğal bir sınırda yapılan şifalı çamur banyosu.
Mevsim dışı giderseniz bu bölgenin büyüsüyle mitolojik hayallere dalabilirsiniz. Hemen karşıda Semadirek adası, ayaklarınızın altında tuz gölü, arkanız kumsal, deniz ve sonsuz bir huzur. Yaz hariç uzunca bir dönem yapayalnız kalan kıyının tadını doyasıya çıkarmak mümkün.
Bu gölün kıyısında uzun ince ve kıvrık birkaç iskelet görebilir, kafayı iyiden iyiye mitolojik olaylarla bozabilirsiniz. Sakin olun, o gördükleriniz mevsiminde gölde konaklayan flamingolardan arta kalanlar. NAsıl oluyorsa o hayvanların iskeletleri bile zarif olabiliyor. Bazısı doğal yollardan bazısı adadaki vahşi hayatın saldırılarından son nefeslerini vermiş. Bu zarif kuşlar adanın doğal sakinleri arasında.
Mitolojinin kitabı bu kıyılarda yazıldı
Güzel Ege’nin kutsal sularına ve adalarına sahip olmak için tarih boyunca hiç bitmemiş savaşlar. Yunan mitolojisinin birçok olayına bu sular ve rüzgarlar yön vermiş. Tatlı suyuyla İmroz, sefere giden gemilerin uğrak yeri olmuş. Poseidon atlarını bu koylara bağlamış. Denizcilerin aklını güzellikleri ve sesleriyle alan Sirenlerin aksine, Poseidon’un kızgın atlarının çığlıkları yankılanır bu koylarda. Ege’nin kadim sesleri bazen fısıltıyla bazen kulaklara patlarcasına çarpar İmroz’da.
Zeytinli, Bademli, Dereköy, Tepeköy
Aya Teodoroi, Gliki, Şinudi, Agridya
Mübadele sonrası adanın asıl sahibi olan Rumların göçleri sonsuza kadar uçup gitmeyecek bir hüzün olarak çökmüş dar sokaklara. Bir zamanlar Balkanların ve Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy’de uzun süredir hareket eden tek şey kırık camlardan uçuşan tüller. Evlerin duvarlarına tutunmuş son sesler, son izler de umutsuzlukla yeniden yaşama katılabilmeyi bekliyor.
Rakamlar buradaki yıkımın ne kadar büyük olduğunu kanıtlar nitelikte. 1960 yılında 6000’e yakın Rum’a karşı adada yerleşik sadece 289 Türk varmış. 10 yıl içinde Rum sayısı 2500’e Türk sayısı istimlak edilen alanlara özellikle Karadeniz’den getirilen vatandaşlarımızla 4000’e çıkmış. Sonradan adadaki Rumları hayatlarından bezdirmek için Türk mahkumlar adaya salınmış. Yanlış duymadınız, ortamı açık hava hapishanesine çevirmişiz. Bugün adada 100 Rum yaşıyor mu yaşamıyor mu emin değiliz.
Dereköy boyunca yapacağınız bir yürüyüş sizi değirmenlerin hizasından Şeytan Kalesi’ne çıkaracak. Biz tırmanın deriz, tüm ada buradan ayaklarınızın altıda.
Deniz ve mehtap ve koylar
Yıldız Koyu, Mavi Koy, Laz Koyu, Gizli Liman, Marmaros, Kuzu Limanı gibi seçenekleriniz var. Seçin beğenin. İster Laz koyu ya da Aydıncık gibi hizmet alabileceğiniz bir plaj seçin ister minicik Yıldız’da kendinizi yıldızlara bırakın. Hatta artık Yıldız’da bile plastik dubalardan denize doğru giren bir iskele yapıldı (niyeyse). Gökçeada’nın her koyu ve plajı keşfedilecek kumul köşeler ya da kayalık alanlar gizler. Keşfetmek sizin merakınıza kalmış. Örneğin Kaleköy – Yıldız – Mavi Koy hattında önce doğanın inanılmaz şekilde oyduğu kumtaşlarını görecek, ardından koruma altındaki Mavi Koy’a ulaşacaksınız. Burası Türkiye’nin ilk ve tek sualtı parkı. Burada bir de özel kamp alanı mevcut. Söylemeden geçmeyelim adada çadır kampı olanakları hayli fazla.
Gökçeada başlarda turist gözlere bakımsız ve özensiz gelebilir. Mecburen yine Bozcaada’yla kıyaslamak zorunda kalacağız. Bozcaada ne kadar korunmuşsa Gökçeada o kadar hor görülmüş itilip kakılmış. Bozcaada’nın bakımlı şirin Rum evleri yanında burada maalesef ne idüğü belirsiz Türk tipi demekten utanç duyduğumuz beton yığıntılar var. Olsun. Seven göz kusur görmez diyerek kendinizi adanın sürprizlerine saklayın. Örneğin Kaleköy’ün 1.5 kilometre güneyinde bulunan Tunç Çağı höyüğü ya da Roma mezarları Gökçeada’nın kişiye her an nasıl sürprizler yapabileceğinin kanıtı.
Gökçeada dedik Lost adası çıktı
Marmaros. Bu ismin Lost’un girişindeki Lost yazısı gibi büyüyerek ekrandan size geldiğini düşünün. Kabul tuhaf bir cümle oldu ama gerçek bu: Marmaros dışşş! Previously on Marmaros: Şimdi Dereköy’den sonra iki saat kadar yürümeniz gerekecek. Önünüze zincirli bir yol çıkabilir, yılmayın devam. Bu sadece Others piknik yapıp ormanı yakmasın diye alınmış tırt bir önlem.
Ada’nın en sakin ve ıssız köşelerinden birine doğru gidiyorsunuz, kabul biraz zor ama değecek. Bozuk patikadan sapan bir yol göreceksiniz. Eğer yazın sıcağında gitmezseniz bir süre sonra karşınıza serap gibi bir dere çıkacak, devam ediniz. Sesleri duydunuz. Bir serinlik ve mis kokular da gelmeye başladı. Gözleriniz kocaman açıldı ve karşınızda 30 metreden dökülen Marmaros şelalesi. Evet efendim, böyle bir yerde tatlı su olur mu olmaz mı düşünürken karşınıza şelale çıkan adaya Gökçeada denir. Koya doğru devam ettiğinizde göreceğiniz kayalıklardaki mağaralar ise bir zamanlar fokların yuvasıymış. Ege’de fok görmek artık imkansıza yakın. Kim bilir belki de arada bir uğruyorlardır. Sonuçta ada sürprizlere açık.
Marmaros’tan ve Mavi’den daha el değmemiş bir deniz var mı?
Var. Ama biraz daha zorlu bir yerde. Ada güzelliklerini öyle hemen herkese sunmuyor. Aslında bakirliğinin sebebi de biraz bundan. Marmaros’tan İnceburun’a doğru zorlu bir yoldan ilerlemeniz gerekecek. Gizli Liman’a vardığınızda, eğer yorgunluktan ölmemişseniz, Ege’nin en güzel kıyılarından birindesiniz. Şezlong bulmanız imkansız, önleminizi alarak gidiniz.
Şelale, tuz gölü, sualtı parkı, kumtaşı kayalar, orman, göller bitti mi?
Asla. Adanın eşsiz yapısı bu sefer kendini Kaşkaval Burnu’nda gösterecek. Peynir kayalıkları denilen oluşum mağmadan çıktıktan sonra hızla soğuyup çatlayan ve parçalı bir yapı oluşturan koca duvarları kapsıyor. Karadan ulaşım kısıtlı ve mümkün olsa da buraya en rahat ulaşım kiralayacağınız minik bir balıkçı teknesiyle olacaktır. Bunların haricinde 2 yıl kadar önce adada 23 milyon yaşında bir de ağaç fosili bulundu. Ada hem sulak yapısı, hem de ağaç fosiliyle Yunanistan’ın Midilli’sini hatırlatmıyor değil.
Ne yesek, nerede kalsak
Her şeyin başında Barba Yorgo. Eldeki imkanlarla hâlâ elden gelenin en iyisini yapıyor. Keşke bizim meyhaneci tayfa da biraz bu işi onlara öğreten Rumlardan örnek alsa diyeceğiz ama o vapur kalkalı çok olmuş. Yorgo’nun güzel bir taverna bahçesi hemen bitişiğinde kendi üzüm bağı var. Şarapları fazlaca taze olsa da ev yapımı sofra işi kontejyanından gidebilir. Uğradığımızda limandan tesadüfen aldığımız balıkları bile asma yaprağında pişirtir Yorgo. Hiç kendisinden alınmış alınmamış bakmaz, hesaba bile ek yaptırmaz.
Yorgo’nun pansiyonu da var, kalmadık bilmiyoruz; ama Yakamoz Pansiyon’da kaldık, tavsiye edilir. Liman manzarası da güzeldir. Vejeteryanlardan özür dileyerek adada meşhur bir oğlak pişirtme durumu da var. Önceden haber vererek mevsimiyse Yakamoz’da da yaptırabilirsiniz. Manzaralı seçenekler için Kaleköy’deki Poseidon Cafe’yi de deneyebilirsiniz. Ya da belki mutfaklı bir ev kiralayıp, limandan ya da Türkiye’nin en batı ucu olan İnceburun’dan aldığınız – tuttuğunuz balıkları kendi zevkinize göre verandanızda yapabilirsiniz. Efibadem kurabiyesiymiş, Dibek kahvesiymiş, Barba Hristo’ymuş bunları zaten biz yazmasak da bir şekilde deneyeceksiniz. Unutmayın, ada için biraz emek veren karşılığını fazlasıyla alır.