Her ne kadar Hollanda Amsterdam’la ünlü olmuş olsa da, kuzeyinde trenle bir saatte varılabilen bir hazine saklar; Giethoorn. Girenlerin çıkmak istemediği, insana kendisini bir peri masalında hissetmesini sağlayan, 24 saatlik bir hikaye yaşamak isteyenlerin kesinlikle uğraması gereken bir köy olan Giethoorn’u sizin için yazdık.
Sabahın ilk ışıklarında yola koyulmak…
Gözlerinizi açtığınız an, Amsterdam’ın soğuk ancak güneşli havası gözlerinize vuruyor. Serin havada kazağınızı ve montunuzu üzerinize çekip odanızı terk ediyorsunuz. Seri adımlarla Amsterdam Centraal’e yürüyorsunuz ve Giethoorn’a giden ilk trene yerinizi ayırtıyorsunuz. Ancak o an öğreniyorsunuz ki, tren direkt Giethoorn’a gitmiyor. Trenden indikten sonra, otobüse binmeniz gerekiyor. Steenwijk’e giden trene biletinizi alıyorsunuz. Yaklaşık bir saat süren tren yolculuğunun ardından, Steenwijk’ten Giethoorn’a giden 270 numaralı otobüse biniyorsunuz. Otobüs, sekiz dakika sonra sizi harikalar diyarına ulaştırıyor. Artık, peri masalınızı yaşamaya hazırsınız!
Otobüsten indiğiniz an, bunun otomatik araçlarla olan son temasınız olduğunun farkına varıyorsunuz. Köyün içine doğru ilerledikçe fark ediyorsunuz ki, bu köy sadece yürüyerek veya kanolarla ulaşım sağlayabileceğiniz bir yer. Airbnb’den kiraladığınız evinizi bulmaya çalışırken anlıyorsunuz ki, Şirinler Köyü’nün gerçek hayattaki haliyle karşı karşıyasınız. Birbirinden muhteşem birçok ev sizi karşılarken, elinizde çantanız merakla kalacağınız yere doğru ilerlemeye başlıyorsunuz ve o an aklınızdan sadece tek bir şey geçiyor; “Böyle hayatlar yaşayan insanlar da var”.
Evinizi kolaylıkla buluyorsunuz ve eşyalarınızı bırakır bırakmaz kendinizi dışarı atmak istiyorsunuz. Büyüleyici bir yolculuğun sizi beklediğinin sonuna kadar farkındasınız. Evden dışarı ilk adımınızı atıyorsunuz. Sadece kanallardan oluşan köy, size hedefinize ulaşacağınıza dair garanti veriyor. Sol tarafa doğru yürümeye başlıyorsunuz. Nereye gideceğinizi bilmenizin hiçbir önemi yok. Kanalı takip ederek bir şeyler yemek istediğinizi fark ediyorsunuz ve merkeze ulaşmak istiyorsunuz. Yaklaşık iki kilometre yürüdükten ya da kanalda bir bot kiraladıktan sonra, restoranların olduğu bölgeye ulaşıyorsunuz. Burası aynı zamanda, el yapımı ürünlerin de satıldığı kocaman bir pazar görünümü veriyor size. Muhteşem sabun kokuları sizi içine çekiyor ve bir mağazaya giriyorsunuz. Tamamen el yapımı sabunların kokusu sizi büyülerken, bir tanesine tamamen kapılıyorsunuz ve Giethoorn’u hatırlatması adına evinize bir adet alıyorsunuz.
Öğlen ışıklarında taptaze havanın tadını çıkarmak…
Öğlen ışıklarıyla beraber, karnınızın iyice acıktığını fark ediyorsunuz. Muhteşem ve minimal bir mimariye sahip restoranların arasından geçerken damak tadınıza en uygun restoranı keşfediyorsunuz. Kanala bakan cam kenarındaki masaya yerleşiyorsunuz ve garsonun tüm güler yüzlülüğüyle size menüyü takdim ettiğini görüyorsunuz. Birbirinden farklı kombinasyonlarla günlük hayatta sunulan yemeklerin ihtişamlı bir şekilde karşınıza çıktığını görüyorsunuz. Bir tavuk yemeği seçiyorsunuz. Yemeğinizi beklerken yeşilin ve mavinin inanılmaz uyumuna dalıp gidiyorsunuz. Düşüncelerinizde yok olduğunuzu yemeğinizi getiren garson fark ettiriyor size. Oldukça özenli bir sunumla önünüze getirilen yemeğe bakarken, bu küçük köyün bir yandan da harika bir estetik güzelliğe sahip olduğunu fark ediyorsunuz. Kusursuz yemeğinizi huzurlu dakikalarınızda yavaş yavaş tüketiyorsunuz. Son lokmanıza geldiğinizde tadını çıkara çıkara çiğniyorsunuz. Hesabı istedikten sonra, yavaşça yola koyuluyorsunuz.
Kanalın yanından yürürken, kanoyla yanınızdan geçen insanları fark ediyorsunuz ve siz de evinize böyle varmak istiyorsunuz. En yakın kanocunun yanına gidip bir sonraki tura katılıyorsunuz. Kanalların arasından süzüle süzüle geçerken yaşamak isteyeceğiniz evi seçiyorsunuz. Evlerin perdesiz pencerelerinden dekorasyonlarını görüyorsunuz ve ne kadar minimalist yaşadıklarını anlıyorsunuz. “İşte hayat bu kadar” diye geçiriyorsunuz içinden.
Eve varıp kısa bir mola alıyorsunuz. Dışarıyı seyrederken, birtakım hayallere dalıyorsunuz. Daha sonrasında, kitabınızı ve kulaklıklarınızı alıp kendinizi yine dışarıya atıyorsunuz. Bir kanalın kıyısına örtünüzü serip uzanıyorsunuz. Kulağınıza kulaklığınızı takıp kitabınızı açıyorsunuz. Farkında olmadan saatler geçiyor, hava hafiften kararıyor ve biraz daha soğuyor. Günü arkanızda bırakırken ciğerlerinizde oksijeni, cildinizde tazeliği hissediyorsunuz. Yavaşça yerinizden kalkıyorsunuz. Bağdaş kurup ciğerinize oksijeni sonuna kadar çekiyorsunuz. Fark ediyorsunuz ki, yeniden acıkmışsınız.
Akşamın loşluğunda lezzete doymak…
Eve uğrayıp eşyalarınızı bırakırken ev sahibiniz size enteresan bir bilgi veriyor. Giethoorn’da Michelin yıldızlı bir restoran olduğunu öğreniyorsunuz; “De Lindenhof”. Ev sahibinizi de davet ediyorsunuz ve sadece yolun karşısına geçerek dünyanın önde gelen lezzetlerinin bulunduğu bir restoranda buluyorsunuz kendinizi. İçerinin sıcacık ortamında kendinize iki kişilik bir masa seçiyorsunuz ve garson anında yanınıza gelerek size menüyü uzatıyor. Kendinize güzel bir et istiyorsunuz ve ev sahibiniz de size katılıyor. Yemeğinizi beklerken ev sahibinizle Giethoorn hakkında sohbete başlıyorsunuz. Bu sayede, masallardan fırlamış gibi görünen bu kasabanın “Unesco Dünya Mirası” listesinde olduğunu öğreniyorsunuz. Ayrıca, köyün adının oraya yerleşen ilk insanların buldukları ölmüş yabani keçilerin boynuzundan geldiğini dinliyorsunuz. “Giethoorn”, keçi boynuzu anlamına geliyor. Kendilerine ait, çiftçilikle geçimini sağlayan bu topluluk ve dünyaya ait değilmiş gibi görünen bu köy, içinizi yeniden ısıtıyor ve o an yemekleriniz geliyor.
Kalitesi beklediğiniz gibi, sizi hiç hayal kırıklığına uğratmıyor. Afiyetle yiyorsunuz yemeğinizi ve oldukça memnun bir şekilde restorandan kalkıyorsunuz. Tüm gün süren yolculuk, yürüyüş, kano ve oksijenin sizi oldukça yorduğunu fark ediyorsunuz. Ev sahibinizle yavaşça eve dönmeye başlıyorsunuz ve kanalın yanındaki evinin balkonunda otururken bir şeyler içiyorsunuz. Gündüzü kadar gecesi de büyüleyici olan bu köy, şimdi ağaçların dansına şahitlik etmenizi sağlıyor. Fotoğrafını çekiyorsunuz.
Ev sahibinizle biraz daha zaman geçirdikten sonra, yavaştan odanıza geçiyorsunuz. Yatağa uzandığınızda, bebekler gibi anında uykuya dalıyorsunuz. İçinizdeki huzur, size deliksiz bir uyku çektiriyor.
Sabah uyandığınızda, hafif yağmurun güneşle buluştuğu taptaze bir hava sizi karşılıyor. Güneş, çok hafif odanızın içine sızıyor. Güzelce esniyorsunuz ve yataktan kalkıyorsunuz. Artık dönme vaktinizin geldiğini fark ediyorsunuz. Hızlıca bir kahvaltı ettikten sonra, eşyalarınızı topluyorsunuz ve 270 numaralı otobüsün yolunu tutuyorsunuz. Biraz istemsiz bir şekilde otobüse adımınızı atıyorsunuz.
Oradan ayrılırken fark ediyorsunuz ki, burası koruduğu doğal yapısıyla, vaat ettiği sakin yaşam tarzıyla mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer. Çünkü burada farkına varıyorsunuz ki, alternatif yaşamlar da oldukça mümkün. Bunun üzerine, Giethoorn’a ne kadar saygı duyduğunuzu bir kez daha gözden geçiriyorsunuz ve buranın doğal yapısının hiç bozulmamasını içten içe tüm samimiyetinizle diliyorsunuz. 270 numaralı otobüse yürürken kendinizi bir söz veriyorsunuz; buraya bir daha geleceğim.