Ana sayfa » Tasarım » Empresyonizm (İzlenimcilik) Sanat Akımı Hakkında Bilmeniz Gerekenler
Empresyonizm (İzlenimcilik) Sanat Akımı Hakkında Bilmeniz Gerekenler
Empresyonizm sadece resimle sınırlı kalmayan bir sanat akımıydı. Işığın kırıldığı anları, duyguların titreşimini ve geçiciliğin güzelliğini her sanat dalına taşıdı.
Bir sanat akımı düşünün ki sadece tuvallerle sınırlı kalmasın; taşın, sesin, kelimenin ve hatta sinema perdesinin içine sızsın… Empresyonizm, resimle özdeşleşmiş bir hareket olarak bilinse de etkisi çok daha geniş bir alana yayıldı. Bu akım; heykelden müziğe, edebiyattan sinemaya kadar birçok sanat dalını etkileyerek adeta bir “duygu devrimi” yarattı. Görünene değil, hissedilene odaklanan empresyonizm, klasik kuralları yıktı, yerine sezgilerle işleyen bir estetik anlayış getirdi. Işığın oyununu, anlık duyguların yankısını ve geçiciliğin güzelliğini yansıtan bu sanat dili; yalnızca gözle değil, kalple algılanmak istendi. İşte tam olarak empresyonizm nedir? Detaylara birlikte bakalım.
Empresyonizmin nedir?
19. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan empresyonizm, boyalı imgelerle ilişkimizi değiştiren devrim niteliğindeki sanat hareketiydi. Ancak, ona çoğunlukla resim merceğinden aşinayız. Gerçek şu ki, birçok sanatçı, fotoğrafçı, besteci ve yazar, hareketin ilkelerini kendi alanlarına çeşitli başarı dereceleriyle uygulamaya çalıştı.
“Bir tabloya bakıp sanki o anın içinde yaşıyormuş gibi hissettiniz mi?” İşte empresyonizm tam da bunu yapmaya çalışıyordu! Bu sanat akımı, detaylı gerçeklikten çok, izlenimlere, duyguya ve ışığın yarattığı büyüye odaklanıyordu. Empresyonist ressamlar, bir sahneyi fotoğraf gibi yansıtmak yerine, o anın havasını, titreşimini, ışığını yakalamak istiyorlardı. Yani, gözün değil kalbin gördüğünü resmediyorlardı diyebiliriz.
Empresyonist ressamların en çarpıcı özelliklerinden biri, renklerle adeta bir oyun oynamalarıydı. Kırmızı mı? Belki yerine turuncu! Gölge mi? Neden mor olmasın? Hatta Renoir’ın modellerini yeşil tenle boyaması bile döneminde epey tartışılmıştı. Ama onlar için önemli olan gerçeği birebir yansıtmak değil, doğanın geçici ışık oyunlarını yakalayabilmekti.
Fırça darbelerini saklamıyorlardı, aksine vurguluyorlardı! Kalın, cesur ve gözle görünür fırça izleriyle tuvalde adeta dans eden renkler, resimlere dinamizm ve dokunsallık katıyordu.
Heykelde empresyonizm akımı
“Heykel de empresyonist olabilir mi?” diye sorarsanız, cevap karmaşık ama ilginç: Kimi sanat tarihçilerine göre evet! Her ne kadar taş ve bronz gibi ağır malzemeler ışığın geçiciliğini doğrudan yansıtmakta zorlanıyor olsa da, empresyonist fikirler heykel sanatına da kendini bir şekilde sızdırdı.
Empresyonist resimdeki belirgin fırça darbeleri, heykelde parmak izlerine ve yoğrulmuş kil izlerine dönüştü. Heykeller, sanatçının ellerinin izini taşıyan canlı formlar haline geldi. Bu izler sadece bir detay değil, heykelin ruhunu taşıyan detaylardı.
Empresyonist ressam Edgar Degas, heykel sanatına da el attı. Ünlü eseri On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı, gerçek saçtan peruk ve tül etekten yapılmış detaylarıyla izleyenleri hem büyüledi hem şok etti. Bu çalışma bir dansçıdan çok, sanki bir sosyolojik gözlem nesnesiydi. Hatta bazı eleştirmenler, heykeli “suç potansiyeli taşıyan birinin fiziksel özellikleri” olarak yorumladı! Ve böylece ona “empresyonist heykel” denildi ama bu terim hiçbir zaman yaygınlaşmadı.
Rodin ve Claudel… Hem sanatçı hem de hayat arkadaşı olan bu ikili, empresyonist heykelin sınırlarını zorladı. Claudel’in Vals isimli eseri, mermeri adeta eriyormuş gibi göstererek klasik kalıpları altüst etti. Hareketi, duyguyu ve akışı tek bir blok içinde yakalayabildi.
Rodin’in bazı eserlerinde de figürler klasik duruşlardan uzak, çarpıtılmış ama bir o kadar da canlıydı. Claudel’in bu dev ustaya ilham verdiği düşünülür.
İtalyan heykeltıraş Rembrandt Bugatti ve Rus kökenli Paolo Troubetzkoy da bu akıma ruh veren isimlerdi. Bugatti’nin hayvanları, anatomi derslerinden fırlamış gibi değil; koşan, zıplayan, yaşayan canlılar gibi şekillenmişti. Troubetzkoy ise bronz heykellerinde kumaşın dokusunu bile hissettirecek kadar ayrıntıya girerek, soğuk metali adeta sıcak bir anlatıma dönüştürmüştü.
Empresyonizm sadece heykellere değil, notalara da bulaştı! Her ne kadar bazı müzik tarihçileri “empresyonist müzik olur mu canım?” dese de, bu tarzın en bilinen isimleri arasında Claude Debussy ve Maurice Ravel yer alıyor. Fakat ne ilginçtir ki, bu iki besteci de kendilerine “empresyonist” denmesinden pek hoşlanmıyordu! Çünkü müziğin, resimdeki gibi net biçimlerle tanımlanamayacağını düşünüyorlardı.
Yine de müzik dünyası onlara bu etiketi yapıştırdı bile. Empresyonist müzik, duygulara ince dokunuşlarla yaklaşan, atmosfer yaratmaya odaklanan ve bir sahnenin içsel yankılarını dinleyiciye yansıtan bir tarz. Romantik dönemin büyük, dramatik ifadelerle dolu eserlerinin aksine, burada daha yumuşak geçişler, soyut duygular ve belirsizlikler hâkim. Adeta bir rüya gibi…
O dönemde Avrupa müziği sadece Batı’dan değil, Ortodoks ilahilerden, Afro-Amerikan ezgilerden ve Doğu melodilerinden de esinleniyordu. Bu farklı tınılar, empresyonist müziği bir mozaik gibi zenginleştirdi. Her parça, bir tablo gibi yavaşça önünüzde beliriyor, sizi içine çekiyordu. Resmin ötesinde empresyonizm yazımıza devam ediyoruz.
Sinema sanatında empresyonizmin yansımaları
Empresyonizm sinemaya da sıçradı, ama bu alanda işler biraz daha karışık. 1920’lerde bir grup genç Fransız yönetmen, sinemanın sadece romanları ve tiyatroyu taklit etmesinden bıkmıştı. “Yeter artık!” dediler adeta, “Film kendi başına bir sanat dalı olabilir!” İşte bu isyanın içinden empresyonist sinema doğdu.
Bu akımın en ikonik örneklerinden biri, Jean Epstein’in yönettiği ve Edgar Allan Poe’nun karanlık öyküsünden uyarlanan The Fall of the House of Usher oldu. Senaryo kısmında sürrealist sinemanın kralı Luis Buñuel’in parmağı vardı! Film, duygularla oynayan ağır çekimler, yakın planlar ve ustaca yapılmış montajlarla izleyiciyi atmosferin tam ortasına yerleştiriyordu.
Ancak, günümüzde birçok sinema tarihçisi bu yapımların aslında daha büyük bir anlatı devriminin parçası olduğunu ve sadece “empresyonist” etiketiyle sınırlandırılamayacağını savunuyor. Ama ne olursa olsun, bu filmler sinemanın dilini değiştirdi.
Empresyonizm sadece görsel değil, edebi dünyaya da etkisini gösterdi. Özellikle Charles Baudelaire ve Stephane Mallarmé gibi şairler, karakterin ne yaptığıyla değil, ne hissettiğiyle ilgilendiler. Olayların dışsal akışı yerine, iç dünyalar, ruh hallerinin dönüşümü, anlık duygular ön plana çıktı.
Empresyonist edebiyat uzun süre sahnede kalamadı belki ama ardında iz bıraktı. Bu tarz, daha sonra sembolizmin gelişimine zemin hazırladı. Sembolistler de tıpkı empresyonistler gibi soyut duyguları, belirsizlikleri ve ruh hallerini anlatmayı sevdiler. Yani bir anlamda empresyonizm edebiyatın kalbine sessizce yerleşti.
Fotoğrafçılıkta empresyonizm
Bazı kişiler empresyonist ressamların, “fotoğraf gerçeği fazla net gösteriyor” diye bu akıma yöneldiğini düşünür. Ama bu tam bir yanlış anlama! Hatta Edgar Degas gibi bazı empresyonist sanatçılar, fotoğrafçılığı heyecanla karşılayıp eserlerinde kullanmaya başlamışlardı bile.
Aynı dönemde bazı fotoğrafçılar da, fotoğrafı sadece gerçekleri belgeleyen bir araç olmaktan çıkarıp bir sanat formuna dönüştürmek istediler. Işıkla oynadılar, lensleri değiştirdiler, görüntüleri bilinçli olarak bulanıklaştırdılar. Elde ettikleri sonuçlar bazen bir tabloyu andırıyordu. Bu tarz, fotoğrafçılıkta resimselcilik (pictorialism) olarak adlandırıldı. Ama estetik açıdan empresyonizme oldukça yakındı.
Bu alandaki en ünlü isimlerden biri, hem fotoğrafçı hem de sanat galerisi sahibi olan Alfred Stieglitz’ti. Fotoğrafın da bir resim kadar duygu yansıtabileceğini herkese gösterdi.