Resim ve edebiyat, yüzyıllardır birbirinden ilham alan iki güçlü anlatım biçimi oldu. Büyük edebi eserler, sanatçılar için sadece bir hikâye değil, aynı zamanda bir ilham kaynağına dönüşerek tuvallere, heykellere ve çizimlere hayat verdi. Mitolojik anlatılar, Shakespeare’in trajedileri, masallar ve destanlar, sanat tarihinde sayısız kez yorumlandı, her sanatçı kendi bakış açısını eserine yansıttı. Bu yazımızda, edebiyat eserlerinden esinlenen tablolar nelermiş inceleyerek, edebiyat ile sanatın nasıl kusursuz bir uyum içinde dans ettiğini keşfedeceğiz. İşte edebiyat eserlerinden esinlenen tablolar…
1. İkarus’un Düşüşü
Edebiyat eserlerinden esinlenen tablolar listemize başlıyoruz. İkarus’un hikâyesini bilmeyen var mı? Hani şu kanatlarını takıp gökyüzüne süzülen, sonra da babasının “Oğlum dikkat et, çok yükselme!” uyarısını dinlemeyip güneşe fazla yaklaşıp yere çakılan İkarus… Evet, işte o efsane!
Ama Pieter Bruegel’in İkarus’un Düşüşü Sırasında Bir Manzara adlı tablosuna bakınca, beklediğiniz büyük trajediyi göremiyorsunuz. Resimde ana odak noktası bir çiftçi, sahilde günlük hayatına devam eden insanlar ve yelkenli bir gemi. Eee, İkarus nerede? Çok dikkatli bakmazsanız fark edemezsiniz bile! Suya düşerken yalnızca iki bacağı görünüyor.
Bruegel burada ustaca bir mesaj veriyor: Büyük trajediler, bazen dünyanın geri kalanı için sıradan bir gün olmaktan öteye gitmez. Koca bir efsane yaşanıyor ama çiftçi tarlasını sürmekten, balıkçı ağ atmaya devam etmekten geri durmuyor. Hatta tablodaki tek ilginç tepkiyi veren, gökyüzüne bakan bir domuz sürüsü! Belki de İkarus’un havada süzüldüğünü gördüler, kim bilir?
2. Macbeth’in Ziyafet Sahnesi
Shakespeare’in Macbeth oyunu tam bir entrika ve ihanet hikâyesidir. Kral olmak için elinden geleni ardına koymayan Macbeth, dostlarını bile gözünü kırpmadan harcar. Ama bazı şeyler peşinizi bırakmaz!
James Maclise’in Macbeth’in Ziyafeti tablosu işte tam da bu noktada devreye giriyor. Macbeth, en yakın arkadaşlarından biri olan Banquo’yu öldürdü ama ziyafet masasında onun hayaletiyle karşılaşınca beti benzi atıyor! Hayaleti sadece kendisi görüyor, konuklar hiçbir şey fark etmiyor ama Macbeth’in dehşet dolu yüzü her şeyi anlatıyor.
Tablodaki en dikkat çekici detaylardan biri Lady Macbeth’in duruşu! Kocası dehşet içinde sandalyesinden geriye çekilirken, Lady Macbeth sanki “Herkes sakin olsun, bu adam biraz fazla şarap içti sadece” der gibi elini kaldırıyor. Diğer konuklar ise şaşkınlıkla bu sahneyi izliyor. Gerçekten de, Macbeth’in korkusunu ve zihinsel çöküşünü hissetmek mümkün!
Geldik sanat dünyasının en hüzünlü ve etkileyici tablolarından birine: Ophelia. Shakespeare’in Hamlet oyunundan fırlayan bu karakter, aşkın ve deliliğin en saf hâlini simgeliyor. Sevdiği adam Hamlet’in dengesiz hareketleri ve babasının öldürülmesi Ophelia’yı tamamen paramparça ediyor. Sonunda, aklı bulanık bir hâlde bir nehirde can veriyor.
Sir John Everett Millais’in bu tabloyu yaratırken ne kadar ince düşündüğünü görmek zor değil. Ophelia, suda süzülerek ölüme doğru giderken bile sanki içinde hâlâ bir huzur varmış gibi görünüyor. Ellerini suyun yüzeyinde zarifçe kaldırmış, etrafındaki çiçekler bile onun trajik ama zarif ölümünü tamamlayan detaylar hâline gelmiş. Saçları suyun akışıyla ahenk içinde ve yüzü neredeyse heykelsi bir duruluğa sahip.
Bu tabloyu bu kadar etkileyici yapan şey, Ophelia’nın hâlâ canlıymış gibi görünmesi! Sanki bir an sonra gözlerini açacakmış gibi… Ama gerçek çok farklı. Onun sulara karışan bedenini izlerken, Shakespeare’in trajedisinin ruhunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
4. Klitemnestra
Edebiyat eserlerinden esinlenen tablolar listemize devam ediyoruz. Yunan mitolojisinin en çok tartışılan karakterlerinden biri Klitemnestra! Onu genellikle “kötü kadın” olarak biliriz çünkü kocasını sevgilisiyle birlikte öldürmüştür. Ancak durun bir dakika! İşin aslı biraz daha derin.
Kocası Agamemnon, Truva Savaşı’na gitmeden önce tanrıları memnun etmek için kızları Iphigenia’yı kurban etti. Düşünsenize, kendi çocuğunu savaşta başarı kazanmak uğruna gözünü kırpmadan öldüren bir adam! Klitemnestra’nın içindeki anne yüreğini ve intikam ateşini bir düşünün. O, sadece acımasız bir katil mi yoksa hakkı yenen bir kadının çığlığı mı?
Euripides gibi bazı yazarlar onu yaslı bir anne ve adalet savaşçısı olarak tasvir ediyor. Hatta feminist bir figür olarak bile görülebilir! Çünkü Klitemnestra, erkek egemen mitolojik dünyada bir kadının sessiz kalmayacağını, intikamını alacağını gösteren güçlü bir karakter.
John Collier’in tablosuna gelirsek… İşte burada tam bir asalet ve ürkütücü bir sükunet var! Klitemnestra’yı kapının eşiğinde, elinde kanlı bir baltayla ama en ufak bir pişmanlık belirtisi olmadan görüyoruz. Üzerinde tek bir kan lekesi bile yok! Sanki bir cinayetten yeni çıkmamış da günlük işlerinden birini tamamlamış gibi. Çenesi kalkık, gözleri soğukkanlı… O an karşınızda olsaydı ne hissederdiniz? Tüyler ürpertici ama aynı zamanda büyüleyici değil mi?
Eğer trajik hikâyelerden hoşlanıyorsanız, Shalott’un Leydisi tam sizlik! Alfred Lord Tennyson’un şiirinde geçen bu karakter, aslında lanetli bir hayat sürüyor. Dünya ile arasında görünmez bir duvar var: Bir aynadan başka hiçbir şey görmeden yaşamak zorunda! Eğer direkt Camelot’a, yani Kral Arthur’un büyüleyici şatosuna bakarsa, laneti harekete geçecek.
Ancak ne oluyor dersiniz? Günlerden bir gün yakışıklı şövalye Lancelot at sırtında geçerken Leydi onu görüyor! Ve işte o an, yıllardır bastırdığı hisleri patlıyor. Kuralları bir kenara atıyor, pencereye koşuyor ve… BAM! Lanet aktif hale geliyor. Ayna paramparça oluyor, kaderinin mühürlendiğini anlıyor. Artık tek yapabileceği, son gücüyle adını bir kayığa kazımak ve akıntıya bırakılmak…
John William Waterhouse’un tablosuna bakalım… Burada Shalott’un Leydisi’ni teknesinde otururken görüyoruz. Üzerinde hüzün ve kabullenmişlik var. Artık ne yaparsa yapsın, sonun geldiğini biliyor. En ilginç detay mı? Teknenin önündeki mumlar! İkisi çoktan sönmüş, biri ise rüzgârda titriyor. Yani, umudun son kırıntısı da yok olmak üzere. Hayat ve ölüm arasındaki o ince çizgi burada harika bir şekilde resmedilmiş.
6. Kaz Güden Kız
Şimdi sizi klasik masallardan birine götürüyoruz: Kaz Güden Kız! Hikâye basit gibi görünse de aslında içinde büyük dersler barındırıyor.
Bir prenses, uzak diyarlardaki prense gelin gitmek için yola çıkıyor. Annesi onu korusun diye büyülü bir kumaş parçası veriyor. Ama ne oluyor dersiniz? Yolda, ona eşlik eden oda hizmetçisi prensesin saf ve iyi niyetini kullanarak onun yerine geçiyor! Gerçek prenses ise aldatmacanın kurbanı oluyor ve bir anda soyluluktan kaz çobanlığına düşüyor. Ama masalların büyülü dünyasında adalet her zaman yerini bulur, değil mi?
Bu hikâyeye farklı bir bakış açısı getiren Amrita Sher-Gil’in resmine gelelim… İşin ilginç tarafı, bu resmi yaptığında sadece 10 yaşındaydı! Çizimde prenses, büyük ihtimalle annesinin verdiği koruyucu bezi kaybettikten hemen sonra suyun kenarında duruyor. İlk bakışta tablo huzurlu gibi… Yemyeşil çalılar, çiçekler, rahatça otlayan atlar… Ama dikkatli bakarsanız bir şeylerin ters gittiğini hissediyorsunuz.
Oda hizmetçisi, yeşilliklerin arasında atının üzerinde kibirli bir şekilde oturuyor. Prenses ise suyun kenarında yalnız, çaresiz. Sahip olduğu her şeyi kaybetmiş, ama yine de asil ve zarif. Sizce bu hikâyenin gerçek dünyada da benzerleri yok mu? Gücünü hileyle kazananlar ve hakkı yenenler… Neyse ki, adalet her zaman bir yolunu bulur!
Miguel de Cervantes’in Don Kişot adlı eseri, şövalyelik kavramına tutkulu bir şekilde bağlanan bir adamın trajikomik maceralarını anlatıyor. Baş kahramanımız, köhne bir kısrakla yollara düşüp yel değirmenlerine karşı savaş açarken, dünyayı bambaşka bir gözle görüyor. Onun hayal gücü o kadar güçlü ki, devlerle savaştığını zannediyor ama aslında dövüştüğü şey koca bir yel değirmeni! Yanında sadık yoldaşı Sancho Panza ve gerçek aşkı olduğuna inandığı köylü kızı Dulcinea da var.
Bu kült eserin belki de en ikonik tasvirlerinden biri, Pablo Picasso’nun Don Kişot çizimi. İlk bakışta basit, hatta çocuksu gibi görünen bu eskiz, aslında çok daha derin bir anlam taşıyor. Picasso’nun birkaç siyah fırça darbesiyle oluşturduğu siluetlerde Don Kişot’un uzun, sıska bedeni, Sancho Panza’nın tombul hali ve at ile eşeğin tezat duruşu ustaca resmedilmiş. Arka plandaki yel değirmenleri, perspektif kullanımıyla küçüldükçe, Don Kişot’un trajikomik yolculuğunu daha da vurguluyor. Picasso, basit ama etkileyici bu çizimiyle, Don Kişot’un romantik hayallerle dolu ama gerçek dünyayla çelişen mücadelesini tam anlamıyla yansıtıyor!
8. Le Domaine d’Arnheim
Edgar Allan Poe’nun Le Domaine d’Arnheim adlı kısa öyküsü, güzelliğin ve estetiğin insan üzerindeki etkisini büyüleyici bir şekilde anlatıyor. Baş karakterimiz Ellison, büyük bir mirasın sahibi olunca, bu parayı mükemmel bir bahçe yaratmaya harcamaya karar veriyor. Yani, öyle sıradan bir bahçe değil; doğanın en mükemmel hâline ulaşmak isteyen bir adamın, sanatı ve doğayı ustaca harmanladığı bir cennet tasarlamasından bahsediyoruz!
Bu hikâyeden ilham alan René Magritte, eseri “Le Domaine d’Arnheim” için büyüleyici bir resim serisi oluşturdu. Gotik kuleler, buz gibi zirveler, ay ışığı altında büyüyen bir hilal ve kartal başı şeklinde oyulmuş bir dağ… İlk bakışta gerçek gibi görünen ama içine biraz daha daldığında gerçeküstü detaylarla dolu bir manzara. Doğa ve insan müdahalesi arasındaki denge, Poe’nun anlatmak istediği o ideal güzellik kavramını tam olarak yansıtıyor.
9. Alice Harikalar Diyarında Çılgın Bir Çay Partisi
Lewis Carroll’un Alice Harikalar Diyarında adlı romanı, herkesin hayatında en az bir kez duyduğu o büyülü dünyayı anlatıyor. Alice’in beyaz tavşanı takip etmesiyle başlayan macera, tuhaf karakterlerle tanışmasıyla devam ediyor. Ama belki de en ikonik sahnelerden biri, Şapkacı, Mart Tavşanı ve Uyuyan Fare’nin düzenlediği “Çılgın Çay Partisi”. Bir çay partisinin ne kadar çılgın olabileceğini merak ediyorsanız, kadeh kaldırdığınızda içecek olmaması, saatlerin anlamsızca çalışması ve hiçbir şeyin mantıklı olmaması gibi detayları gözünüzde canlandırın!
Bu sahneyi, sürrealizmin ustası Salvador Dalí harika bir şekilde resmetti. Dalí’nin yamuk saati, Şapkacı’nın “zamanı öldürdüğü” fikrini somutlaştırıyor. Bir çaydanlık ve üç fincanın bulunduğu bir masa, tuhaf ama tanıdık bir atmosfer yaratıyor. Ayrıca, ağacın dallarında uçuşan kelebekler, Alice’in karşılaştığı tırtılın ona sorduğu felsefi soruları hatırlatıyor. Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki maceraları onun için ne kadar kafa karıştırıcı olsa da, bu süreç kim olduğunu keşfetmesine yardımcı oluyor. Dalí’nin resmindeki Alice figürü, ip atlayan bir kız olarak betimlenmiş; bu da onun masumiyetini ve gelişimini vurguluyor.
10. “Vay Canına, Bu Harika!”
Edebiyat eserlerinden esinlenen tablolar listemizin sonuna geldik. Alice Harikalar Diyarında’nın devamı olan Through the Looking Glass, Alice’in aynadan geçerek bambaşka bir dünyaya adım atmasını konu alıyor. Burada her şey, bir satranç tahtasındaki gibi kurallara bağlı. Alice, bir piyon olarak oyuna giriyor ve Kraliçe olmak için sekizinci kareye ulaşması gerektiğini öğreniyor. Ama tahmin edebileceğiniz gibi, işler pek de kolay gitmiyor!
Bu efsanevi sahneyi Peter Blake büyüleyici bir şekilde resmetti. “Vay canına, bu harika!” adlı eserde Alice’in Kraliçe olduğu an tasvir ediliyor. Çiçekler içinde duran Alice’in büyük bir tacı var, ama o kadar büyük ki başında durmakta zorlanıyor! Omuzlarına dökülen saçları ve yanaklarını süsleyen çiller, onun hâlâ bir çocuk olduğunu hatırlatıyor. Bu küçük ama etkileyici detaylar, Alice’in büyük bir sorumluluğun altına girmiş olmasına rağmen hâlâ çocuk ruhunu koruduğunu gösteriyor.