Olanı biteni o dönemin şartlarına göre değerlendirelim diyebilmeyi çok isterdik. Ama yapamıyoruz, zira askerlerden kaçarken ses çıkarmasın, askerin eline geçmesin diye annesi tarafından derede boğularak öldürülen 5 yaşındaki çocuğun ahını almak istemeyiz. Üst üste yığılan cesetlerin tepesine diklemesine konulan 10 yaşlarındaki sarı saçlı çocuğun, nerede olduğu büyük ihtimalle bilinmeyen kemiklerini sızlatmayalım şimdi. Nazım’ın, Şeyh Bedreddin Destanı’nı hatırlatalım mı:
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Biz de “hey gidi kahbe devran hey” diyoruz, çünkü öldürülen binlerce insan “geçiyor çıplak ayaklarıyla yüreğimize basarak”. İşin en acı tarafı “tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi” de değildi bu.
Olayların üzerinden 77 yıl geçti. O günden bu güne pek bir şey değişmedi (canlı canlı izliyoruz). Biz şu an bu satırları karalarken, Diyarbakır’da, Cizre’de ve ülkenin zaptedilemeyen başka mahallerinde, devlet, adını 77 yıl önceki gibi kanla perçinliyor. Miting yapıp “Oluk oluk kan akacak” diyen adamlarla bir halka göz dağı veriyor, “Kurdun dişine kan değdi, korkun” yazan adamları o halkın yaşadığı sokaklara salıyor ellerinde silahlarla. Devlet, tedip (yani edebini, terbiyesini vermek) ve tenkil (yani yok etmek) politikasını 77 yıl sonra bir kez daha uygulamaya sokuyor.
Ne? Bu da mı “dönemin şartları” gereği? Ulus devletin kurulmasından bu yana 92 yıl geçmiş olsa bile mi? Nazım’ın dizelerini Türkiye Cumhuriyeti’ne yontarak düşünelim. Şimdiki abluka, müdahale, katliam (ya da kötülük namına ne varsa), tam da bizim güzide devletimiz açısından “tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi” aslında (bu sefer tutturduk). Çünkü içinde yaşadığımız lanet coğrafya, hükmetmeyi, haddini bildirmeyi, iktidara Allah’ı da alet etmeyi fazlasıyla meşrulaştırıyor. Çünkü savaş ortamı, hükmetmeyi kolaylaştırır, muktedirin hareket alanını dilediği gibi genişletmesini ve kendi lehine her türlü kararı, hesapsız kitapsız alabilmesini sağlar.
Not: Seyit Rıza’nın tam olarak kim olduğu, kişiliği, yaşamı başka bir listenin konusu, o yüzden burada derinlemesine bir Rıza analizi yok.
İsyana/katliama 5 kala
İsyanın ya da katliamın ya da olayların (artık siz ne derseniz o) hemen öncesi: 1925 yılında gerçekleşen Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Dersim’i de kapsayan bölgede sıkı yönetim ilan edilir ve bu sıkı yönetim 1927 yılında kaldırılır. Bunun yerine Elazığ, Diyarbakır, Van, Urfa, Hakkari, Bitlis, Siirt ve Van’ı kapsayan “Umumi Müfettişlikler” (bir çeşit olağanüstü hal valiliği) kurulmaya başlanır.
Ne ola ki bu “Umumi Müfettişlikler” derseniz
Tarihçilerin yorumuyla, Osmanlı’dan devralınan bu “bölgesel valilikler”, sivil, asker ve yargı üzerinde kesin otoriteye sahip yönetimlerdir. Vali olan zat-ı muhterem, aynı zamanda suçlama makamıdır (yani savcı), ek olarak hakimleri de denetleme yetkisi vardır. Ulus devletin oluşturulma sürecinde böyle bir yönetimin tercih edilmesinin sebebi, merkezi otoriteyi güçlendirmek, ortaya çıkabilecek yerel yönetim girişimlerini (adem-i merkeziyetçilik) engellemektir. İşte bu umumi müfettişliklerden birisi de Dersim’e kurulur.
Yasal sürgün: İskan Kanunu
Bu sürecin en önemli adımlarından birisi de sürgünü yasal hale getiren İskan Kanunu. Bir maddesi şu şekilde mesela:
Madde 13/3: Türk ırkından olmayanların, serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil edilmeyecek şekilde kasaba ve şehirlere iskanları mecburidir.
Amaç, homojen bir topluluğu belli bölgelere dağıtarak zaman içinde asimile etmek, baskın kültüre, devlet kültürüne uyumlu hale getirmektir. İskan Kanunu ve Tunceli Kanunu, ileride binlerce kişinin ölmesine sebep olacak kanlı sürecin iki hukuki boyutu oldu.
Hukukun hukuki olarak katledilmesi: Tunceli Kanunu
Tunceli Kanunu 25 Aralık 1935’te çıkarılır ve Dersim adı Tunceli olarak değiştirilir.Konuya devam etmeden burada bir parantez açalım ve Tunceli Kanunu nedir, ne değildir, birkaç şey yazalım. En önemli yanlarından birisi, savcılık makamının sanıklara neyle suçlandıklarını söyleme zorunlulukları yok. Normal şartlarda iddianamelerin sanıklara tebliğ edilmesi gerekirken Tunceli Kanunu’na göre sanıklara iddianame verilmez. Sonuç olarak, idam cezasına çarptırılan mahkumlar bile neyle suçlandığını bilmez. Sanıklar avukat tutamazlar, tercüman bulunduramazlar. Davalar çok kısa süre içinde başlar ve biter, en önemlisi de verilen hüküm kesindir. En can alıcı taraflarından birisi de, bu kanunun geriye doğru da işletilebilmesiydi.
“Kürt”ü “Dağ Türk”ü yapan kişi: Abdullah Alpdoğan
Tunceli Kanunu’nu takiben 6 Ocak 1936’da da Dersim merkezli 4. Umumi Müfettişlik kurulur ve başına da süper yetkilerle donatılmış Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır. Böylece tüm yetkiler Alpdoğan Paşa’da toplanır. Hemen ardından da alınan karar gereği Dersim’in çevre il ve ilçelerle tüm bağlantısı kesilir, buralara giden yollar kapatılır. Stratejik yerlerde kışla ve karakol inşaatlarına başlanır. Ama asker burada sadece karakol ve kışla yapmaz, devletin onlara verdiği yetkiye dayanarak çeşitli taciz-tecavüz vakalarına da bulaşır. Bu noktaya kadar herhangi bir taşkınlık göstermeyen, isyan etmeyen (ama askerin içlerinde olmasını da sindiremeyen) aşiretler, bu noktadan sonra öfkeyle isyan ederler. Bu öfkeden de ilk olarak, ulus devletin o dönemki en önemli sembolleri olan karakollar, kışlalar ve köprüler nasibini alır.
21 Mart 1937: Tüm olayların kıvılcımı
Mevsim şartlarından dolayı ara verilen kışla ve karakol inşaatlarına Mart 1937’de kaldığı yerden devam edilir. Bunu takiben karakol baskınları da tekrar başlar. Binlerce kişinin ölmesine sebep olan olayların başlangıcı ise, 1937 yılının 21 Mart gecesinde (bazı kaynaklarda 20 Mart ya da 22 Mart gecesi) Harçik Suyu üzerindeki tahta köprünün (halkın işçi olarak çalışarak yaptığı köprünün) Demenanlılar ve Haydaranlılar tarafından yakılmasıdır.
Devletin satın aldığı aşiretler
Seyit Rıza’nın oğlu Bıra İbrahim, babası adına askeri harekatın durdurulmasını talep etmek için Hozat Köyü’ne gider. Dönüş yolunda Kırğan aşiretine bağlı Deşt Köyü’nde misafir olduğu bir evde uykusunda öldürülür. Yazılanlara bakılırsa cinayeti örgütleyenler, Alpdoğan Paşa’nın adamı Binbaşı Şevket ve adamlarıdır. Hükümet karşıtı aşiretler de misilleme yaparak Kırğan aşiretinin merkezi olan Sin bucağına ve buradaki karakola baskın düzenlerler. Anlaşılan o ki, bazı aşiretler de devlet tarafında savaşmakta, Paşa’nın emriyle cinayet işlemektedirler o dönem.
“Cumhuriyetin kahredici orduları…”
4 Mayıs 1937 tarihinde bildiriler atılır uçaklardan. Şunlar yazar bildirilerde: “Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz.” Aynı tarihte Bakanlar Kurulu da gizli bir karar alır. Kararda “Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.” denmektedir.
Sabiha Gökçen’in sahneye çıkışı
Nisan ayı boyunca hem askeri birliklere baskınlar sürer, hem de direniş. Direnişçilerin Mayıs ayı başında Mazgirt Köprüsü civarındaki birliklere saldırmasından sonra, aralarında Sabiha Gökçen’in de bulunduğu 15 uçaklık bir filo Zel, Kırmızı Dağ ve Yukarı Bor çevrelerini bombalar. 8 Mayıs’ta Genelkurmay’ın emriyle saldırı başlatılır. 19 Mayıs’ta 25. Alay, Nazımiye-Kırmızı Dağ-Sin-Karaoğlan hattına ulaşır. Ay sonuna doğru ordu, Bahtiyar aşiretine bağlı köylere baskın düzenler ve önceden boşaltıldığı görülen köyleri yakar. Haziran başında da Haydaran, Dermenan ve Yusufanlılar’ın bir kısmı teslim olur.
Ordu “tenkil” kavramının hakkını veriyor
Ordu, daha da ilerleyerek Zel, Bokir, Sıncık ve Aziz Abdal Dağları’nı işgal eder. Direnen köyler yakılır, sürülere el konulur. Yine Haziran (veya Temmuz) ayında Tujik Dağı’nı da işgal eder ordu ve İksor Vadisi’ndeki sığınaklarda bulunan sivilleri kadın, çocuk demeden katleder. Mağaraların girişi betonla kapatılarak ya da mağara girişinde ateş yakılıp dumanın mağaraya dolması sağlanarak binlerce kişi yok edilir. Bir umut canımı kurtarırım diye dışarı çıkanlar ise vurulur.
Alişer ve eşinin kesik başları Alpdoğan’ın masasında
Dersim direnişinin Seyit Rıza’dan sonraki en önemli lideri Alişer ve eşi, Seyit Rıza’nın satılmış yeğeni Rayber (Rehber) tarafından öldürüldüğünde tarih 9 Temmuz 1937’dir. Alişer ve eşinin kesik başları Alpdoğan Paşa’ya gönderilir. 17-18 Ağustos’ta da çarpışmalar gerçekleşir. Bu çarpışmalarda bin kişi öldürülür. Öldürülenler arasında Seyit Rıza’nın ikinci eşi, büyük oğlu ve üç torunu da vardır. 28 Ağustos’ta direniş önderlerinden biri olan Sahan, Rayber’in çete elemanı Hıdır tarafından öldürülür. Onun kesik başı da Alpdoğan’a gönderilir. Ardından Sahan’ın lideri olduğu Bahtiyar aşireti kırıma uğrar, sağ kalan aşiret mensupları da Seyit Rıza’nın aşiretine katılırlar. Sahan’ın ölmesiyle Rıza yalnız kalır. Direnişe çağırdığı tarafsız aşiretler Rıza’nın çağrısına kayıtsız kalırlar. Bu cinayet, bir anlamda Dersim direnişinin de sonunu getirir.
“Alpdoğan’ın tarihi başarısı”
Seyit Rıza’nın yakalanması konusunda rivayetler muhtelif. Erzincan’a giderken yakalandığı, kaçma girişimi olmadığı, Erzincan’da jandarmaya kendi isteğiyle teslim olduğu, Erzincan valisiyle görüşmeye giderken tutuklandığı iddialar arasındadır. O dönemi bizzat yaşayanların anlattıklarına bakılırsa Seyit Rıza, Erzincan yolunda yakalanır. Herhangi bir kaçma girişiminde bulunmaz. Bu olayı dönemin politikacıları “Alpdoğan’ın tarihi başarısı” olarak tanımlarlar.
Tatil matil dinlemeyip idam kararı verecek mahkeme açtırmak
Rıza’yla birlikte 72 kişi Elazığ’da “yargılanır”, 7 kişi idama mahkum edilir. Seyit Rıza’nın yargılanma süreciyle ilgili olarak dönemin emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayangil yıllar sonra şunları söyler: “Şükrü Sökmen Süer, Atatürk döneminin ünlü emniyet müdürlerindendi. Bir gün beni çağırdı. ‘Atatürk, Diyarbakır’da Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim harekatı bitti. Beyaz donlu 6 bin doğulu Elazığ’a dolmuş. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmasına meydan vermeyelim.’dedi. Şükrü Sökmen Süer’in yanından ayrılır ayrılmaz hemen hazırlığımı yaptım. Cumartesi günü Elazığ’a yetiştim, emniyet müdürü İbrahim Bey’e gittim. Savcı için ‘Kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil.’ dedi. Savcıya gittim, durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığı’ndan şifre aldığını, ama mahkemenin cumartesi tatil olduğunu, tatilde çalışıp karar almanın mümkün olmadığını bana bildirdi ve ekledi: ‘Ben mahkemeyi etkileyemem.’ Halbuki biz mahkemenin, kararını Atatürk gelmeden vermesini istiyorduk.” Savcı böyle söyleyince onun istifa etmesini sağlarlar ve yerine tatil matil dinlemeyen bir savcı atarlar.
“Beni oğlumdan önce idam edin”
İdama mahkum edilen 7 kişi, 15 Kasım’da Elazığ Buğday Meydanı’nda apar topar idam edilirler. Seyit Rıza’ya idam edilmeden önce son isteği olup olmadığı sorulur. Azıcık parasının ve saatinin oğlu Reşik Hüseyin’e verilmesini ister. Onun da idama mahkum edildiğini öğrenince bir ricada daha bulunur ve der ki “Beni ondan önce idam edin.”. Bu ricası da yerine getirilmez ve oğlu Hüseyin, Rıza’dan önce idam edilir. Seyit Rıza cezanın infaz edileceği meydana çıkarıldığında oratlıkta kimseler yoktur ama o, bomboş meydana sanki doluymuş gibi şu sözlerle seslenir:
Evladı Kerbelayıh
Bihatayıh
Ayıptır, zulümdür, cinayettir…
İdam sehpasına doğru yürür, ipi boynuna geçirir ve sandalyeyi tekmeler. İdam edilenlerin bedenleri, Elazığ sokaklarında teşhir edildikten sonra gömülür.
Kılavuz kitap öncülüğünde yeni katliamlar
İdamlarla birlikte 1937 yılı direnişi sona erer. Olaylar, 1938’in henüz ikinci gününde, yani 2 Ocak’ta, valiliğin Munzur-Merho-Mercan dereleri arasındaki bölgeyi ve Kalan Deresi havzasını boşaltma kararı üzerine yeniden başlar. Bu sefer ordu hem daha tedbirli, hem de daha deneyimlidir. Bir “kılavuz kitabı” bile vardır: “Tunceli bölgesinde yapılan eşkıya takibi hareketleri, köy arama ve silah toplama işleri hakkında kılavuz.” Bu kılavuz tenkil hareketi için tecrübeyle sabit bilgiler içeriyordu. Örneğin, “Köyde eşkıya araması” bölümünün 6. maddesinde “Silah atan köy yakılmalıdır” ifadesi geçer. Madde 7’de de bunun nasıl yapılması gerektiği yazılıdır: “Damlar taş ve topraktan ibaret olup yalnız tavan ve direkleri ve ağaç dalları vardır. Bunları yakmak güçtür. Ancak dam üstünden bir kısım toprak atılarak ağaçlar meydana çıkarılır. Toplanacak odun ve çalılar burada yakılmak suretiyle bina ateşe verilir. Oda kapısından içeriye odun yığarak ateşleme sureti ile genişletilir.”
Boşaltılıp yakılan onlarca köy
10’a yakın asker, Mansul Uşağı Köyü’nde, aşiretlere bağlı kişiler tarafından öldürülürler. Bu olay ordu tarafından ikinci harekatın nedeni olarak görülür. Çevre illerden alınan asker desteğiyle harekat 11-12 Haziran’da başlar. 22 Haziran’a kadar ordu, Koçan aşireti direnişçilerini Ali Boğazı’na sığınmak zorunda bırakır. Bunu takiben uçaklar Ali Boğazı’na bomba yağdırır. İlerleyen süreçte Şeyhan ve Yukarı Abbas aşiretleri de Koçanlılar’ı desteklemek için direnişe geçerler. Direniş tüm Dersim’e yayılır, sivil halk da baltayla, kürekle direnişe destek verir. Ordu bu direnişi de sert bir şekilde bastırır.Haziran sonuna kadar tam 60 köy başaltılır ve yakılır.
Ağıtlara konu olan ölümler
Temmuz ayı içinde de ordunun saldırısı sürer, direnişçilerin imhası için mağaralar abluka altına alınır. 19-25 Temmuz arasında, İç Dersim denilen yerde ağıtlara bile konu olacak kadar ağır bir çarpışma gerçekleşir, 216 kişi ölür. Ordu Laç Deresini de ele geçirir, direnişi kırar. Mağaralar ve kayalıklar kuşatılır, mağaraların içindekiler öldürülür. 30 Temmuz’a kadar tüm bölge askerler tarafından abluka altına alınır. Kuşatılan bölgelerde 100’den fazla direnişçi öldürülür.
Binlerce kişinin yerinden yurdundan edilmesi
10 Ağustos’tan itibaren Dersim’in her tarafında aynı anda bir harekat başlatılır. Amaç, girilmedik hiçbir yer bırakmamaktır. Böylece binlerce kişinin başka illere nakil (sürgün?) süreci de başlar, Dersim içindeki bazı bölgeler yerleşime yasaklanır. 12 Ağustos’ta bir uçak filosu Ali Boğazı’nı tekrar bombalar. Ertesi gün meydana gelen çatışmalarda Kırmızı Dağ civarında 300 kişi öldürülür. Yine bu harekatta hayvan sürüleri de alıkonulur. 14 ve 15 Ağustos’ta da ölümler devam eder. Batı illere nakledilmek üzere toplanan 149 kişi öldürülür. Ordu, Deşt yöresindeki köylerde yine direnişle karşılaşır. Hem direndikleri, hem de direnişçilere yataklık ettikleri gerekçesiyle bu bölgedeki köylerde 395 kişi öldürülür. Yine aynı gün Hiç ve Zımek köylerine baskın yapılır, Çukur ve Pah civarına yapılan baskınlarda çok sayıda Haydaranlı öldürülür. Harekat, binlerce kişinin batıda belirlenen illere sürgün edilmesiyle 31 Ağustos’ta tamamlanır.
On üç bin yüz altmış
u konuda birkaç yıl önce devletin açıkladığı sayı 6 bin 868. Ama Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık öyle demiyor. Saltık, 9 yıl boyunca araştırma yaptı. Harekata katılan askerlere, ölenlerin akrabalarına ulaşmış, müzayedelerden, koleksiyonerlerden ve İngiliz Ulusal Arşivleri’nden yararlanmış. Son olarak da harekata komutanlık eden bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaşmış. Tüm bunların sonucunda bir sayıya ulaşmış Hasan Saltık. Ölü sivil sayısı 13 bin 160, sürgün edilenlerin sayısı ise 11 bin 818.
Bonus 1: Yerinden yurdundan edilen çocukların öyküsü
Bonus 2: Çayan Demirel’den Dersim 38 Belgeseli
Tarihçilerin, sosyologların, hukukçuların ve dönemin tanıklarının görüşlerine, konuşmalarına yer veren, her şeyi detaylı bir şekilde anlatan belgesel.