Atatürk, hayatının büyük bir kısmını cephelerde geçirdiği için büyük bir asker, sayısız zaferler kazandığı için büyük bir komutan, bir harabeden ülke yarattığı için büyük bir devlet adamı, yoktan bir millet var ettiği için büyük bir önder ve hayal kurmaktan hiç vazgeçmediği için büyük bir devrimcidir…
“Küçük hayaller bir insanın yüreğini harekete geçiremez.” Goethe
Mazhar Müfit Bey, Mustafa Kemal hareketinin genel sekreteri gibidir, karargâhın her işiyle uğraşır, günlük harcamalara bile o para bulur.
Mustafa Kemal Paşa, Mazhar Müfit Bey’in günlük olayları not tuttuğunu bilir, der ki:
“Şimdi sana söyleyeceklerimi not et, ama sen, ben ve Süreyya’dan başka kimse bilmeyecek!”
Ve başlar yazdırmaya:
“7-8 Temmuz 1919, Erzurum, sabaha karşı…”
Devam eder:
“Bir, zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır.
İki, padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.
Üç, örtünmek kalkacaktır.
Fes kaldırılacak, şapka giyilecektir.”
Mazhar Müfit Bey “Elimdeki kalem düştü” der.
Paşa sorar:
“Niye durakladın?”
“Darılma ama paşam, sizin hayal peşinde koşan taraflarınız var!”
“Bunu zaman gelince gösterir, sen yaz!”
Beşinci maddeye gelince, Mazhar Müfit Bey, yatmak için izin ister, çünkü bu madde “Latin harfleri kabul edilecek” diye başlar. Mazhar Müfit Bey’in tahammülü kalmamıştır, gün de ağarmıştır, müsaade ister, yatmaya çıkar, herhalde içinden de “Şu bizim paşa amma da hayalperest” demiştir.
Aradan yıllar geçer, Mustafa Kemal Paşa’nın o gece not ettirdiği maddelerin hemen hepsi gerçekleşir. Atatürk Çankaya sofralarından birkaçında bu olayı hatırlatır, ama sırada öyle bir olay vardır ki…
Mazhar Müfit Kansu anlatır:
“Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu, ben de eski Meclis binası önünde duruyor, kafileyi seyrediyordum, öyle bir şey gördüm ki gözlerime inanamadım, Atatürk’ün yanında oturan Diyanet İşleri Başkanı’nın da başında bir şapka vardı, ben bunu hayretle seyrederken, Atatürk, otomobili yavaşlattı, durdurdu, beni çağırdı:
-Azizim Mazhar Bey, notlarına bakıyor musun, kaçıncı maddedeyiz?”
1. Herkes Atatürk’ün büyük zaferler kazandığı, bir ülke kurduğu, bir millet var ettiği için büyük bir önder olduğunu düşünür, oysa o büyük hayalleri olan gerçek bir devrimcidir.
Bir gece toplantısında:
“Biraz sonra Atatürk’ün yepyeni bir konu ortaya attığını gördüm.
– En güç devrim nedir?
Sıra ile hepimizin yanıtını bekliyordu. Bazı arkadaşlar, bütün devrimler birbirinden güçtür, dediler. Sıra bana gelince en güç devrim laikliktir, dedim. Nitekim bugün de hâlâ o kanıdayım. Ama Atatürk yanıtlarımızın hiçbirisini beğenmedi. Bizi bir süre duraksamada bıraktıktan sonra:
– En güç devrim, dedi, müzik devrimidir. Şaşkınlığımızı yüzümüzde okumuşçasına devam etti:
– Çünkü müzik devrimi kişiye kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir aleme yönelmeyi gerektirir. Onun için çok zordur.
Kısa bir susma oldu. Işıklar saçan gözünü üzerlerimizde gezdirerek ekledi:
– Çok zordur ama, yapılacaktır, dedi.
Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak
2. Büyük küçük demeden her konuyla ilgilenen, milletin, ülkenin ulaşması gerektiği nokta konusunda derin hayalleri olan bir liderdir.
İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar, okul duvarında bir ilan gördüm: “Avrupa’ya talebe yollanacaktır.”
Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa’ya talebe göndermek… Lüks gibi gelen bir şey…Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içinden
11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci Garı’ndayım; ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim,
geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı.
‘Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.’
Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu:
“Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum; alevler olarak
geri dönmelisiniz. (İmza) Mustafa Kemal”
Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. ‘Şimdi istersen gitme, git de çalışma ve dön de bu ülke için canını verme, olacak şey mi? ’ dedim kendi kendime…
Düşünün 1923’te o kadar kişinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu Ülke için can verilmez mi?”
Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak
3. Onun hayalleri bugün bile ulaşmamız gereken koca bir hedef olarak önümüzde durmaktadır: “Milli Eğitim programımızın, Milli Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz…”
Bir gün Atatürk’ün yolu köy okuluna düştü.Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordu.
Atatürk sınıfa girince,öğretmen kürsüsünü terk etti.
Atatürk:
– Hayır, yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz, dedi. Eğer izin verirseniz, biz de sizden faydalanmak isteriz. Sınıfa girdiği zaman, cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir.
4. Hayal kurmaktan asla vazgeçmemiş, gerçekleştirdiği her devrimin ateşi ilk olarak kafasında bir hayal kıvılcımı olarak başlamıştır.
Büyük Önder Atatürk’ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada anlatıyor:
“Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle dediğini duydum:
– Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
– Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım…”
5. Ülkenin akla gelebilecek her sorunuyla, atması gereken her adımla yakından ilgilenmek ve bizzat çözüme ulaştırmak ancak sonu olmayan bir hayal gücünün ürünüdür.
…Ülkemizde, eskiden gül denilince, Isparta, Burdur, Denizli yöresinde yetişen ve bugün sadece yağı için yetiştirilen pembe güller anlaşılırdı. Diğer renkli güllerin hiçbirisini halkımız tanımazdı.
Atatürk, Orman Çiftliği’ni kurdururken bir de gül fidanlığı kurulmasını istemiş ve Avrupa’da gördüğü renkli güllerin burada üretilmesini emretmişlerdi.
Biz hazırlıklarımızı yaptıktan sonra, Almanya ve Hollanda’dan bir vagon dolusu değişik renkli gül fidanları getirildi. Bizler tarafından çoğaltılarak sefaretlere, halkımıza, park ve bahçelere çok uygun fiyatlarla satıldı.
Bugün ülkemizin hemen her yerinde gördüğümüz değişik renkli güllerin çoğu, o zaman Atatürk’ün getirttiği ve bizler tarafından çoğaltılarak dağıtılan ürünlerin nesilleridir.
Prof. Dr. Abdulgafur Acatay
6. Bugün hala kullandığımız birçok matematik ve geometri teriminin isim babasıdır Atatürk, onca işinin, çalışmasının arasında buna da vakit ayırmasını bilmiş benzersiz bir insandır.
Tarih 1937 Kasım ayının on üçü. Atatürk Sivas’ı şereflendirmişlerdi. Ben de Sivas’ta Maarif Müdürü olarak bulunuyordum. Atatürk, liseyi gezdiler, dokuzuncu sınıfın matematik dersine girdiler.
Öğrencilerden birine:
– Defterinizdeki hendese (geometri) davasını (teoremini) tahtada anlat!.. dediler.
Çocuk davanın (teoremin) şeklini çizdi. O zamanki Arapça terimlerle anlatmaya başladı:
– Şu zaviye (açı), şu zaviyeye müsavidir (eşittir), mütebadil (karşı) ve mütecavir (yan) zaviye olduğu için şu hatlar (çizgiler) birbirine müvazidir (paraleldir), dedi.
Atatürk, bir aralık öğretmene ve bizlere dönerek:
– Anlamıyorum, dediler.
Atatürk’ün burada “anlamıyorum” sözünden ne demek istediklerini elbette ki takdir buyurursunuz (anlarsınız)!..
Öğretmen:
– Paşam, programlar böyledir, dedi.
Atatürk:
– Ben hoca olsam böyle okutmam.
Öğretmen:
– Istılahlar (terimler) henüz değişmedi.
Atatürk:
– Bunu okutmak budalalıktır.
Öğretmen:
– Paşam, kitaplar böyledir.
Atatürk:
– Getir kitabı, dedi.
Kitap geldi. Atatürk forma halindeki kitaba göz gezdirdikten sonra, çocuğun yanına yaklaşarak elini şu şekilde tuttular:
– Buna ne derler?
Çocuk yine:
– Zaviye, dedi.
Atatürk işte o zaman, gür sesiyle buna:
– Açı derler, açı! Dediler.
Sonra tahtaya bir şekil çizerek bizlere bugünkü terimlerle ilk dersi verdiler.
Bu olay üzerine durumu yüksek (Milli Eğitim) Bakanlığa bildirdik. Zannederim bir hafta sonra gelen bir genelgede “bu terimlerin ders yılında hemen uygulanması” bildiriliyordu.
Böylece 1937 ders yılında Türkçe terimler okullarda kullanılmaya başlandı.
Cemal GÜLTEKİN
İstanbul 1946
7. İçinde bulunduğu zamanın ruhunun bu kadar ilerisine geçmiş başka bir lider bulmak gerçekten çok zordur.
14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda öğrencilerin “Hayatta müzik gerekli midir?” sorusuna verdiği yanıt, sanatla ilişkisi bağlamında çok iyi bir örnek teşkil eder:
“Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzikle ilgisi olmayan mahlukat insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise, müzik behemehal vardır. Müziksiz hayat zaten mevcut olamaz.”
8. Devrimci olmakla, hayalperest olmak arasında “kararlılık” gibi bir fark vardır!
Yeni Türk alfabesinin ilk biçimlerini kendisine götürdüğüm zaman, komisyonun en aşağı beş yıllık bir geçiş dönemi düşündüğünü söylemiştim…
Dikkatle dinledikten sonra bir daha sordu:
– Demek beş yıl düşündünüz! dedi.
– Evet! dedim.
– Üç ay! dedi.
Donakaldım,
Üç ay!
Üç ay içinde bütün memleket yayını “Türk Harfleri” ile değişecekti.
İlave etti:
“Ya üç ayda uygulayabiliriz, yahut hiç uygulayamayız. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur ve beş yıl sonra, tıpkı yarın başlar gibi başlamaya zorunlu kılarız. Hele arada bir buhran, bir savaş çıkarsa attığımız adımları da geri alırız.”
Falih Rıfkı ATAY
9. Hayal kurmakla onu gerçekleştirmek arasındaysa cesaret, kararlılık ve liderlik gibi belirgin farklar vardır, Atatürk bunların hepsine sahip bir dehadır.
Günlerden birgün İtalyan Büyükelçisi Atatürk ile görüşmek ister ve huzura kabul edilir. Görüşme esnasında o zamanın muhtelif ekonomik-siyasi konuları hakkında konuşulduktan sonra, büyükelçi:
– “Ekselans, dün Roma ile yapmış olduğum bir görüşmede hükümetimizin Hatay’ı almak istediği kararını size iletmem söylendi.” der.
Odada buz gibi bir hava eser. Ata, büyükelçiye bir şeyler daha ikram eder ve iki dakikalığına odadan ayrılır. Döndüğünde ayağında çizmeleri, üzerinde mareşal üniforması, belinde tabancası vardır. Doğruca masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmak’ın bağlanmasını ister ve Çakmak’a:
” Paşa, İtalyan dostlarımız Hatay’a gelmek istiyorlarmış. Hazır mıyız?
Fevzi Çakmak durmu anlar ve:
– Biz hazırız Paşam. diye yanıtlar…
Ata büyükelçiye döner ve:
– Biz hazırmışız. Hükümetinize söyleyin, buyursunlar, der.
10. Onun ne kadar büyük bir insan olduğunu görebilmek için, küçük ayrıntılara bakmak gereklidir.
Bir gün Konya’da Behiç Bey’in evinde Mustafa Kemal general Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç Bey, Muhtar Bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. yemeğin sonunda Atatürk misafirine dedi ki:
– “Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tesbihi verebiliyorum” diyerek elindeki kırmızı mercan tesbihi hediye etti ve
sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak general’e dedi ki:
– “Bu saati bana Anafartalarda bir Türk askeri, ölen bir İngiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır, subay’ın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere’ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum” diyerek generale teslim etti.
Bonus: Rahat uyu büyük insan, senin kurduğun hayaller bize ışık olmaya devam ediyor.
İstanbul’un işgal günleri; başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal kumandanları Pera Palas Salonu’nun bir köşesinde otururlar. Mustafa Kemal nedense dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruştururlar. ‘Mustafa Kemal’ denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri’nden bahseden ve daima Mustafa Kemal’in isminde düğümlenen kitaplar, yazılar, o zaman bile bir kitaplığı doldururdu.
Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Ama Mustafa Kemal’in cevabı hem nazik, hem kesindir:
– “Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.”