“Modern” insan, en “gelişmiş” insan türü. Sadece yüzlerce yıl öncesinin insanına baktığımızda bir grup ilkel insan topluluğu olduklarını düşünme eğilimindeyiz. Muhtemelen bir iPhone’un nasıl çalıştığını bile bilmiyorlar ve asla öğrenemeyecekler. Biz ise her geçen gün yeteneklerini arttıran “üstün” varlıklarız. Gerçekten öyle miyiz? Elbette bu yazı aksini düşünmemiz için değil; sadece bu kibirli bakış açısının ne kadar yanlış olduğunu göstermek için hazırlandı. Tarihçiler, modern insanların bir araya getirmeye dahi zorlandıkları antik insanlara ait icatları gün yüzüne çıkartıyorlar. Geçmişteki rahatsız edici araştırma ve uygulama kısıtlamalarının, bilimsel ve teknolojik yetersizliklerin bugün olmayışıyla, hızla ilerleyen günümüz teknolojisinin ulaşılabilecek en yüksek seviyeye geldiğini sanıyoruz. Oysa uzanabildiği kadar uzak geçmişe ait, antik çağ icatlarının keşiflerini sıkça yapmakla kalmıyoruz; şimdi kolayca ulaşabildiğimiz bilgi ve elimizin altındaki son teknoloji ürünü modern ekipmanlar olmadan, böyle icatları nasıl yapmış olabileceklerine de hala akıl sır erdiremiyoruz. Aynı zamanda tüm teknolojik ve bilimsel gelişmişliğimize rağmen, binlerce yıllık bu icatların altında yatan prensipleri kavrayamadığımız için, bir kısmını yeniden yaratmamız da henüz mümkün olabilmiş değil. Bazılarını ise birebir olmasa da pek çok deneyin ardından yaklaşık sonuçla elde edebildiğimizi söyleyebiliriz. Bu icatlardan bir kaçına bakalım dedik.
10. Bilinen ilk kimyasal silah: Rum Ateşi
Aslında bir Yunan terimi olarak orijinal adı “sıvı ateş” fakat “Game of Thrones” dizisinde de aynı terim kullanıldığından bir ayrım yapmak gerekiyordu. Seride de “sıvı ateş” olarak kullanılan silah, esasen Bizans İmparatorluğu’nun düşman gemilere karşı kullandığı “Rum ateşi”nden geliyor. MÖ 5. yüzyıldan 1453’e kadar olan bir süreçte bu silahın kullanıldığı gemiler, patlamalarla çok çabuk alev alarak batmış. Biz onu İstanbul’un fethinin gecikmesinin en başlıca sebeplerinden biri olarak okuduk, öğrendik. Bu silahın çıkardığı yangınların en büyük özelliği suyla söndürülememesi ve hatta suyla daha da alevlenmesiydi. Söndürmek için gemilerin büyük miktarlarda kum, sirke ve idrar taşımaları gerekiyordu. Bileşiğin içerik tarifi, hiçbir zaman yaygın bir bilgi haline gelmedi. Sadece Bizans kraliyet ailesindeki belirli kişiler tarafından biliniyordu. Ancak birebir olmasa da içeriğine dair bilgilerimiz ışığında “Rum Ateşi”nin neye benzediğini aşağıdaki videodan görebilirsiniz.
9. Lazerin atası: Arşimed Işını
Herkes Arşimed’i duymuştur; hani şu “evreka” diye bağırarak hamamdan çıplak vaziyette sokağa fırlayan, suyun kaldırma kuvveti yasasını bulan mucit. Peki kaç kişi aynalarla gemileri tutuşturduğunu biliyor? Aslında aynayla da değil, bir bölük askerin çok iyi cilalanmış kalkanıyla… M.Ö. 212’de Arşimed’in doğup yaşadığı, Sicilya’daki Yunan kent devleti Syracuse, Roma İmparatorluğu donanması tarafından kuşatılmış. Arşimed, bir bölük askerin kalkanlarını güneş ışınlarını yansıtacak biçimde konumlandırıp, donanmanın üzerine yönlendirmiş. Kilometrelerce ötedeki Roma gemilerini bu sayede yakmayı başarmış. Louisville Üniversitesi Tarih Profesörü Robert Temple’ın araştırmaları Arşimed’in sadece astronomi, matematik ya da tıpla ilgilenen bir filozof değil; aynı zamanda döneminin yüksek teknoloji savaş silahlarını üreten bir bilim insanı olduğunu gösteriyor. Arşimed’in “optik” hakkında gelişmiş bilgilere sahip olduğu ve bu hikayenin de bir mit olmadığı ortaya çıktı. Discovery’de yayınlanan ünlü “Efsane Avcıları” belgeselinde Adam Savage ve Jamie Hyneman, ABD Başkanı Barack Obama’nın da çok merak ettiği bu olaya açıklama getirmek üzere 300 aynayla aynı deneyi tekrarlasalar da; değil bir donanma bir sandalı dahi tutuşturmakta başarılı olamadılar. Fakat 2005’de MIT öğrencileri, Arşimed’in ardında bıraktığı talimatları birebir uygulayarak San Fransisco’da bir gemiyi tutuşturmuşlar. Aynı deneyi, 1973’de Yunanlı bilim insanları gerçekleştirmişler ve yaklaşık 100 metre açıkta duran bir tekneyi yakmayı başarmışlar. Bu işlem sadece üç dakika sürmüş.
8. Evrensel panzehirin kaynağı: Mithridatium
Bu iksirin Pontus Kralı VI. Mithridates tarafından icat olunduğu söylenir. Ancak Roma İmparatoru Nero’nun kişisel doktoru tarafından rafine edilerek (arıtmak, inceltmek), geliştirilmiş. Stanford Üniversitesi tarihçilerinden Prof. Adrienne Mayor’un “Rum Ateşi, Zehirli Oklar, Akrep Bombaları. Antik Dünyanın Kimyasal ve Biyolojik Savaşı” adlı çalışmasında Mithridatium; her türlü zehirle mücadele etmeye muktedir bir formül olarak tanımlanıyor. Profesör Mayor’a göre; orijinal kimyasal bileşimi kayboldu ve artık bilinmiyor. Sovyetler Birliği’nin üst düzey biyolojik silah araştırmacısı Sergey Popov bir zamanlar bu formülü yeniden yapmayı denese de başarısız olmuş. Diğer bazı araştırmacılar, formülün bilinmeyen diğer pek çok şeyle birlikte; afyon, doğranmış engerek yılanı, diğer zehirlerin bir kombinasyonuyla elde edildiğini iddia ediyorlar. Adrienne Mayor bu araştırmayı yaparken hayatına ve efsanesine duyduğu hayranlıkla sonrasında “Mithridates: Zehirlerin Kralı” adlı bir roman kaleme almış.
7. Metaldeki ebru sanatı: Şam (Damascus) Çeliği
“Game of Thrones” dizisinde Valyrian Çeliği olarak geçen bir başka antik icat daha… Aristo’nun dahi bahsettiği yaklaşık MÖ. 400-300 yıllarından beri “Wootz” adı verilen ham çelikten imal edilen bu kılıçlar; hem çok sağlam, hem inanılmaz keskin, hem de son derece esnektiler. Çeliğin yapım tekniği, Osmanlı’nın çöküş dönemine girdiği 18. yüzyılda aniden kaybolmuş. Sırrı ancak elektronik mikroskop altında incelendiğinde ve nanoteknolojinin yardımıyla ortaya çıkıyor. Onu özel kılan, yapımı aşamasında kullanılan kimyasal maddelerin oluşturduğu reaksiyonun kuantum düzeyinde gerçekleşmesi… Bugün bilindiği kadarıyla yapılan uygulamada, paslanmaz çelik ve karbon çeliği tabakalar halinde üst üste konulup dövülüyor. Katlanıyor ve tekrar dövülüyor. Bu işlem en az 500 kez tekrarlandıktan sonra bükülüp bıçak ve kılıç haline getiriliyor. Uygulanan bu işlemin diğer bir özelliği çeliğin görünümünde oluşturduğu desenler. Bu desenler iki ayrı vasıftaki çeliğin karışımından meydana geliyor. Desenlerin görülür hale gelmesi ise asit uygulamasıyla mümkün. Söylentilere göre; en usta demircilerin elinden çıkan Şam çeliği kılıçlar, kırılmadan ucu kabzasına değene kadar bükülebilirmiş. İpek kumaşı havada kesebilecek kadar keskin ve Haçlıların demir zırhlarını bir darbede ikiye bölecek kadar da sağlam olurmuş. Yine söylentilere göre; Şam çeliği yapılırken kesinlikle demir suya değdirilmez, her dövülüşten sonra üst üste dizilmiş taze hayvan postunda söndürülürmüş. Yine bazı rivayetlere göre; bu kılıçlar, hayvan postu yerine, esir düşmanların bedenlerine saplanarak soğutulurmuş. Son 60 yılda çeliğe olan ilgi giderek arttığından mütevellit, bugün dünyanın en fazla Şam çeliği üreten ülkesi ABD. Ancak Avrupa’da çok az sayıdaki bazı ustaların gerçek Şam çeliğine en yakın ve en güzel desenleri ürettiği biliniyor.
6. Esnek ve kırılmaz cam: Vitrum
Tarihte üç farklı kaynakta geçiyor. Petronius adındaki bir cam ustası, İmparator Tiberius’a kırılsa da orijinal haline geri dönebilen bir kavanoz sunar. Tiberius bu keşfin, altın ve gümüşün değerini düşürmesinden korktuğu için Petronius’u idam ettirir. Edebiyat ve siyaset tarihinde Genç Plinius olarak adlandırılan romalı edebiyatçı ve senatör tam anlamıyla doğru olmayabileceğini de belirterek aynı hikayeyi tekrarlar. 200 yıl sonra bu hikayenin yeni bir versiyonu Romalı tarihçi ve kamu görevlisi Cassius Dio tarafından ortaya konuyor. Dio, çıplak elle kırılmış camı eski haline döndürebilen bir tür büyücüden bahsediyor. Fakat bu kişinin adından hiç bahsetmiyor. Kırıldıktan sonra bir camın parçalarını bir araya getirmenin nasıl mümkün olabileceğini kimse bilmiyor elbette. Günümüzün mevcut teknolojisi böyle bir şeyin yakınına dahi yaklaşabilmiş değil. 2012’de Corning adlı bir şirket, Güneş enerjisi kollektörlerinin yapımında kullanılan “Willow Glass” adında çok esnek bir ürünün tanıtımını yaptı. Fakat bu ürün dahi kırıldığı taktirde orijinal haline geri dönemiyor.
5. Antik nanoteknoloji harikası: Lycurgus Kupası
Antik Roma’da kullanılmış 1600 yıllık bir goblet. Ne gibi bir teknolojiye sahip olduğunun anlaşılması için ışığa tutulması gerekiyor. Kupa önden aydınlatıldığında yeşil, arkadan aydınlatıldığında ise kırmızı rengini alıyor. 1950’de bulunan kupanın sırrı ancak 1990’da çözülebildi. Yapılan mikroskop altı incelemelerde kupadaki camın, saç telinden 1000 kat ince, sofra tuzunun binde biri büyüklüğünde altın ve gümüş taneleriyle bezeli olduğu görüldü. Kupaya renk değiştirme özelliğini kazandırmak isteyen Romalılar, bu karışımın yoğunluğunu kesin değerleriyle biliyorlardı. Ama Romalıların nanoteknoloji bildiklerini biz yeni öğreniyoruz. Kupanın, içine konulan sıvıya göre de renk değiştirdiği sanılıyor. Ama bunun deneyinin kupa üzerinde yapılmasına izin verilmiyor. Ellerinden gelenin en iyisini yaparak kupanın bir benzerini ortayan çıkaran bilim insanları, içine su, bira ve tekila gibi farklı sıvılar koyduklarında ürettikleri kupanın farklı renkler aldığını gördüler. Yani elimizde bizi sarhoş ederken aynı zamanda gözümüze bir renk cümbüşü yaşatan “renkahenk” bir kupa var. Farklı türde maddeleri tespit edebilmek adına bilim insanları şimdi, Sezar zamanının bu teknolojisini günümüz sensörlerine adapte etmeye çalışıyorlar.
4. Vikinglerin GPS’i: Uunartoq Diski
Antik çağın eski yolcu gemileriyle, GPS ve hatta pusula yokken okyanusta gezinmek epey zor olmalıydı. Eğer o zamanlar, Avrupa’dan Amerika’ya gitmek isteseydiniz; Madagaskar’ı Amerika sanmanız pek şaşırtıcı olmazdı. Hindistan’a gitmek için yola çıkan Colomb’un “yanlışlıkla” Amerika’yı keşfetmesinden farksız bir durum. Bilim insanları, Vikinglerin düz bir çizgi üzerinde Norveç’ten Grönland’e 1600 mil (yaklaşık 2575 km)’lik bir mesafeyi gidip sonra nasıl geri dönebilmeyi başardıkları konusunda şaşkınlardı. Ta ki 1948’de 11. yüzyıldan kalma bir manastırda bulunan aletin Vikinglerin pusulası olduğunu anlayana kadar… Manyetik pusulalar icat olunmadan önce, eski denizciler bir diskin üzerine düşen güneş ışıkları sayesinde yönlerini buldukları “Güneş Saatleri”ni kullanıyorlardı. Geceleri ya da bulutlu günlerde ise çay yapraklarını okuma ya da Odin’e keçi kurban etme gibi eylemlere başvuruyorlardı. Ama Uunartoq Diski adıyla bilinen Viking pusulası, bir sopanın gölgesini okumak üzerine kurulu Güneş Saati’nden çok daha gelişmiş ve işlevsel bir alet. Ortaçağ kayıtları, güneşin olmadığı zamanlarda bile çalışabilen “sihirli” bir kristal olduğunu yazıyor. Bilim insanları ise belirli bir tür kristalin, disk şeklindeki aletin üzerine yerleştirildiğinde desenler oluşturduğunu ve bu sayede loş ışıkta bile yön bulmayı sağladığını düşünüyorlar. Modern pusula ile bu aleti karşılaştıran uzmanlar, pusulaya nazaran dört dereceden daha az bir hata payıyla ölçüm yaptığını keşfettiler. Üstelik aletin yarısının kayıp olduğunu da hesaba katmak gerekiyor. Her halükarda Vikinglerin pusulası Apple Maps’i yeniyor.
3. Antik Çin’in masif matkapları ve Doğalgaz Boru Hatları
Buzdolabının olmadığı çağlarda tuz, yiyeceklerin kurutularak korunması ve aynı kurşun gibi silahlardan atılabilen sert bir madde olması nedeniyle Çin’de çok değerliydi. Denizden elde edebilmek için oldukça uzak mesafeleri katetmek pratik olmadığından bu kokulu “beyaz altın”ı bulmak için toprağı kazmaktan başka çareleri yoktu. Ucunda demirden bir matkap ağzı bulunan uzun bambulardan yapılma matkaplar, ancak birkaç kişinin gücüyle kullanılabiliyordu. 3. yüzyılda açtıkları tuz kuyuları, yerin 460 feet (yaklaşık 141 metre) altına kadar iniyordu. Sondaj yöntemleri öylesine gelişmişti ki; farklı durumlarda kullanılabilecek matkap uçlarını gösteren bir katalog ve yer altındaki mağaralarda oluşan göçükleri tamir etmeye, yüzey güvenliğini sağlamaya yönelik bir protokol bile oluşturmuşlardı. Bu kuyular aynı zamanda metan gazı açığa çıkardıkları için onlara “ateş kuyuları” adını vermişler. Başlangıçta patlamalarıyla sorun haline gelen bu doğalgazı antik çağa ait birtakım cihazlar yardımıyla kullanabileceklerini fark etmişler. Büyük mesafeler kat edebilecek şekilde yol altından hem tuzlu su, hem de doğalgaz taşıyan, geniş kapsamlı bir dizi bambu boru hattı döşemeyi başarmışlar. Bugün sahip olduğumuz modern doğalgaz hatlarından önemli ölçüde farklılık gösteren bu teknolojinin özelliği ise her bir evin musluğunun birinden soğuk tuzlu su, diğerinden de sıcak gaz akıyor olması. Bizde yok ama Antik Çin’de var!
2. Hala daha iyisini yapamadığımız metal kaplama işçiliği: Ashoka Sütunu
Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan Ashoka Sütunu’nun yüzde 98’i demirden oluşuyor. Yaklaşık yedi metre uzunluğunda ve altı ton ağırlığa sahip bu sütun, MS. 400 civarlarında yapılmış ve 1600 senedir bulunduğu coğrafyadaki nem ve yüksek yağışa rağmen en ufak bir paslanma emaresi göstermiyor. İçindeki fosfor, doğanın yıkıcı güçlerine karşı adeta bir “kalkan” gibi demirin yüzeyinde ince bir tabaka oluşturmuş. Bu kazara yapılmış bir şey değil; daha önceki dönemlere ait demir işçiliği örneklerinde fosfor kullanılmadığı ortaya çıkmış. Evet Antik Hintliler, binlerce yıl dayanabilsin diye, yaptıkları sütuna fosfordan doğal bir astar yapmayı akıl etmişler. Sütunun yapıldığı Gupta İmparatorluğu dönemi, bilim, matematik, gök bilimdeki ilerlemelerden ötürü “Hindistan’ın Altın Çağı” olarak biliniyor. Eskiden Vishnupadagiri’da (şimdiki Udayagiri) bulunan sütunun adının anlamı ”Lord Vişnu’nun ayak izindeki tepecik”. Vishnupadagiri, Yengeç Dönencesi üzerindeydi ve Gupta zamanında astronomik incelemelerin merkezi sayılıyordu. Sütun, Güneş Saati olarak kullanılıyordu ve günötesinde (21 Haziran) sabah gölgesinin Vişnu’nun ayak izi yönüne doğru düştüğü söyleniyor. Sütunun üzerindeki Sanskritçe Brahmi yazıtlarında Lord Vişnu’nun onuruna dikildiği yazılmış.
1. Antik Yunanın ilk programlanabilir robotu
M.S 10-70 arasında yaşadığı düşünülen, matematikçi, fizikçi, mühendis ve öğretmen İskenderiyeli Heron, buhar gücüyle çalışan “Aeolipile” adında bir cihazın ve rüzgar enerjisinin en erken örneği olan “Yel Değirmeni”nin mucidi. İlk otomatik açılır kapanır kapıyı da tasarlayan Heron, tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de programlanabilir bir robot icat etmiş. Üç tekerlekli robotu programlamak amacıyla sağ ve sol tekerlek için iki farklı aks yapmış. Aksların üzerine simetrik açılmış oyuklara ipleri farklı düzenlerde sarmak suretiyle aracın kendi kendine hareket etmesini sağlamış. Taş bir ağırlık, borunun içinden dökülen buğday tanelerinin üzerine alçalarak bağlı olduğu ipi çekiyor. İpin, mil üzerindeki makaraların oyuklarına farklı sarılmasıyla doğrusal olmayan iki farklı yönde hareket elde ediliyor. Böylece bu alet, tarihteki ilk programlanabilir robot olmanın dışında bir de, bilinen gelişmiş yönlendirme sistemine sahip ilk tekerlekli araç. Heron, ders kitaplarında robotik kategorisinde yer alabilecek çok sayıda başka buluşlarını da açıklamış. Bunlardan bazıları buhar ve hava basıncı ile çalışan cihazlar. Bazı fikirlerini “Ctesibius” gibi kendisinden önce benzer buluşlar yapan bilim insanlarından esinlenerek yaptığını yazmış ve onların da tarihe geçmesini sağlamış. Yani icatlarını hem sahiplenmiş, hem de herkese hakkını teslim edecek kadar vicdanlıymış. Bilim insanlarının böyle bir ahlak anlayışına yüz yıl öncesinde bile henüz sahip olmadıklarını düşünürsek; belli ki Heron her bakımdan şahane bir adammış.
Kaynaklar: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15.