Baharın gelmesiyle beraber her taraf yeşillenirken, biz bu yazımızı yok yere kesilen ve bir daha baharları çiçek açması engellenen ağaçlara ithaf edelim istedik… Huzurlarınızda ağaç ve çiçek temalı şiirler listemiz.
Çocuklara Kıymayın
çok çocuklar biçtik çok çiçekler yolduk
ruhumuz, mayısı kaldıracak sardunya bahçesi değildi
Barış Erdoğan
Son günlerde Kadıköy’de tren yolu yenileme çalışmaları uğruna yüzlerce yemyeşil ağacı hiç acımadan katlettiler… Baharımızı, nefesimizi yok ettiler… Bakmaktan başka hiçbir şey yapamadık bizler; ama elbet o ağaçlar gün olur bunun hesabını sorar…
Yaş Ağaca Balta Vuran El Onmaz
insan değil de ağaç olsam
dallarımın arasından rüzgar esse
yapraklarım, çiçeklerim meyvelerim olsa!
mevsimleri yaşasam…
köklerimle toprağın derinliklerine sarılsam.
kuşlar konsa dallarıma, yuva bile yapsalar…
böcekler, karıncalar yollansalar içime…
çürütseler oralarımı,
ballarım, sakızlarım olsa
gövdeme bir insan yaslanıp uyusa…
ben bunları hiç bilmesem, sadece ağaç olsam…
Erkan Oğur
Ağacın hayat kaynağı olması, hayat ağacının farklı çağlarda ve farklı toplumlarda karşımıza çıkması, efsanelerden hikâyelere geçmesi, şairleri ve yazarları cezbetmesi aslında kimseyi şaşırtmamalı. Hayat, kendi meyvesinden tekrar tekrar doğan bir ağaçla anlatılmayacaktı da neyle anlatılacaktı… Hayatın başladığı gibi hikâyenin (ister darağacı, ister öteki dünyanın yolunu gösteren bir servi ağacı olsun) yine bir ağaçla sona ermesi şaşırtmamalı öyleyse bizleri. Çünkü hikâyeler başladıkları yerde biter genelde ve yeni tohumlarla geri döner ait oldukları yere…
Ahlat Ağacı
Eşin dostun yaşıyor bak bahçelerde
Sen çıplak bir doruğun üzerindesin
Tam rüzgârın engini sardığı yerde
Yekpare bir mavilik üstünden akar
Altında köklerini sıkan toprak var
Dertleşir durursun gölgenle
Bazan öyle yakın geçer ki kayan yıldızlar
Halini soruverecekler sanırsın
Dağılır üstündeki yeşil sükût
Ümitle kımıldanırsın
Bakma sana bir ad verdiklerine
Yerle gök arasında bir karaltısın
Ve bütün dünya seni unutmuş
Sanki kim bilecek yaşadığını
Gelmese dallarına birkaç fakir kuş
Ne de dolmaz çilen varmış
İlk defa kırağı yaktı canını
Aşkı sonra bulutların
Rüzgârın cilvesi değil miydi
Döken yapraklarını
Durmuşsun kırların bir ucuna
Ah senin halin köylü hali
Yaşarsın kıraç toprakta
Servi-sîmin misali
Mehmet Başaran
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında şehir mimari yapılarla adeta yeniden inşa edildi. Fakat bir şehre sükûnu getiren, göz zevkini okşayan tabiattan yoksundu İstanbul. Fatih, İstanbul’un tam bir medeniyet şehri olmasını istiyordu. Yeşille tabiatla barışmalıydı şehir. Birçok yere ağaçlar dikildi. Cihan padişahı ağaca o kadar önem veriyordu ki kanunnamesinde “Ormanımdan ağaç kesenin başı kesile!” buyruğunu vermişti.
Çocuk ve Ağaç
Çocuk, çok sevdi ağacı…
Verirdi ona her kış
Çiçekleri olaydı!
Ağaç, çok sevdi çoçuğu…
Öperdi altın saçlarından
Dudakları olaydı!
Ve ona öptürmek için,
Eğilirdi yerlere kadar;
Yanakları olaydı!
Dökerdi önüne hepsini
Gümüşten, altından, sedeften
Oyuncakları olaydı!
Ve çoçuk gittikten sonra,
Böyle kalır mıydı ağaç?
Ne olurdu onun da
Bacakları olaydı,
Ayakları olaydı!
Arif Nihat Asya
Bilinen ilk yazılı destan olan Gılgamış’ta (M.Ö. 2700) ağaçların baş tacı edildiğini görüyoruz. Destan kahramanının yolculuğu ağaçlar altında başlıyor ve ender bulunur meyveler veren ağaçların altında sona eriyor. Böylece dünyanın sınırları tanımlanmış oluyor ağaçlarla. Her şey ağaçla başlayıp, ağaçla bitiyor. Mısır mitolojisinde, hayat ve ölümün (İsis ve Osiris’in) hikâyesinde de önemli rol oynuyor ağaçlar. Osiris öldüğünde, cesedi bir akasya ağacının dibine sürükleniyor, aşkını hayata döndürmeye çalışacak olan İsis onu orada buluyor. Uzakdoğu da atlamıyor hayat ağacını. Taoizm’de üç bin yılda bir, yiyeni ölümsüz kılan bir meyve veren ağaçtan bahsediliyor. Çinliler bronz ağaçlar yapıyorlar, insanoğluna ölümsüzlüğü sunan hayat ağacını onurlandırmak için.
Türlü Seda Verir Ağaçlar
Yel estikçe dalgalanır dalları
Türlü türlü seda verir ağaçlar
Tertip olmuş kuğu gibi dilleri
Türlü türlü seda verir ağaçlar
Bahar gelir yaprak açar yaz olur
Aşka düşen ateş olur köz olur
Kaval olur keman olur saz olur
Türlü türlü seda verir ağaçlar
Yel değdikçe ince dallar ses verir
Yeşil yaprak etrafına sus verir
Aşılarsan meyvesini has verir
Türlü türlü seda verir ağaçlar
Balta gelir yalağından yad eder
Usta gelir keman yapar ud eder
Yanık sesli kaval ne feryad eder
Türlü türlü seda verir ağaçlar
Davul olur gümbür gümbür gümüler
Zurna olur ince sesle iniler
Gıranata derdlerimi yeniler
Türlü türlü seda verir ağaçlar
Kalem olup her lisanda okuyor
Ana sesi ciğerimi yakıyor
Dallarda çeşitli kuş şakıyor
Türlü türlü seda verir ağaçlar
Aşık Veysel
Kuzey Amerika Kızılderili mitolojisinde ise, efsaneye göre hamile bir kadın cennetteki hayat ağacının dalına çıkar ama dengesini kaybedip düşer, kendini sonsuz denizde bulur. Bir kaplumbağa kurtarır onu. Kadın da düşerken elinde kalan dal parçasını eker kaplumbağanın sırtına. Böylece dünya doğar… (İşte size kaplumbağanın sırtındaki dünya efsanesi.)
Elma Ağacı
Yine başladı soğuklar,
Boyuna yağıp duruyor yağmur.
Esiyor rüzgar acı acı.
Nasıl geçireceksin bu kışı
Elma Ağacı?
Gölgen de yok ki sana arkadaş olsun;
Tek başına kaldın bu kış kıyamette;
Artık kimse bakmaz oldu yüzüne;
Dallarına tırmanıyor çocuklar,
Kuşlar uğramıyor semtine.
Üzülme bu günler çabuk geçer,
Bir bakarsın bahar geliverir.
Yeniden allanıp süslenirsin,
Bizim için yine çiçek açar,
Meyve verirsin.
Şükrü Enis Regü
Bir de meşhur bilgi ağacı var haliyle, Havva’nın dalındaki elmayı koparıp Adem’e verdiği, Adem’in de elmasını yiyerek hepimizi cennetten sürdürdüğü ağaç. Tekvin’e göre “günah” bile o elmadan doğuyor. Hayat ağacı, insanın cennetten atılışına vesile oluyor olmasına ama böylece dünyada yeni bir hayat başlıyor.
Defne Ormanı
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hala yeşil bir defne ormanı altında.
Melih Cevdet Anday
Antik Yunan ve Roma da geri kalmıyor ağaçları taçlandırmakta elbette. Peki, Ovidius’un Dönüşümler’ine ne demeli? Kurtuluşu ağaca dönüşmekte bulan kızın hikâyesini hatırlatalım, unutmuş olanlara: Güneş Tanrısı Apollon bir peri kızına âşık oluyor ama kız istemiyor onu. Tanrı bu, bırakır mı peşini, kovalıyor kızı nereye giderse. Sonunda kız yalvarıyor tanrılara kendisini kurtarmaları için ve kıza acıyan tanrılar da defne ağacına dönüştürüyorlar onu. Apollon’un da başına defne dallarından bir taç takmakla yetinmesi gerekiyor, kızı elde edemediği için.
Yaşlı Çınar
Yaşlı bir çınardır bu
Tarihler kadar eski
Kuşlar için her dalı
Yapraktan bir kafestir.
sallandıkça fısıldar
Nice eski türküler
Geçen her yolcu durup
bu nağmeleri dinler
kokusu serpiliyor
Dallarından baharın
Yorgunlar dinleniyor
Gölgesinde bu çınarın
Ejder Üçok
Ağaçların arasında çınarın özel bir yeri vardı, o bir semboldü. Kültür tarihinde Lübnan’ın sediri neyse Osmanlının da çınarı oydu. Çınar Osman Gazi’nin rüyasıydı. Üç kıtaya hâkim olacak devletin sembolüydü. Çınar, iri gövdesi, bir şemsiye gibi açılan dalları, el el yapraklarıyla insana ululuğu ve kalıcılığı hatırlatıyor. Çınar servi gibi yalnız veya salkım söğüt gibi mütevazı bir ağaç değildir. O, Osmanlının rüyasını saklar içinde. Çınar Osmanlının ağacıdır.
Erguvan Moruyum Ege’de
ben artık erguvan moruyum yüzünden devşirilmiş
çiçeklerde zeymuran kıskançlığı
kitapları seviniz, çocukları sarınız, kediler okşanır
beni unutmayasınız ben erguvan eskisiyim
ah dedim yüzünde erguvan coğrafyalar birikmiş
gözlerin, fesleğen ırmağında yıkanmada
şair, bu nasıl iş
ah ben bir zalimin ömür sakasıyım
susuzluktan ben ölmediysem kim öldü yerime
akşamları erguvan yasıyım
elma kokusundayım der inanırım
eksik olan iğdeler, eksik olan mor erguvanlar
sen cümlesisin amasyalım
düşen narım
cuma dualarımı çaldırdım, eksik olan mor dudağım
bendeki kalp hınzır bir deli dumrul
geçmelere yüzüm yok, yollar erguvan kurusu
köprüler boydan boya dağım
ah ben hiçbir şeye inanmazdım; balığa, kumruya
ellerini diken yırtan erguvan ağızlı kuşlara
şimdi dini bütün kadınları bir başka sever oldum
değiştim mi ne, şaşırdım mı ben bu ara
söylemeyin ben galiba kötü oldum
birden bahar geldi, ben alışkın değilim tez baharlara
böyle şeylerden konuşmayalım istersen
sana dadanan kuşlardan söz edelim, narin kelebeklerden
gülü bülbülden koruyan dikenlerden, bir şeylerden
erguvanlardan
Barış Erdoğan
Erguvan ağacı İstanbul’un simgelerinden biri… En azından geçmişte öyle idi. Beton yığınlarının çoğalmadığı dönemleri yaşayanlar, baharın İstanbul’a erguvan ağaçlarının çiçek açmasıyla geldiğini anımsarlar. Bu ağaç baharın gelişiyle kısa bir an için çiçeklenir, çiçeklerinin görüntüsü narin ve utangaçtır. Sanki ağaç yüzünü gizlemek ister. Çiçeklerin dallarda çok kısa bir süre kalması sanki ağacın çiçeklerini insanlardan kıskandığı duygusunu verir bize. Havarilerinden biri (Yahuda) Hz. İsa’ya ihanet eder ve sonra da pişman olur. Bu pişmanlık onu ölüm düşüncesine sürükler; kendini erguvan ağacının dalına asar. Bu hain adamın alçaklığını sindiremeyen erguvanın önceleri beyaz olan çiçekleri utancından kırmızı/pembeye dönüşür. Bundandır ki, Hıristiyanlar Yahuda (Juda) ağacı derler erguvana.
Ceviz Ağacı
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Nazım Hikmet
Ama artık ağaçlar birer düşman, daha çok betona yer açmak adına, (sözüm ona) teknoloji adına yok ediliyorlar birer birer… Yerlerine AVM’ler yapılıyor, köprüler, saraylar yapılıyor. gencecik fidanlarına hiç acımadan kıyanlar ağaçlara da kıyıyorlar… Yerlerine güzelleştirmek adına, göz boyamak adına rengarenk çiçekler dikiyorlar… O zavallı çiçekler de bilmiyorlar ki üç ay sonra sökülüp bir kenara atılacaklar, yerlerine yenileri dikilsin diye…
Lâle
biz bu bahçelerden geçemez olduk, gülle yandık
nergisi gonca, laleyi karanfil boylu bir kız sandık
bahçıvan kovasında her aşığa düşmüştü bir ateş
içmelere doyamadık, söz oyunlarına bile kandık
Barış Erdoğan
Bir döneme adını veren, üzerine şiirler, şarkılar yazılan ve asırlar boyu sanatın çeşitli alanlarında kullanılan lalenin öyküsü şöyle; İran mitolojisine göre asırlar önce bir yaprağın üzerindeki minicik bir çiğ tanesine yıldırım düşmüş. Böylece yaprak alev almış ve kapkara olup toprağa düşmüş. İşte toprağa düşen bu yanık yaprak, çağlar boyu tarihte yer alacak lalenin doğumunun başlangıcı olmuş. Lalenin göbeğinde bulunan siyahlık da işte o düşen yıldırımdan kalan yanık iziymiş. Ters lâle ise Hıristiyanlıkta Hz. Meryem’i temsil ediyor ve “Ağlayan Gelin” olarak anılıyor. Söylenceye göre, Hz. İsa çarmıha gerilirken Hz. Meryem’in gözyaşları toprağa düşer ve toprakta bir lale bitiverir. Hıristiyanların kutsal saydığı “ters lâle” Müslümanlar tarafından da hüznün sembolü olarak mezarlıklara dikilirmiş. Boynunu büktüğü ve nektarları döküldüğü için “ağlayan lâle” olarak adlandırılırmış.
Gül
Ey bâkir cümbüşü her özleyişten sıcak
Bin uykuya yaslanmış sessiz kamaşan şafak;
Her bahçenin üstünde ve her ufuktan başka,
Yıldızların tuttuğu ayna, ezelî aşka,
Bir sır gibi hayattan ve ölümden öteye
İlk arzunun toprağa mal olmuş lezzetiyle…
Ardından ağlanacak ne varsa ömrümüzde
Tekrar doğuşun sırrı gülümseyen bir yüzde,
Uykusuz geceleri içten kemiren hüzün,
Bin azabın çarkında gerilmiş ağaran gün;
Öpüşler, gözyaşları, vaadler ve hicranlar;
O derin sükûtların aydınlattığı anlar
Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden
Sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden;
Doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası,
Gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyası!
Ahmet Hamdi Tanpınar
Gül, “aşkı, büyüyü, umudu ve ihtirası” simgelerken, kusursuz güzelliğin ve mükemmelliğin de sembolü olarak kabul edilir. Buna göre kırmızı gül “seni seviyorum, sana aşığım”, pembe gül “zarafet, incelik ve hafiflik”, sarı gül “arkadaşlık ve neşe”, kayısı gül “arzu ve heyecan”, beyaz gül “saflık ve gizem” anlamına gelir. Yunanlılar gülü, Afrodit’in sevgilisi Adonis’in kanına benzetirken, Doğu mitolojisinde gül, aşkın her çeşidinde sevgiliyi temsil eder. İslam mitolojisi ve tasavvuf anlayışında ise gül, ilahi güzelliği temsil eder. Tasavvufi sembolizmde gonca halinde gül “birliği”, açılmış gül ise “birliğin çokluk halinde görünüşünü” temsil eder. Gül bahçesi “gönül açıklığı, kirinden pasından temizlenerek, ilahi güzelliğin yansımasına hazır hale gelmiş kalbi”, gonca, “insanın kendisiyle ve Tanrı’yla başbaşa kalmasını” simgeler. Buna göre, açılmış gül, “can sırrını açığa vurmak” anlamına gelir.
Nergis Çiçeği
Çiçek kokusu gönderiyorum sana,
Senin gibi kokan.
Nergis çiçeği olsun adı,
Kokusunu senden çalan…
Bükük boynuyla narin, zarif
Senin gibi masum duran
Serin kokusuyla usulca, hafif,
Seni en güzel sabahlara uyandıran
Bu sabah pencerenden içeri,
Süzülsün tarifsiz bir mutluluk,
Bil ki gittiğin günden beri
Kalmadı bende sevinç bak!
Ne de umut,inan bir yudumluk…
Murat Yadaş
Kendine aşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda eko dediğimiz yankılara dönüşür. Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Gene günlerden bir gün av peşindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir, buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir, yerinden kalkamaz, kendine aşık olur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar sevmiştir kendi görüntüsünü. O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir; aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.
Manolya
Ben seni bir karanlıkta düşleyeceğim
Sıcak yüreğimin ağıtlarında üşüyeceğim
Ellerim kör, ellerim fakir, ellerim garip
İstesem de gelemeyeceğim.
Sözlerim yalan, dillerim haram olacak
Başımı alıp ellerimin arasına
Seni yazacağım şiirlere
Ya menekşe olacaksın ya bir manolya
Ali Sevimli
Bir Çin prensi tahta çıkacaktı ama yasalara göre, daha önce evlenmesi gerekiyordu. Uygun bir aday bulmak için bölgedeki genç kızları huzuruna çağırdı. Saraydaki hizmetçilerden birinin kızı prensi çok seviyordu. O da prensin huzuruna çıkmak istedi. Annesinin uyarılarını dinlemedi, çünkü sevdiği adamı bir kere bile görmek onu mutlu edecekti. Beklenen gece geldi. Genç ve güzel kızlar en güzel giysilerini giymişler, süslenmişler, kendilerini beğendirmek için her çareye başvurmuşlardı. Prens kızlara birer tohum verdi. Bunu saksılarına dikmelerini, altı ay sonra gelmelerini söyledi. En güzel çiçeği yetiştiren kızı kendine eş olarak seçecekti. Herkes tohumu alıp heyecanla evine geri döndü. Genç kız da kendisine verilen tohumu alıp saksıya ekti. O kadar bakmasına, özenmesine karşılık toprakta tek bir filiz bile görünmedi. Her şeyi denedi, uzmanlara danıştı ama bir fayda göremedi. Altı ay dolmuştu fakat saksı hâlâ bomboştu. Prense sunacağı bir çiçek olmadığı halde gene de belirtilen gün ve saatte boş saksıyla saraya gitti. Oysa diğer kızlar güzel ve gösterişli çiçeklerle dolu saksılarla gelmişlerdi. Prens salona girdi, kızların arasında dolaştı, saksıları birer birer inceledi. Hizmetçinin kızını kendine eş olarak seçtiğini duyurdu. Herkes şaşırmıştı. Diğer kızlar bu karara itiraz ettiler. Boş saksıyla gelen kız nasıl eş olarak seçilirdi? Prens durumu şöyle açıkladı:
“Bu genç hanım en değerli çiçeği yetiştirip bana sundu. O çiçeğin adı dürüstlük çiçeğidir. Çünkü sizlere dağıttığım tohumların hepsi sahteydi ve böylesi renkli ve canlı çiçekler açmaları olanaksızdı.”
Bu “dürüstlük” çiçeği manolya mıdır değil midir bilemeyiz; ama bildiğimiz bir şey var ki yaşadığımız bu ülkede en çok ihtiyaç duyduğumuz şey “dürüstlük”…